bugün

hegel, kant'ın metafiziksel sorunların bir kısmının usa duyulan sınırsız güvenin bir yanılgı olduğu gerçeğinin yadsınmasından dolayı var olduğunu. ve çözümünün usun kendi üzerine dönmesi, düşünmesi veya başka bir deyişle düşünümlemesi ve sınırlarını belirlemesiyle, sorunun kökensel probleminin de aynı kaynaktan olmasından dolayı bu etkiyle çözülebileceği düşüncesini, aklı sıra kant'ın metafiziksel sınırlandırmasının, bilgi ve bilginin alıcısı olan usun arasındaki ayrımın, bilginin elde edilişindeki zaman ve mekanın yani başka bir deyişle sunuluşun ürünlerinin tanıtlanmış bir önerme değil, varsayım olduğunu belirterek ve sonunda ''doğruluk korkusu'' denilen boş bir söz grubuna bağlayarak gerçek anlamıyla varsayımsal olan kavramın doğruluğu, ussalın gerçekliği yani idealizmin doğruluğu düşüncelerini göz ardı ediyor ve kant için sözde hazırladığı tuzağa kendisi düşüyor.
ussal olanın gerçek olduğu varsayımı, zorunlu bir anlam taşımamakla beraber, hume'un bahsettiği nedensellik ilişkisi yanılgısında olduğu gibi bu da empirik bir evrensellik bir yanılgısıdır. kant, hegel'in varsayım olarak kabul ettiği; ancak gerçekte tanıtlanmış önermeler sonucunda var olan usun sınırını, duyunun yanılgılarından yola çıkarak aynı şüpheyi akla yöneltmekle başlamıştır. aklın apriori kategorilerini ve uzay ve zamanın aprioriliğini keşfetmiş, bunları belirli bir sistematik halinde açımlayarak, kendinde şeyin tanımı gereği bilinemeyeceğini savunmuştur, bunun açıklaması burada yapılamaz; zira oldukça uzundur. saf aklın eleştirisi boşuna o kadar uzun değildir ancak bunların bilinmesi hegel'in varsayım diyerek geçiştirdiği önermelerin, önerme olduğunun doğruluğunu ortaya koyar. tabii bana kalırsa kant'ın yanıldığı nokta kendinde şeyin bulunduğunu varsayması olmuştur. bu da tözün varsayım olarak ortaya çıkışına, savunduğum göreceli varoluşa ve bu göreceliliğin fenomenolojiye bağlanışına ve var olanın yalnızca fenomenler olabileceği düşüncesine kadar girer.
Öyleyse onlardan bahsederek başlamam yalnızca bir soyutlamaydı Ama bunlar şu ya da bu değişken ilişki altında zorunlu olarak varolurlar, bir ilişkiden bağımsız varolamazlar çünkü sonsuz küçük ya da yitip giden nicelik terimi mefhumu diferansiyel bir ilişkiden bağımsız tanımlanamaz. Bir kez daha, dx'in hiçbir anlamı yoktur, dy'nin y'ye ilişkin olarak hiçbir anlamı yoktur, anlamı olan tek şey dx bölü dy ilişkisidir. Bu, sonsuz küçük bir bölüm diferansiyel ilişkiden bağımsız olarak var olmadıklarını söylemeye gelir.''
Deleuze, burada Spinoza'yı açıklarken yine bu ilgi çekici paradoksa başvurur, gerçeklik, atomlardan oluşmaz, gerçeklik sonsuza kadar bölünmeden oluşmaz ya da belirsizlik diyelim daha doğru olarak. Gerçeklik, Newton'un da fark ettiği üzere yitip giden, gelip yiten' edimsel sonsuzlardan, differansiyellerden oluşur ve differansiyeller kendi başına hiçbir anlam taşımazlar. Hegelci diyalektik işte tam olarak budur, daha iyi bir anlatımı olamaz, Deleuze istemeden yapmış olsa da. Hegelci diyalektik karşıtların kendi başlarına dy-dx olduklarını, bir hiç olduklarını ancak birliklerinde bir anlama sahip olduklarını söyler. Yani özünde kavramlar, hiç olanların belirli ilişkilerine dayanır. Hegelci paradoks, hiçliğin oranı!
Hegel sıkça “Avrupa merkezci” olmakla suçlanır. Walter Jaschke, böyle bir suçlamanın erken 19. yüzyıl filozofu olan Hegel için “anakronik” olduğuna ve bu iddianın “ayrıca hiçbir şekilde isabetli” olmadığına dikkat çekmiştir. Jaschke, bu kaba suçlamayı reddederken hem Hegel’in çağına işaret etmektedir hem de onun felsefesinin içeriğine dayanmaktadır. Hegel’e yönelik bu suçlamaya önce onun felsefesinin içeriği bakımından bakmak istiyorum.

