bugün

mühür ancak inkar edenlerin kalbine vurulur diye açıklanan durum.
edit: başlık başa kalmış.
kalbi mühürleyip bi de sonradan cehenneme yollar ki evlere şenlik.

sormazlar mı, kendi yarattığını niye bilerek ateşe atıyosun yiğidom diye?
kalplere değil vicdanlara vurulmuş bir mühür söz konusu olabilir.
Yaşadığım eylem. Gerçekliğine inancım var. Yaşayıp sorgulayan bilir.
Ruh, sonradan yaratılmıştır, ama ebedidir. Birdir, bölünmez, parçalara ayrılmaz. icraatıyla ve tesirleriyle bedenin her yerinde bulunur, fakat mekanı yoktur. Bedenin içinde olmadığı gibi, dışında da değildir. Bütün işleri aynı anda idare eder, bir iş diğerine engel olmaz. O, tabiattaki kanunlara benzer. Mesela, bir yerçekimi kanunu hayat ve şuur sahibi olsaydı ruh özelliği kazanırdı.

Ruh, şuuruyla fark eder, aklıyla anlar, vicdanıyla tartar, karar verir, hayaliyle plânlar yapar, hafızasıyla bilgi depolar, kalbiyle sever. Onun sayılamayacak kadar çok kabiliyeti vardır. Bunların bir kısmı da maddi uzuvlarla ortaya çıkar. Ruh, eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, ayağıyla yürür...

Akıl, kalp, vicdan ve hissiyatın ruhla ilgileri, organların bedenle ilgileri gibi değildir. Beden, organların bir araya gelmesiyle teşekkül eder, ama ruh bu sayılanların birleşmesinden meydana gelmiş değildir. Ruh bir tek şeydir; ama yaptığı görevler muhteliftir. Bu görevlere göre farklı isimler alır.

Ancak “hisler kalbe aittir, şu duygular akla aittir, şunlar istidat manasındadır” gibi kesin sınırlar çizmek zordur. Meselâ, sevgi bir histir. Bu yönüyle vicdanla ilgisi vardır, ama sevmenin, korkmanın, inanmanın kalple ilgili fonksiyonlar olduğu düşünüldüğünde bunları kalpten ayrı düşünemeyiz.

insan, kendi his dünyasını vicdanen, yaşayarak bilmektedir. Öte yandan insan, bunların varlıklarını aklı ile idrak eder. Bu ikinci yönü itibariyle hisler akıl defterine kayıtlıdır. Birinci yönlerinde, yani mahiyetlerinin bilinmesinde ise vicdana iş düşer.

insanın istidadında var olan, ilim, kudret, irade gibi sıfatlardan, inanmaya, anlamaya, sevmeye kadar insan ruhunun bütün fonksiyonlarını akıl ve kalpten ayrı düşünemeyiz.

Kalp, akıl, ruh, vicdan hep aynı şeydir, ancak yapılan işlere göre farklı isim alırlar. Bir insanın dört ayrı mesleği olsa, her birisi için ayrı bir isimle anılır, ama o yine bir tek kişidir. Ruha verilen bu farklı isimler de bunun gibidir.

Şu var ki, ruh “bu âlemi göz penceresinden seyrettiği” gibi, düşünme fiilinde de beyni kullanmaktadır. Nasıl, gözümüze bir arıza geldiğinde görmemizde aksama oluyorsa, beyindeki bir merkezde rahatsızlık olduğunda da o merkezle ilgili fonksiyonda aksaklık olur. Ama bu hal, düşünenin beyin olduğu manasına gelmez.

Kalbin kendisi bir latife-i Rabbaniye olduğu halde, kalbin cüzdanında da nice latifeler vardır. Latife (çoğulu letâif) “cismanî olmayan, ruha ait” gibi manalara gelir. Buna göre kalb, ruh, vicdan, akıl, hafıza, hayal, beş duyu, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye de birer latifedirler.

Nasıl, “organ” kelimesi “el, ayak, mide, ciğer” gibi bütün maddî cihazlarımızın ortak ismi ise, latife (letâif) de öyledir. O da bütün manevî cihazlarımızın ortak ismidir.

Aklın vazifesi tefekkür etmek, istidlalde bulunmak, eserden müessire, nakıştan manaya, nimetten in’ama intikal etmek ve Allah’ın varlığına ve birliğine hem insan bedeninde hem de kâinatta serdedilen delilleri güzelce değerlendirmek, iman ve marifet sahasında mertebeler kat etmektir. Bu aslî görevi yanında aklın bir diğer görevi de bu kâinat kitabını fenlerin gözüyle inceleyip insanlık için faydalı bilgiler elde etmek, güzel şeyler bulup çıkarmaktır.

“Ruh, kalp ve akıl”, bedenin organları gibi müstakil varlıklar değildirler. Hisler bazen vicdana bağlanır, bazen kalbe, bazen de akla abğlanır. Bunlarda bir tezat söz konusu olmaz.

