#felsefe

thales

48.
  • Thales'e göre, her şeyin başlangıcı sudur, evrenin canı vardır ve cinlerle (daimonlarla) doludur.

    “gözle görülen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun ve çokluğun gerisinde, akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçeklik vardır.” demiştir.

    #thales
    #filozof
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41539613
  • anakharsis

    2.
  • Bir filozof.

    iskitli Anakharsis, Gnuros’un oğlu ve iskit kralı Kaduidas’ın kardeşiydi, annesi de Yunanlıydı: Bu nedenle her iki dili de konuşabiliyordu. iskitlerde ve Yunanlılarda günlük yaşam ve savaşla ilgili töreler üzerine sekiz yüz dizelik bir eser yazdı.

    Üzüm bağının üç türlü salkım verdiğini söylerdi: birincisi keyif, ikincisi sarhoşluk; üçüncüsü de tiksinti. Yunanlılarda nasıl olup da sanat yarışmalarını sanatçı olmayanların karara bağladığına şaşıyordu, içkinin nasıl bırakılacağı sorulduğunda, “insan, sarhoşların rezilliklerini gözünün önüne getirirse, içkiyi bırakır” diye karşılık verdi. Yunanlıların şiddet kullananlara karşı yasalar çıkarttıkları halde, birbirini döven atletleri onurlandırmalarına şaşıyordu. Geminin kalınlığının dört parmak olduğunu öğrenince, gemideki yolcuların da ölümden ancak o kadar uzak olduklarını söyledi. Zeytinyağının insanı delirten bir zehir olduğunu söylüyordu, çünkü atletler yağlandıktan sonra birbirlerine deli gibi saldırıyorlardı.

    “Nasıl olur?” diyordu, “Yunanlar yalancılığı yasakladıkları halde, alışverişte açıkça yalan söylüyorlar.”

    Yunanlıların içmeye küçük kadehlerle başlayıp, doyduktan sonra büyük kadehlerle devam etmelerine de şaşıyordu.

    Heykellerinin üstünde şöyle yazılıdır: “Diline, boğazına, beline hâkim ol!”

    Hangi geminin daha güvenli olduğu sorulduğunda, “Karaya çekilmiş olan” dedi. Yunanlılarda gördüğü en acayip şeyin, dağlarda dumanı bırakıp odunları kente getirmeleri olduğunu söylüyordu. insanlar için hem iyi hem kötü olan şey nedir, diye sorulduğunda, “Dil” karşılığını verdi, insanın hiçbir işe yaramayan bir sürü dosttansa, çok değerli bir tek dostu olması daha iyidir, diyordu. Agorayı insanların birbirlerini kandırdıkları ve dolandırdıkları yer olarak tanımlıyordu.

    #anakharsis
    #felsefe
    #filozof
  • şikayet et
  • 41534480
  • anaksagoras

    10.
  • anaksagoras'ın bir çocuğu dünyaya gelir. çocuk, bir süre yaşadıktan sonra ölür. oğlunun ölüm haberini kendisine bildirdiklerinde filozof, "zürriyetimden ölümlü birinin dünyaya geldiğini biliyordum" der.

    #anaksagoras #filozof #felsefe #ölüm
    #doğum #hayat

    yeni bile doğmuş olsa, o elinize verilen bebeğin 5 dakika sonra bile ölebileceğinin bilincinde olmak ve bu duruma katlanabilmek, üzülmemek. bilgece bir davranış...
  • şikayet et
  • 41519247
  • hayat ile ölüm arasındaki fark

    1.
  • --spoiler--
    --spoiler--

    Thales dedi ki: "Hayat ile ölüm arasında hiçbir fark yoktur."

    Ona "O halde niçin ölmüyorsun?" dediler.

    Dedi ki: "Hayat ile ölüm arasında bir fark olmadığı için."

    --spoiler--
    --spoiler--

    #filozof #felsefe #hayat #ölüm #thales

    yukarıdaki alıntıdan yaptığım çıkarım:

    thales, reenkarnasyon'a inanıyor olabilir. Evet.
  • şikayet et
  • 41517582
  • konfüçyüs

    116.
  • Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır:

    1. Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler.

