bugün

lars von trier'in üçleme olarak devam eden filmlerinin 2. ayağıdır.
manderlay, dogville'in bittiği yerden devam eder..
eleştirmenlerce dogville kadar etkileyici bulunmamıştır.
sıra 2007'de gösterilmesi planlanan washington'dadır.
(bkz: dogville)
danimarkalı yönetmen lars von trier üçlemesinin ikinci filmidir. 8 bölümden oluşan filmde dogville de grace rolünde gördüğümüz nicole kidman ın yerini Bryce Dallas Howard almıştır.

--spoiler--
ırkçılık temalı filmde grace, bir defterde yazan katı kurallara göre yönetilen manderlay kasabasındaki köle zencileri kölelikten kurtarıp onlara demokrasi ve özgürlük kavramlarını öğretmeye çalışıyor. fakat henüz demokrasiye hazır olmayan manderlaylı zenciler katı kuralların yeniden uygulanması için demokrasiyi kullanıp, oy birliğiyle grace i yeni efendileri seçiyorlar.
yönetmen bu durumu tamamen zencilerin üzerinde yoğunlaştırarak şu sonuca varıyor: zenciler böyle olmak istedikleri için böyleler.
oysa bu sadece zenciler için geçerli olmayan bir gerçek. ya da zencilerin bu durumda olmalarının sadece onlarla ilgili olmadığının da yanına eklenmesi gereken bir gerçek. yani film teması açısından bu denli lezizken böyle dar bir alana sıkıştırılması yazık olmuş.
--spoiler--
nicole nerde demeye sebebiyet veren üçleme.
dogville'in devamı niteliğinde olduğu için -ister istemez- büyük beklentilerle izleyip, dogville kadar beğenemediğim, üçlemenin 2. filmi.

dogville'de grace olarak izlediğimiz nicole kidman yerine bryce dallas howard'ı izliyoruz. (hep beraber izledik sanki!) ilk filmde iyilik, kötülük, bencillik, hak etmek, intikam gibi kavramları tartışmaya açan yönetmen lars von trier, bu filmde ırkçılık konusunu fon almış. siyahi insanların, düştükleri durumu hak edip hak etmediklerini tartışmaya açmış. dogville gibi felsefik, derin diyaloglar bekledim ama dediğim gibi, dogville'in tırnağı bile olamayan bir film olmuş.

oyunculuk yönetimi harika, hikaye fos. bryce dallas howard başta olmak üzere, yine müthiş iş çıkartmış oyuncularına trier ama beni çok etkileyemedi. gelelim filmin detaylarına:
--spoiler--
öncelikle, benim filmden anladığım şu oldu: "biz amerika olarak siyahi insanlara kötü davranmak istemedik. yaptık bir şeyler ama aslında onlara çeşitli özgürlükler de sunmaya çalıştık. fakat onlar bu ırkçılıktan, kölelikten kurtulmak istemediler. aslında, kendileri kendilerini bu hale soktular. tabii amerika olarak biz de kötüyüz, kötü zannettik kendimizi suçladık ama çok da suçlu değiliz işte". sanki lars von trier, amerika'ya günah çıkartmaya çalıştırıp sonra da "ama amerika ne yapsın?"a getirmiş gibi mevzuyu. bu biraz basit kalmış.

şöyle ki; köleliğe alıştırılmış ve bundan daha farklı bir şey görmemiş bir toplumdan özgürlüğe kucak açmasını beklemek mantıksızdır. bu yüzden, yapılan tüm suçu onlara, bilinçsizce bunu -köleliği- kabullenmiş insanlara yüklemek ne derece mantıklıdır? bunu ayırt etmek lazım. bu açıdan, filmin savunmaya çalıştığı görüşü tam manasıyla benimseyemedim. dogville gibi aforizma dolu filmden sonra tek bir noktaya odaklanıp pek bir mesaj verememesi hayal kırıklığı yarattı bende.

grace'in yine tüm iyi niyetiyle, insanlara yardım etme arzusunu bu filmde de görüyoruz yine. olanca sabrıyla, insanlara demokrasi ve özgürlük gibi kavramları açıklıyor. filmin en etkileyici sahnelerinden biri de bu noktada devreye giriyor zaten.

bir siyahi ile süt beyazı grace'in arasında şöyle bir konuşma geçiyor, oldukça duygusal ve dokunaklı geldi bana:

g: grace
z: zenci

z: köle olduğumuz zaman, yemek yiyeceğimiz saatler belliydi. şimdi ne zaman yiyeceğiz?
g: artık özgürsünüz.
z: özgür insanlar yemeklerini ne zaman yer peki?
g: (kısa bir duraksamadan sonra) özgür insanlar, ne zaman acıkırlarsa o zaman yerler yemeklerini...

filmin böyle birkaç etkileyici sahnesi vardı aklımda kalan. onlardan biri de timothy'nin grace'i adeta düzdüğü sahne. sevişmiyor, resmen düzüyordu. burdan da siyahın beyazdan öç aldığı gibi bir anlam çıkarttım ben. timothy, grace'i hiçbir zaman sevmedi. grace, ondan tamamen saf bir şekilde hoşlansa da, onunla sevişmek istese de timothy onu yatmak için götürdüğünde "sus kadın" diyerek, grace'in yüzüne bir örtü örterek ona olan nefretini bu şekilde çıkartıyor. çok sert bir seks sahnesi olmuş. rahatsız edici geldi bana. adamın hayvani bir şekilde sadece dürtüleriyle kadına yaklaşması ama kadının sevildiğini sanması ve şaşkın bakışları çok da duygulandırdı beni. sonrasında grace'in, timothy'nin bir sahtekar olduğunu öğrenmesi ve yüzündeki hayal kırıklığı ifadesi çok iyiydi.

