bugün

descartes'tan sonra daha da ön plana çıkan zihin ve beden ayrımı çerçevesinde ele alınabilecek mesele. descartes'in üzerinde durduğu mevzu, bulunduğu dönemin filozoflarınca da üzerinde duruldu. on yedinci yüzyıl denildiğinde en önemli metafizik sorunların filozofların felsefelerinde sistemli bir şekilde oturtmaya çalıştıkları dönem gelir akıllara. bu sorunlar tanrı, dış dünya ve zihin-beden dualizmi noktasındaki tartışmalarla ilişkili. aslında bu filozofların ne dediği çok önemli değil. önemli olan o çağda söz konusu olan doğanın/mekanın matematikleştirilmesi ve bilimsel gelişmelerin ışığı altında tehlikeye giren ilahi hakikatlerin otoritesinin yıkılması noktasında filozofların felsefelerini sağlam temellere koymaya çalışmalarıdır. bu dönemdeki çaba bir şekilde bu başat sorunların olabilecek en mantıklı şekilde ortadan kaldırılmasıyla karakterize olur. berkeley'in tanrı'sı yaratıcı bir tanrı olmaktan ziyade, zihinden bağımsız bir gerçekliğin olabilmesini sağlayacak, evreni var kılan bir tanrı, spinoza'nınki zaten aklımızdaki tanrı kavramından pek uzak bir tanrı, descartes'inki ise üçlü bir sistem olarak inşa ettiği mekanizmanın garantörü olan bir tanrı, hobbes'unki hıristiyanlığın tanrısı ama aslında Devlet'i tanrı kılmış. bilgi felsefelerini çelişkiden bağışık kılmak adına zihin ve tanrı hakkında söyledikleri açıkçası önemli değil. ancak ardıllarının hareket noktalarını belirlemeleri yönünden önemini koruyor elbette.

son dönemde zihinden bağımsız bir gerçeklik var mı tartışması artık idealizm dediğimizde aklımızda canlananlardan farklı. artık gerçekliğin var olup olmadığı, bilimsel ve teknolojik somut gelişmelerde eritilmiştir. önemli olan bu gerçekliğin nasıl üretildiği, nasıl yaratıldığı, nasıl büyük güçlerin tahakkümü altında simüle edildiği yönündeki tartışmaların yükseldiği gerçeğidir. kuantum fiziği ile biyolojiyi birleştirerek hala zihnin karakterinin irdelenmesi doğrultusunda çabalar olsa da, bunlar da unutulan soruların tekrar gündeme getirilmesinden ziyade, bazı verilen iş gördükleri alanın dışındaki alandaki yansımalarının ne olabileceği yönündeki beyin fırtınasından ibaret. quantum consciousness, quantum biology'e bakmak gerek.

edit: başlık başa kalmış.
(bkz: zihin felsefesi
Berkeley'in haklı olma fikri beni korkutuyor...
Aslında Hegel'e kadar öncüler pek değişmedi. Bu dünya zihnin eseridir lafzını ikisi de kullanıyor. Sadece içerik/ontoloji üzerine (öznel/nesnel) tartışma var.
Leibniz'in "sonsuz küçükler hesabı" maddenin sonsuza kadar bölünebileceğini savunur. Sonsuza kadar bölünebilen şey, nihai manada var olabilir mi? Bu bölünme eylemi, zihnin refleksiyonalitesi dışında bir anlama sahip midir? Maddenin farklı formlar alarak algı yetimize, ideye şekil vermesi fikri, bana pek olası gelmiyor. Zira biz atom'u Rutherford'a kadar içi dolu bir yapıda algıladık. Onda boşluk bizim için var değildi sonra yaptığı altın levha deneyinde boşluğun olduğu ortaya çıkınca bizim atom üzerine algımız olduğu gibi değişti. Ya da Bohr'dan sonra elektronların bulutsu yapıda bulunduğu hacim noktaları (orbitaller) bizim için anlam kazandı. Daha önceki algı biçimimizde bunlar yoktu. Dolayısıyla bunlar bireysel zihin için varlığı söz konusu olan yapılar değildi. Yani atom'un varlığını, algımız ölçüsünde bilebiliyoruz, ve içindekilere zihnin kategorik devinimleri ışığında "var" diyebiliyoruz.
Marx'ın, Ernst Mach'ın savunduğu "süreci tersine çevirme" fikri enteresan ve benim için kabul edilemez bir metafizik yargıdan ibaret.

Bireysel zihin demeyin direkt zihin deyin. Hegel'in absolute mind'ını kenara atmak edebe aykırı olur...