    2. Dinlediklerinde, iyi duymayı düşünürler.

    3. Görünüşleri bakımından sıcak olmayı düşünürler.

    4. Davranışlarında saygılı olmayı düşünürler.

    5. Konuşmalarında doğru olmayı düşünürler.

    6. işlerinde ciddi olmayı düşünürler.

    7. Kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler.

    8. Öfkelendiklerinde, sorunları düşünürler.

    9. Kazancı gördüklerinde, adâleti düşünürler.

    #konfüçyus
    #felsefe
    #filozof
  • şikayet et
  • 41517539
  • üçlü filtre dersi

    1.
  • Bir gün bir tanıdık Sokrates'e rastladı ve dedi ki:

    - Arkadaşımla ilgili ne duyduğumu biliyor musun?

    + Bir dakika bekle diye cevap verdi Sokrates. Bana bir şey söylemeden evvel, senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Filtre Testi deniyor.

    - Üçlü Filtre?

    + Doğru diye devam etti Sokrates. Benimle arkadaşın hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek iyi bir fikir olabilir. Bu ona üçlü filtre dememin sebebi. Birinci filtre, gerçek filtresi: Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam olarak gerçek olduğundan emin misin?

    - Hayır! dedi adam. Aslında bunu sadece duydum.

    + Tamam dedi Sokrates. Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim; iyilik filtresini. Arkadaşın hakkında bana söylemek istediğin şey iyi bir şey mi?

    - Hayır, tam tersi.

    + Öyleyse onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı; işe yararlılık filtresi. Bana arkadaşın hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?

    - Hayır! Gerçekten değil!

    + iyi, diye tamamladı Sokrates. Eğer bana söyleyeceğin şey doğru olmayıp, işe yarar faydalı bir şey değilse, bana niye söyleyesin ki!

    #sokrates
    #filozof
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41517446
  • pittakos

    1.
  • bir filozof, yedi bilgeden biridir.

    pittakos, lesbos hükümdarı idi. kendisine lesbosluların güdücüsü deniyordu. hz. isa'dan önce 650-569 yılları arasında yaşadığı biliniyor. genellikle ahlâk ve asalete önem veriyordu.

    bazı öğütleri ve sözleri:

    - asil olmak güçtür. (asâletin değerini belirtiyor.)

    - başkasında hoş görmediğini kendin yapma. (etiğin (ahlâk) temeli sayılmıştır.)

    - yapmak istediğini söyleme, başaramazsan gülerler.

    - kazanç doymak bilmez.

    - bağışlamak, öç almaktan güçlüdür.

    - bir kimseyi bağışlayan onun üstüne yükselir; ondan öç alan, onun seviyesine iner.

    - bilgiyi, itidali, tedbiri, hakikati, iyi niyeti, tecrübeyi, feraseti, başkasının arkadaşlığını, doğruluğu, evin bakımında çalışmayı, sanatı ve diyâneti sev.

    #pittakos
    #filozof
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41516929
  • kleobulos

    1.
  • bir filozof.

    yedi bilgenin dördüncüsü kleobulos, anadolu yakınlarındaki rodos'un lindos şehrinde yaşamıştı. onun, "dinlemeyi sevmeli, gevezeliği değil” sözü, kendisinden kısa bir süre önce yaşamış olan priene'li bias'ın, "çok dinle, yerinde konuş" sözüne benziyor.

    bazı sözleri ve öğütleri:

    - ölçülü olmak en iyi şey.

    - insan ana babasına saygı göstermelidir.

    - bedence ve ruhça iyi olmaya özenmek gerek.

    - haksızlıktan iğrenmek faziletin özelliği, kötülüğün zıddıdır.

    - dilini tut.

    - insan başkasının yanında ne karısıyla kavga etmeli, ne de onunla oynaşmalı. birinci hal en kötüsüdür; ikincisi ise, ihtirasları celb edebilir.

    - yurttaşlara en iyi öğütleri ver.

    - zorla hiçbir şey yapmamalı.

    - kişi dengiyle evlenmeli; daha yükseği efendin olur, akraban değil.

    - dinlemeyi sevmeli, gevezeliği değil.

    - hazza hükmetmeli.