Hegel’in felsefesinin “Avrupa merkezci” bir felsefe olduğuna dair yanılsama genellikle onun dünya tarihinden felsefi bir anlam kazanma çabasına giriştiği "Dünya Tarihi'nin Felsefesi Üzerine Dersler" başlığı altında verdiği derslerinde ulaştığı sonuç ile ilgilidir. Bilindiği gibi Hegel, insanlık tarihinin kökenine kavramın geniş anlamında Doğu dünyasını yerleştirirken en üst uğrağına Batı dünyasını yerleştirmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat bu büyük bir yanılsamadır, Gerçekten de Hegel’in söz konusu Dersler’inde “dünya tarihi Doğu'dan Batı'ya gitmektedir çünkü Avrupa dünya tarihinin kesin sonudur” gibi ifadeler az değildir. Fakat bu tür belirlemeler Hegel’i ve felsefesini dolaysız bir şekilde “Avrupa merkezci” yapmamaktadır. Bilindiği üzere Hegel genel olarak bir tarihçi gibi dünya tarihi yazmamaktadır. O, daha çok, bir filozof gibi dünya tarihinin felsefesini yazmaktadır. Eş deyişle Hegel dünya tarihinin “amacını” (Zweck), yani dünya tarihinin felsefi anlamını yazmaktadır. Hegel tarihi insanlığın içinde bulunduğu özgürlük halinin ve bunun dışa vurduğu özgürlük bilincinin dışa vurumu, “tinin” (Geist) kendisini göstermesi olarak kavrar ve tarihin hedefi (Ziel) sürekli gelişen ve giderek daha çok mükemmelleşen bir özgürlüğün halinin kuruluşudur. Hegel, son derece karmaşık ve çelişkilerle dolu dünya tarihini birbirini takip eden dört aşamaya ayırır. Bu farklı aşamalar aynı çağda iç içe, yan yana olabilir. Bu aşamaların bazıları artık tamamıyla geçmişte de kalmış olabilir. Hegel, tüm bu karmaşaya karşın, insanlık tarihinin ilerleyişinde takip edilebilecek genel çizgi görmektedir. Bu ilerleyiş insanlığın farklı çağlarda oluşturduğu birikerek ilerleyen özgürlük durumuna göre tanımlanmaktadır. Rönesans ve Reformasyon ile başlayan ve Aydınlanmacı çağında Fransız devriminde en gelişkin halini alan modern toplumda insanlığın özgürlük hali, tarihte şimdiye kadar ulaşılan en mükemmel özgürlük halidir. Bu nedenle tüm insanlık bu özgürlük haline yönelerek, onu yavaş yavaş genel insanlık haline dönüştürecektir. Hegel’in “tarihin sonu” olarak kavramlaştırmaya çalıştığı bununla ilgilidir.
Hegel berigel.
'' Dünyanın nasıl olması gerektiğini öğretmek iddiası üzerine bir söz daha söyleyelim: felsefe bu konuda daima geç kalır. Dünyanın düşüncesi olarak, felsefe, ancak realite oluşum sürecini işleyip bitirmiş olduğu zaman ortaya çıkar. Kavramın öğrettiğini, tarih aynı zorunlulukla gösterir: ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal, reel'in karşısında boygösterir ve aynı dünyayı cevheri içinde kavradıktan sonra, onu bir fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın bir tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle, o gençleştirilemez, sadece bilinebilir. Minerva'nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar. ''

Hukuk felsefesinin prensipleri, sf 31.
''Tarih insan ırkındaki bir gecikme halidir.''
boş verin onun devri kapandı kapandı artık.
tarihin sonu muhabbeti de yapmış zamanında.
(bkz: diyalektik)

çok yoğun çalışıp içine kapanırmış. ama bir gün penceresini açıp '' napoleon kazandı mı ? '' diye çevreye sorduğu rivayet edilir.
(bkz: hegel diyalektiği)
Post-truth devrinde olduğumuzu düşünürsek dönmek zorunda olduğumuz filozof. Yok arkadaş dolayımsız, diyalektiksiz olmiyir işte.
Sende başımıza filozof olma bağını bahçeni belle tarımını yap yeter.