Çünkü ruh, terkip olmadığı için “havassı” yani hisleri akla da, vicdana da, kalbe de verebiliriz. Akıl, bu hisleri tanır ve en güzel şekilde kullanmaya çalışır. Vicdan bu hislerin varlığını bizzat yaşayarak bilir. Kalp bu hislerle sever, korkar, endişe eder.

insanın havassının yani his dünyasının pek çok vazifesi vardır. Bunların yerinde kullanılması insan için büyük bir terakki ve tekâmül vesilesidir.

Sevgi, korku, şefkat, endişe, merak gibi hisler eğer yaratılış gayeleri istikametinde kullanılırsa insanı hem bu dünyada hem de öte âlemde mesut ederler.

Bu binlerce hissiyattan sadece bir örnek verelim: insanda bir “endişe” hissi vardır. insan bu hissini sadece istikbal endişesinde kullanırsa, “yarın ne kazanıp ne kaybedeceğine” sarf ederse, bu kıymetli hissi sadece dünya menfaatlerinde kullanmış olur. Halbuki, asıl endişe edilecek şey insanın bu fani dünyadan ebediyet ülkesine imanla göçüp göçmeyeceğidir. Ruhu bu endişe ile dolu olan bir mümin, elinden geldiğince güzel ameller işler ve yine büyük bir hassasiyetle günahlardan isyanlardan uzak durur.
asayı tutup hafifçe sallayın.

ALAHAMORA.
(bkz: kafirlerin zoruna giden gerçekler).

durup duruken değil, bilhassa aşırıya kaçanlar için "artık senden istesen de bir halt olmayacak" demesidir.

(bkz: kafirlerin biraz salak olması).