    #kleobulos
    #filozof
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41515964
  • thales

    47.
  • bazı sözleri ve öğütleri:

    - kefaletin yoldaşı felâkettir.

    - kötü yoldan zengin olma.

    - babadan kötü şey kapma!

    - ana babana ne gibi yardımlarda bulunmuşsan, yaşlandığında kendin de öylelerini bekle.

    - işsiz güçsüzlük acınacak bir durumdur.

    - ölçülü ol.

    - kıskançlığı celb etmemek için saadetini gizle, acınmayı celb etmeyecek şekilde hareket et.

    - kendine hâkim olamama zararlı bir şeydir.

    - fark gözetmeksizin herkese güvenmekten çekin.

    - emrediyorsan kendi kendini idare et.

    - orada olsun veya olmasınlar dostlarını hatırla.

    - dışını güzelleştirme, ne türlü yaşıyorsan onunla güzelleşmelisin.

    - sana yeminle bağlanmış olanlara sözlerinle menfur olmaktan çekin.

    - iyiliği bilmek güçtür.

    - en büyük hoşnutluk, istenileni elde etmektir.

    - aşırılık bir kötülüktür.

    - cahillik ağır bir yüktür.

    - en çok layık olanı öğren ve öğret.

    - eli boşluktan kaçın, zengin olsan bile.

    #thales
    #filozof
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41515912
  • masraflarınızı kısarak kendinizden borç alın

    1.
  • çok israf eden birisi, sokrates'e gelip, hiç parası kalmadığından dert yanmış ve biraz borç para vermesini istemiş. sokrates adama şu cevabı vermiş: "masraflarınızı kısarak, kendinizden borç alın..."

    #sokrates
    #filozof
    #felsefe
    #borc

    kaynak: bilgelik hikayeleri / cevdet kılıç / sayfa: 20
  • şikayet et
  • 41514435
  • platon

    215.
  • insanlar basit olsaydı, doğruluk da basit bir sorun olurdu diyor platon(eflâtun) ; kurulu düzene baş kaldıran bir komünizm, sorunu çözmeye yeterdi. ve bir ara düşüncelerini başıboş bırakıyor:

    “böylece düzene giren insanların nasıl yaşayacaklarını düşünelim önce: onlar ekmeklerini, şaraplarını, yiyeceklerini, kunduralarını yapacaklar; evlerini kuracaklar, yazın çoğu zaman çıplak, yalınayak, kışın da üstlerine, ayaklarına bir şeyler giyip çalışacaklar. arpadan, buğdaydan yapacakları unları, kimi pişirip kimi yoğurup güzel çörekler, ekmekler hazırlayacaklar. yanlarına serdikleri hasırların, temiz toprakların üzerine dizecekleri bu ekmek ve çörekleri, sarmaşık, mersin yaprakları üzerine uzanıp çocuklarıyle beraber keyifle yiyecekler; üstüne de şaraplarını içecekler. aç kalmaktan, savaştan çekindikleri için de, gelirleri ölçüsünde çocuk yetiştirecekler, değil mi? … tabiî onların tuz, zeytin, peynir gibi katıkları da olacak. soğanla, lahanayla köy yemekleri de pişirecekler. önlerine incir, nohut, bakla gibi çerezler de koyacağız. bir yandan mersin yemişiyle palamudu, küle gömecekler, bir yandan da azar azar içecekler. barış ve sağlık içinde böyle doğal bir yaşayış sonunda, ihtiyarlayıp ölecekler. ölünce de, aynı yaşayışı çocukları sürdürüp gidecek.”

    sonra, usulca şu soruya geçiyor: anlatılan o yalın cennete neden hiç kavuşamayız? o hayâlî ülkeler haritada neden görünmez?

    karşılığını yine kendisi veriyor: açgözlüyüz, lükse düşkünüz de ondan. insanlar yalın hayatla yetinmezler, her şeye el uzatan, gözü doymaz, birbirleriyle yarışıp duran kıskanç kişilerdir; sahip olduklarından çabuk bıkarlar, sahip olamadıklarına da göz dikerler; ancak başkasına ait şeylerdir onlara çekici gelen… böylece, bir topluluk bir başkasının ülkesine el atmakta, doğal kaynaklara sahip olma mücadelesi önce çatışmaya, sonra da savaşa yol açmaktadır. ticaret ve mâliye gelişerek yeni sınıf ayrımları meydana getirir.