filmin son kısmında da grace'in yine bir şeyleri başaramadığını, yardım etmeye çalışırken kurban konumuna getirildiğini görüyoruz. dogville'de kasabanın yok edilmesini emreden acımasız, intikam alan grace, manderlay'de de kırbacı eline alarak timothy'yi gebertircesine kırbaçlıyor herkesin önünde ve kaçıyor.

dediğim gibi, filmi alaşağı edemem ama dogville'den dolayı beklentim büyüktü. ondan belki de çok sevemedim. yine de iyiydi.
--spoiler--
seneler önce dogville'i izlemiştim. sinemadan anlamayan biri olarak çok da ısrarcı olmayacağım yorumlarımda fakat bir kaç nokta var ki göz önünde bulundurulmalı!

öncelikle dogville ile bir karşılaştırma yapmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. eğer söz konusu olan nicole kidman ile bryce dallas howard arasında bir çekişme ise; bir kidman hayranı olmama rağmen bu çekişmeyi howard'ın alacağını rahatlıkla söyleyebilirim. grace, aslında iyi niyete fazla boğulmuş bir karakter ise, kidman'ın kişiliği gereği dogville'deki 'kendinden emin' hallerini 'rol'ü örtememişti, howard belki gençliği sebebiyle bu 'şaşkınlığı' sergilemekte daha usta değil ama 'doğal'!

ikinci olarak; manderlay, dogville ile aynı etkiyi yaratmakta ve beklentileri de karşılamakta. ikisi arasında bir karşılaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum çünkü dogville'in odaklandığı nokta ile manderlay'ın odaklandığı noktanın 'vahşet'i birbirinden farklı ölçekler taşıyor. dogville'de grace'in yaşadıkları, olayları ve kişileri anlamlandırma çabasının yanında, fiziksel bir şiddeti de barındırıyordu. üstelik bu fiziksel şiddet periyodik şekilde devam ediyordu. manderlay'de ise beynimizde, düşünce sistemimizde, hatta bilinç altımızda sakladığımız, belki de reddetmeye çalıştığımız ama hücrelerimize kadar işlemiş olan gerçeklerle bizi yüzyüze getiriyor.

yani dogville; bildiğimiz ve savunduğumuz şeylerin doğruluğunu onarken, manderlay doğru bildiklerimizi sorgulatıyor, bizleri hayalini kurduğumuz ama bir sistem haline getiremediğimiz düşüncelerimize boğuyor. bu açıdan dogville kadar fazla şekilde hislerimize değil, beynimize saldırıyor!

dogville'de, grace'in köyü yaktırması için binlerce haklı sebep söyleyebilecekken, manderlay'de kırbaçlanan timothy'nin söylediği 'bizi siz yarattınız!' sözleriyle irkiliyoruz. grace, onlara demokrasi ve özgürlük öğretirken yaklaşımlarıyla sergilediği iyi niyet hepimizin ruhunu okşarken, 'biz merdiven yapıp bu çitlerden kaçmayı düşünemeyecek kadar aptal mıyız?' ı gözden kaçırıyoruz! bilinç altımızdaki küçümsemeyi...

üstelik bu küçümseme, bu bilinçaltı yeri geldiğinde zenci ya da beyaz; kadın ya da erkek hiç farketmiyor! timothy, grace'i becerirken *, grace timothy'i kırbaçlarken, zenci kadın grace'in aklını, timothy'nin kendisiyle ilgilendiği konusunda çelerken ya da çiftliğin kuralını yazan zenci de hep aynı 'kurnazlık' var!

rengi, ırkı ya da cinsiyeti ne olursa olsun;

kapitalizmin yarattığı bencil insan ve aklı!

edit: bu arada dogville'in başında tom'un zenci kadınla yaşadığı dialog ve 'efendim' hitabı ile manderlay'deki çiftliği sahibi kadın ile dogville'de zencefilleri için toprağı süren kadın aynı kişi olması... ironik mi desek, ne desek *
filmle ilgili önemli bir notta john c. reilly'nin sette öldürülen bir eşek üzerine filmi yarıda bırakması. ki sonradan bu sahne filmden çıkarılmış, nedir pek bilemiyoruz.
lars von trier in dogville nin devamı şeklinde çektiği üçlemesinin ikinci filmidir.

filmde yönetmen ırkçılık ve kölelik kavramlarını çok farklı bir perspektiften ele alır. özgür kalan kölelerin özgürlük ve demokrasiye olan korkuları üzerinden... ''amerika'nın kölelik ve ırkçılık tarihine bir savunma filmi'' olarak eleştiri almış olsa da, film tamamen trier'in provakatif ve kışkırtıcı tarzını yansıtan, söylemek istediğini tam zıddıyla anlatan aykırı kişiliğinin bir ürünüdür fikrimce.

iyi-kötü, güçlü-zayıf, güzel - çirkin, erk, tahakküm, bastırılamayan cinsellik gibi kavramlar trier'in filmlerinin olmazsa olmazlarıdır ve mesaj seyirciye, daima olumsuz olan üzerinden, adeta kışkırtılarak verilir. grace in yine insanın sinirini bozacak ölçüdeki iyilik hali veya kölelerin uç noktadaki pesimistliği gibi...

yönetmenin bu benzersiz ve enteresan tarzını şahsen müthiş ve eşsiz bulurum. finalde yine allak bullak olmuş ve ne düşünmesi gerektiği hakkında en ufak bir fikri olmayan biri olur insan.