o yüzden, aşırıya kaçmayın. bi aralık bırakın, belki lazım olur.
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerimde, Efendimiz (asv)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Sen inkâr edenleri korkutsan da, korkutmasan da birdir. Onlar iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Ve gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Bakara Suresi, 2/6-7)
Bu ayet-i kerimeyi, sathi bir anlayışla ele alan bazı kimseler: “Allah bu kişilerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Bunlar nasıl iman ve ibadet etsinler, hakikatleri nasıl görsünler ve nasıl işitsinler?” demektedirler. Hâlbuki meseleyi, “Allah’ın ezeliyeti” ve “ilmin maluma tabi olması” kaidesi çerçevesinde ele alan bir insan için, böyle bir iddia çok yersizdir.
Evvela, ayet-i kerimenin ifadesinde; “inkâr etme” fiili insanlara, mühürleme ve perde çekme fiilleri ise; Allah’a hamledilmiştir. Demek insan, inkârı kendi tercih etmekte ve bunda ısrar etmekte, bunun neticesi olarak da Allah kalbini mühürlemektedir.
Bilindiği gibi, ihtiyari fiillerde, Cenab-ı Hakk’ın külli iradesi, kulun cüz’i iradesine tabidir. Yani kul, neyin yaratılmasını isterse, Allah onu yaratır. Burada da inkâra insanlar sapmakta, inkârlarının bir neticesi olarak da kalplerini ve kulaklarını Allah mühürlemektedir. Bu hakikati, şu misal ile anlayabiliriz:
Belediye zabıtalarının, fırınları teftiş ettiğini ve fırınların sağlıklı üretim yapıp yapmadıklarını kontrol ettiklerini farz ediyoruz. Zabıtalar, birçok temiz ve kanunlara uygun üretim yapan fırını gezdikten sonra, son derece pis, içinde böceklerin yuva yaptığı ve son derece sağlıksız şartlarda üretim yapan bir fırına girmiş olsunlar. Belediye memurlarının burada yapacağı iş; üretim yapmaya elverişli olmayan bu fırını kapatmak ve mühürlemektir.1
Acaba zabıtalar fırını mühürlediğinde, fırın sahibi diyebilir mi ki; “Fırını mı zabıtalar mühürledi, ekmek çıkaramama suçum onlara aittir.” Elbette diyemez. Evet, fırını zabıtalar mühürlemiştir, bu doğrudur, ancak fırının mühürlenmesine sebep olacak işleri kendisi işlemiştir. Fırınını temizlememiş ve sağlık şartlarını yerine getirmemiştir. Yani zabıtaların mühürleme fiili, fırıncının kötü ahlakına bağlıdır. Eğer fırıncı dükkânını temiz tutsaydı bu mühürleme olmayacaktı. Zaten zabıtaların da fırıncılara bir garezi yok, zira birçok fırın mühürlenmemiş bir şekilde işlerini yapmaktadır.
Sözün özü; fırını her ne kadar zabıtalar mühürlemiş olsa da, suçlu ve sorumlu fırıncıdır.
Aynen bunun gibi, fırıncı hükmünde olan insan da, fırını hükmünde olan kalbini, küfür, şirk, günah, isyan gibi kirlerden temizlemediği takdirde, Allah onun fırınını, yani kalbini mühürleyecektir. Ve mühürlenmiş bir fırından ekmeklerin çıkamayacağı gibi, mühürlenmiş bir kalpten de iman, muhabbet, marifet gibi olgular çıkamaz.
Cenab-ı Hakk’ın, insanın nefsinde ve kâinatta sergilediği nihayetsiz lütuf ve ihsanları imanın nuru ile görülür. Başta küfür olmak üzere günahlar ve isyanlar bu seyre perde olurlar. insan günah ve isyana devam ettikçe, Rabbi ile arasındaki perdeler kalınlaşır.
Bir insan işlediği günahlara tövbe ederek mahcubiyetini, huzura çevirmediği takdirde, nefsinin hükmetmesiyle, kalbine, iman nuru yerine, gurur, riya, şehvet ve en nihayette küfür yerleşir. Bu hâl ise onun kör olmasına ve netice olarak kalbinin mühürlenmesine yol açar.
Yoksa Allah Teâlâ, iman ve sâlih amel üzere bulunan bir insanın kalbini mühürlemez. Demek, küfür yolunda yürüyen kimseler, kâinatta, Allah’ın varlığına, birliğine, rahmet ve keremine şehadet eden sayısız delilleri okumamakla ve nihayetsiz sedâları işitmemekle, kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesine ve gözlerine perde çekilmesine kendileri sebep olurlar.
Diğer taraftan, sözü edilen âyet-i kerime, Allah Resûlüne (asv) cephe alan, onunla mücadele eden müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Ve o müşriklerin kalplerinde şirkin tam hâkimiyet kurması ve tevhide yer kalmaması, “kalp mühürlenmesi” şeklinde ifade edilmiştir. işte kendilerine hidayet kapısı kapananlar, bu noktaya varan müşriklerdir. Yoksa günah işleyen, zulüm eden yahut şirke giren her kişi için hidayet kapısının kapanması söz konusu değil. Aksi halde, asr-ı saadette, daha önce putlara tapan on binlerce insanın islâm’a girmelerini nasıl izah edeceğiz?!.. Şirke giren her insanın kalbi mühürlenseydi, hiçbir müşrikin Müslüman olamaması gerekirdi. Demek ki, kalbi mühürlenenler, tevhide dönmeleri imkânsız hâle gelenlerdir. Ve onlar, bu çukura kendi iradelerini yanlış kullanarak düşüyorlar.
“Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir; iman etmezler. Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır” (Bakara, 2/6-7) mealindeki söz konusu ayetlerin nüzul sebebi özel bir kaç hususî kafirin durumudur. Taberî’nin ibni Abbas’tan ve el-Kelbî’den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Kâ’b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur(bk. Taberî, ibn Kesir, Vehbe Zuhaylî-et-Tefsiru’l-münîr, ilgili ayetin tefsiri). Demek ki, burada “tebliğin kendilerine fayda vermeyeceği belirtilen” kimseler belli birkaç kişidir. Yoksa, bütün insanlar veya bütün inanmayanlar için değildir.
Bu belli kâfirlerin kimler olduğu hususunda farklı görüşler vardır: Huyey b. Ahtab, Kâ’b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuş diyenlerin yanında, Hendek savaşındaki ileri gelen bazı komutanlar olduğunu, Ebu Cehil ve Ebu Lehep gibi bazı müşrikler olduğunu söyleyenler de vardır(bk. Zadu’l-Mesîr, ilgili ayetin tefsiri).
Bu ayet ortada olduğu halde Hz. Peygamber(a.s.m)’in tebliğine devam etmesi de gösteriyor ki, burada söz konusu edilen ve imana gelemeyecekleri bildirilen belli birkaç kişidir. Sebebi ne olursa olsun, bu ayette belirtilen kâfirler belli bir zümredir. Allah, bu adamların bir daha samimi olarak islam dinine girmeyeceklerini elbette bilmektedir. Allah ise -haşa- haksız yere bunların iman yolunu kapatmamıştır. Bunlar kendi özgür iradeleriyle küfrü tercih etmiş ve iman etmemek için ön yargılı ısrarlarını sürdürmüş bir gruptur.
Sözün özü, insan ister, Allah yaratır.
inanan birisi olarak bence gerek olmayan durumdur. kalbi mühürlenmiş bir kişi varsa mühürleyen kendisidir muhtemelen. nasıl şeytan'ın bazılarını günaha sokmak için uğraşmasına gerek yoksa, kalbi mühürlü olan için Allah'ın bir şey yapmasına gerek yoktur. geçenlerde kalbin mühürlenmesi ile ilgili bir şeyler dinlemiştim. mühürlenmenin nedenleri hep insanların yaptıklarıydı...
Kuranda beyin kelimesi de geçer. BEYin yerine kalp denmesinin sebebi allahı sadece akılla anlamak mümkün olmadığı için olabilir.
Bir Tanrı düşünün. yarattığı kulların kendisine inanıp inanmasını zaten kendi belirlemiş ( kader) buna rağmen inanmayanlari cehennemle cezalandırıyor. üstüne üstlük inanmasınlar da cehenneme gitsinler diye kalplerini mühürlüyor. mantıklı geldi mi ?
Konu ile alakalı daha üç gün önce detaylı bir entry girilmiştir.

(bkz: #39560627)
sıcak ızgarada olandır. yerinde gidilip yenmeli. eti kanlı sevenlerin denemesi elzemdir.