    “öteki devletlere daha geniş bir ad bulmak gerek. çünkü onlarda bir değil, bir sürü devlet iç içedir. şu bildiğimiz devlet oyunundaki gibi, ne türlü olurlarsa olsunlar, her birinde en az iki yan vardır. biri zenginler, öteki yoksullar yanı. her iki yanda da, ayrıca bir sürü bölümler daha vardır. sen bunların hepsini bir bütün diye alırsan, aldanırsın.”

    üyelerinin zenginlik ve aşırı tüketimle toplumda yer sahibi olmak istedikleri, bir ticaret burjuvazisi doğmuştu. bunlar, “karılarına büyük paralar harcayacaklardır.” servet dağıtımındaki bu değişme ise, siyasal değişikliklere yol açıyordu. tüccarın serveti, toprak sahibininkini aştığında, aristokrasi yerini, plutokratik oligarşiye yani, zengin tüccar ve bankerlerin yönetimine bırakacaktı. bu durumda, toplumsal güçlerin birbirine uygun biçimde düzenlenmesi ve politikanın gelişimine göre ayarlanması demek olan devlet yönetim sanatı yerine, parti stratejisi ve birbirinin ayağını kaydırmak demek olan politika geçecekti. temel ilkesini aşırı uca vardıran her hükümet şekli, yıkılmaya yüz tutar. aristokrasi, iktidar çemberini aşırı derecede daraltarak yıkar kendini; oligarşi, bir an önce varlık sahibi olmak amacıyle, serveti uluorta kapıştığı için yıkıma sürüklenir. her iki durumda da devrimle son bulur. bu devrim, sudan nedenler ve önemsiz kuruntular sonucu ortaya çıkabilir; ama nedenler ne kadar yalın olursa olsun, bu, biraraya gelen ciddî ve önemli haksızlıkların birikimidir. “sürüncemede bırakılan hastalıklardan zayıf düşen bir bünye, havadan nem kapar.” “… yoksullar düşmanlarını yendiler mi, demokrasi kurulur. zenginlerin kimi öldürülür, kimi yurt dışına sürülür. geri kalan yurttaşlar, devleti ve devlet işlerini eşit şartlarla paylaşırlar.”

    ancak, demokrasi bile, demokratik davranışta aşırı giderek kendini yıkar. demokrasinin temel ilkesi, herkesin eşit olarak hükümette yer alabilmesi ve kamu politikasında sözü olmasıdır. bu, ilk bakışta pek güzel bir düzen gibi gelir; ancak halk, en iyi yöneticileri ve en bilgece tutumları seçebilecek ölçüde yeterli eğitim görmediğinden, ortaya pek kötü durumlar çıkar.

    “halka gelince, anlayıştan yoksundur. sadece yöneticilerinin, akıllarına esip de onlara söyledikleri şeyleri tekrarlamakla yetinirler.”

    bir öğretiyi kabul ettirmek ya da geri çevirmek için, halkın beğendiği bir sahne oyununda, onu övmek ya da gülünç duruma düşürmek yeter. (komedilerinde hemen hemen her yeni düşünceye saldıran aristophanes’e bir taştır bu.) yığınların yönetimi, devlet teknesinin, üzerinde yüzeceği fırtınalı bir denizdir. her söylev rüzgârı, suları harekete getirerek geminin rotasını değiştirir. böyle bir demokrasinin sonucu zorbalık ve otokrasidir. yığınlar dalkavukluktan öyle hoşlanır, öylesine tatlı bir dile açtırlar ki, sonunda kendine “halkın koruyucusu” diyen en düzenbaz ve vicdansız bir dalkavuk, en üstün yetkiyi eline geçirir.

    platon(eflâtun), siyasal yöneticilerin seçimini, demokratik sahnenin arkasından oligarşi iplerini çeken, kötü niyetli, servet düşkünü entrikacılara bırakmak şöyle dursun, yığınların saçma dileklerine ve kolay aldanırlığına terk etme çılgınlığı üzerine düşündükçe, şaşkına dönüyor. ayakkabıcılık gibi yalın işlerde bile, ancak özel eğitim görmüş birinin işimize yarayacağına inanırken, siyâsette oy toplamasını bilen herkesin devleti yönetebileceğini sanırız, diye yakınıyor, plâton. hastalandığımızda en yakışıklı ya da en güzel konuşan hekimi değil de, bu konuda özel eğitim görmüş, en yetkili ve usta bir hekimi çağırırız. öyleyse devlet bütünüyle hastalandığında en bilge, en iyi kişinin hizmetine ve önderliğine baş vurmayı neden düşünmeyiz? kamu hizmetlerinde yetersizliği, beceriksizliği ve düzenbazlığı önlemek, herkesin iyiliğini düşünerek devleti yönetecek olan en iyi kişiyi seçmek ve onu bu göreve hazırlamak üzere en uygun yolu bulmak: budur işte siyasal felsefenin sorunu. bütün bu siyasal sorunların ardında bir de insan yaradılışı vardır. siyâseti anlamamız için yazık ki psikolojiyi de anlamamız gerekiyor.

    “insan neyse, devlet de odur.”

    “insanın kişiliği nasıl değişirse, hükümetler de öyle değişir… devletleri meydana getiren, o devletin içindeki insan yaradılışlarıdır.”

    devletin bu şekilde olması, yurttaşlarının bu yaradılışta olmasından ileri gelir. böylece, kişilerimiz daha iyi olmadıkça, daha iyi bir devlet beklemeyelim. bu durumda her türlü değişiklik yapılsa bile, temelde her şey olduğu gibi kalır.”

    “ne de güzel yaşar bu hastalar! boyuna hekime gider, ilâçlar alır, hastalıklarını büsbütün azdırmaktan başka bir iş yapmazlar. yine de yeni bir ilâçla kurtulacaklarını umarlar… dünyanın en eğlenceli insanlarıdır bunlar. toplumu iyi edeceğiz diye, bir sürü yasalar koyarlar, böylece kötülüklere bir son vereceklerini umarlar. ama aslında, hydra’nın bin başından birini kestiklerini, her kestikleri başın yerine de yeniden ikisinin çıktığını fark edemezler.”

    şimdi de siyâset felsefesinin ele almak zorunda olduğu insan konusunu inceleyelim:

    eflâtun, insan davranışının üç ana kaynaktan doğduğunu söyler. bunlar, istek, duygu ve bilgidir. istek’le, heves, içiti, içgüdü; duygu’yla, canlılık, tutku, yiğitlik; bilgi’yle, düşünce, zihin, akıl, aynı grupta yer alırlar. istek, apış arasında yerleşmiştir; temeli cinsiyete dayanır; taşan bir enerji kaynağıdır. duygunun yeri yürekte, kanın akışında ve gücündedir; deney ve isteğin organik titreşimidir. bilgi ise kafadadır, isteğin gözüdür, ona rûhun kılavuzu da denilebilir. bu güçler ve huylar herkeste bulunursa da, aynı ölçüde değildir. kimi insan vardır, baştan başa istek olup çıkmıştır; bunlar maddî şeyler peşinde koşan, kavga arayan, lüks ve gösteriş tutkusuyla yanıp tutuşan ve bir türlü ulaşamadıkları amaçları yanında, kazanmış olduklarını bir hiç gibi gören, tedirgin, her şeye el uzatan rûhlardır. sanayiye hâkim olan, onu evirip çevirenler bu kimselerdir. ama duygu ve yiğitlik tapınakları olan, didinmeleri asıl çaba gösterdikleri şey için değil de, “zaferin ta kendisi için” olan kimseler de vardır; bunlar her şeye el uzatmazlar, ama hırçın kimselerdir. bir şeyi ele geçirmek için değil, iktidar sahibi olmak için çırpınırlar; hoşlandıkları, savaş alanıdır, pazaryeri değil. dünyadaki orduları ve donanmaları bunlar meydana getirir. en sonunda da, düşünmekten ve nesnelerin nedenlerini anlamaktan tat alan tek tük insan vardır. bunlar mal-mülk ve zaferi umursamaz, bilgi edinmek için çırpınırlar; pazaryerinde ya da savaş alanında görünmezler, kendi başına bir kenara çekilen zihnin; sakin duruluğu içinde kendilerinden geçerler. bunların istemi ateş değil, ışıktır. sığındıkları liman iktidar değil, gerçektir. bunlar dünyanın kullanmadığı, bir kenarda duran bilge kişilerdir. etkin, bireysel eylem, duyguya kapılsa da, bilgi tarafından nasıl yönetilirse; aynı şekilde, mükemmel bir devlette de sanayiî güçleri üretim yapar ama, yönetici olmaz. silâhlı kuvvetler, koruyuculuk görevi görür ama, yönetici olmaz. bilgi, bilim ve felsefe güçlerinin beslenmesi, korunması gerekir. devleti bunlar yönetir. bilgi kılavuzluk etmedikçe, halk, kargaşalık içindeki istekler gibi düzensiz bir kalabalıktır; isteklerin bilgi aşığını gerektirdiği gibi, halkın da filozofların kılavuzluğuna ihtiyacı vardır. “gözü zenginlikten kamaşan tüccar başa geçti mi, ya da bir general, ordusunu askerî diktatörlük uğruna kullandı mı” yıkım başlamış olur. üreticinin yeri iktisat alanı, savaşanınkiyse savaş alanıdır. kamu yönetiminde ikisi de başarısızlığa uğrar; tecrübesiz ellerinde politika, devlet yönetimini batırır. devlet yönetimi bir bilim ve sanattır; kişi bu amaç için uzun süre hazırlanmış olmalıdır. bir ulusu yönetecek olan en uygun kişi bir filozof – kraldır ancak. “filozoflar, bu devletlerde kral olmadıkça ya da şimdi kral, önder dediklerimiz, gerçekten filozof olmadıkça, aynı insanda siyasal önderlikle bilgelik birleşmedikçe, ne devletler ne de insan soyu dertten kurtulamaz…”

    eflâtun’un düşünce yapısının temel taşı budur.

    ne yapmalı, o hâlde?

    ilk yapılacak iş, “devlet yönetiminde on yılı dolduranların hepsini, kırda yaşamaya göndermek ve çocukları ailelerinden alıp, zamanın ve ana babanın göreneklerinden koruyarak yetiştirmek.” ideal devlet’imizi, büyüklerinden aldıkları kötü örneklerle, her yönden yozlaşan gençlerin omuzları üzerine kuramayız. elimizden geldiğince, her şeyi silip, işe yeniden başlamamız gerekir. aydın bir yönetici, ülkesinin bir parçasında ya da sömürgesinde, böyle bir işe girişmemiz için yetki verebilir bize.

    ne olursa olsun, tâ baştan her çocuğa eğitimde fırsat eşitliği tanımamız gerekir; hüner ve dehâ ışığının nereden parlayacağı belli olmaz; kimseden yana çıkmadan, bunu her sınıf ve soyda aramak gerekir. yolumuzdaki ilk dönemeç; herkesin eğitimi sorunudur.

    hayatın ilk on yılı boyunca, daha çok beden eğitimine önem verilecek, her okulun bir beden eğitimi alanı, bir de oyun bahçesi bulunacaktır. bütün eğitim, oyun ve spordan ibaret olacaktır. bu ilk on yıl süresince, öyle sağlam bir beden yapısı kurulacaktır ki, ilerde hiçbir ilâç için gereksinme duyulmayacaktır. içinde, kendine hasta süsü verenlerin ve sakatların bulunduğu bir ulusu beslemeye gücümüz yetmez. ideal devlet insanın kendi bedeni içinde uyumuyle başlar.

    ancak, yalnız atletizm ve beden eğitimi de kişiyi tek yönlü yapar. “öyleyse ne yapalım? hem uysal olacak, hem de yiğit; nerede bulalım böylesini? uysallık azgınlığın tam tersidir sanırım.” şampiyonlar ve haltercilerle dolu bir ulus değildir istediğimiz. belki de müzik, sorunumuzu çözecektir! rûh, müzik yardımıyle uyum ve ritmi, hattâ doğruluğa eğilimi öğrenmiş olur. “uyumlu bir yapısı olan haksız davranabilir mi hiç? müzik eğitiminin bu denli güçlü olması bundan değil mi, glaukon? ritim ve uyumu rûhun gizli köşelerine sızdıran, hareketlerine lâtiflik veren, onu nezih yapan müzik değil midir.” müzik, insanın kişiliğine biçim verir, dolayısıyle uygun politik ve toplumsal kararların alınmasında da rol oynar.

    müzik sadece duygu ve huy inceliği getirmez, aynı zamanda sağlığı korur ve hastalığı iyi eder. ancak zihin yoluyla iyi edilebilecek hastalıklar vardır. frikyalı rahip, isterik kadınları kavalla iyi edermiş. müziğiyle coşan kadınlar, bitkin düşüp sızıncaya kadar dans ediyorlar, uyandıklarında da iyileşmiş oluyorlarmış. insan düşüncesinin bilinçdışı kaynaklarına bu yolla erişiliyor, dindiriliyor; dehânın kökleri de, işte bu davranış ve duyuşun alt katlarında bulunuyor. “hiçbir insan bilinçliyken gerçek ve vahiy gibi gelen seziye ulaşamaz. ancak zihin gücü, uyku, hastalık ya da bunaklık ile uyuştuğu zaman o duruma ulaşabilir. “bu anlamda peygamber ya da dâhiyle, cinnet getirmiş bir kişi arasında fark yoktur.”

    plâton, daha sonra çok ilginç bir konuya geçerek, “psikanalizi” sezinliyor. siyasal psikolojinin çıkmaza girmiş olmasının bir nedeni de, insanoğlunun türlü heves ve içgüdülerini yeterince incelememiş olmamızda. düşler bazı ince ve ele avuca sığmaz eğilimlere ışık tutabilir.

    “olur elbet. üstünde durmak istediğim şu: zorunlu olmayan istekler, zevkler arasında bir de bozuk diyeceğim istekler var. doğuştan herkeste bulunur sanırım bu istekler; ama kanunlar, iyi istekler geri iter bunları; insan akıl yoluyla de bunları içinden söküp atabilir ya da sayılarını, güçlerini azaltabilir. ama herkes yapamaz aynı şeyi. birçoklarında bu bozuk istekler artar da, eksilmez. biz uyurken uyanan istekler. bizi dizginleyen, yumuşatan, düşündüren tarafımız uykuya daldı mı, tıka basa yiyip içmiş hayvan silkinip kalkar ayağa, boş bulduğu meydanda at oynatmaya, dilediğini yapmaya yeltenir. nelere el atmaz o zaman, bilirsin: hiçbir utanması, ölçüsü kalmaz. anasıyla yatmayı bile geçirir içinden (oidipus kompleksi): insan, tanrı, hayvan, ne olursa olsun kirletmek ister. dökmeyeceği kan, yemeyeceği halt kalmaz. çılgınlığın, yüzsüzlüğün son kertesine varır kısacası. ama sağlığı, sağduyusu yerinde bir insan düşün. uyumadan önce aklını uyandırsın, güzel duygulara versin kendini. isteklerini ne aç bıraksın, ne de tıka basa doyursun ki, uyusunlar. ne coştursun, ne de küstürsün onları ki, aklını karıştırmasınlar. düşüncesi duyulardan sıyrılıp kendi kendini yoklasın. geçmişte, bugünde, gelecekte akıl erdiremediği şeyleri anlamaya çalışsın. öfkesini de tutmasını bilen bu adam, kimseye çatmış olmadığı için rahat yürekle uyur, içindeki bu iki yanı yatıştırdıktan sonradır ki, ferahlığa ulaşır ve işte ancak o zaman üçüncü yanını, bilgeliği bulur; ancak o zaman gerçeği en iyi görecek duruma gelir; korkunç rüyalara, kâbuslara en az sürüklenir. sözü fazla uzattım bu konuda. kısaca şunu söyleyebiliriz: hepimizin içinde korkunç, hayvanca, dizginsiz birtakım istekler vardır. aklı başında görünen sayılı insanlarda bile rastlanan bu istekler, rüyalarda yüze çıkar.”

    müzik ve ölçü rûha ve bedene incelik ve sağlık verir. ancak müzik de, atletizm gibi aşırı giderse, tehlike yaratır. sadece bir atlet kişiliğinde olmak, hemen hemen vahşî bir kişiliğe sahip olmak demektir. sırf müzisyen olmaksa, “iyi’nin ötesinde eriyip yumuşamak” demektir. ikisinin birleştirilmesi gerekir; on altı yaşından sonra kişi sadece müzikle uğraşmayı bırakmalıdır artık, bununla birlikte kamu oyunlarına katılma nasıl devam ediyorsa, koroda şarkı söylemek de ömür boyunca sürmelidir. müzik de salt müzik olmamalıdır. matematik, tarih ve bilimin bazı tatsız tuzsuz yanlarını ilginç kılmak için de kullanılmalıdır; bu güç bilimler gençlere, şiir ölçüsüne uydurularak verilebilir, kolaylaştırılabilir ve şarkıya dönüştürülerek güzelleştirilebilir pekâlâ: ancak böyle de olsa, bu bilimler, yine de karşı duran bir zihne zorlanmamalıdır; belli bir ölçü içinde serbestçilik üstün gelmelidir. “öyleyse aritmetiğe, geometriye ve dialektikten önce gelen bütün bilimlere, daha çocukken başlatmalı ve öğretim, zorla yaptırılan bir işe benzememeli… çünkü özgür insan, hiçbir şeyi köle gibi öğrenmemeli. bedene zorla yaptırılan şeyin ona bir kötülüğü olmasa bile, kafaya zorla sokulan şey akılda kalmaz. öyleyse, mutlu delikanlı, çocuklara zor kullanmayacaksın. eğitimin onlar için bir oyun olmasını sağlayacaksın. böylece, onların yaradılıştan neye elverişli olduklarını da daha iyi anlarsın.”

    böyle serbest yetişen zihinlerle, spor ve açık havada yaşamanın sağlamlaştırdığı bedenlerle ideal devletimiz, her imkân ve gelişim için elverişli, geniş, sağlam psikolojik ve fizyolojik bir temel üstüne oturtulmuş olur. ancak, aynı zamanda bir ahlâk temelinin de bulunması gerekir; topluluğun üyeleri bir beden hâline gelmelidir. birbirlerinin üyeleri olduklarını öğrenmelidirler, birbirlerine karşı bazı borçları olduğunu, tatlı davranmak zorunda olduklarını bilmelidirler. insanlar yaradılıştan her şeye el uzatan, kıskanç, kavgacı, şehvet düşkünü yaratıklar olduklarına göre, böyle davranmaları için nasıl inandırılacaklardır? polisin her an başlarına inmek üzere bekleyen sopasıyla mi? bu hem pahalıya mal olan, hem de öfke uyandıran, kaba bir yoldur. daha iyi bir yolu vardır bunun: o da topluluğun mânevî ihtiyaçlarına doğaüstü bir güç bulmaktır. yani, bir dînimiz olması gerekir.

    eflâtun’un inancına göre, bir ulus tanrı’ya inanmadıkça güçlü olamaz. insan olmayan bayağı bir kozmik kuvvet ya da ilk neden, ne umut, ne bağlılık, ne de fedakârlık aşılar; dertlinin yüreğine su serpmez, meydan savaşına hazırlanan bir rûha yiğitlik veremez. ama canlı bir tanrı bütün bu işleri yapabilir. kendi çıkarını arayan bireycinin zihnini karıştırır ya da korkutur. açgözlülüğünü dizginlemesine, tutkusunu bir dereceye kadar baskı altında tutmasına sebep olur. tanrı’ya olan bu inanca, insanın birey ölümsüzlüğüne olan inancı eklersek daha iyi olur: başka bir hayat umudu, kendi ölümümüze yılmadan göğüs germemizi ve sevdiklerimizin ölümüne katlanmamızı kolaylaştırır. inançlar kanıtlanmasa da tanrı, sevgi ve umudumuzun kişileşmiş ideali olsa da; rûh, müzik gibi, ona biçim veren gitarla birlikte ölse de, inanmanın kişiye zarar vermeyeceği apaçıktır. kendimize olsun, çocuklarımıza olsun, sonsuz iyilikleri dokunabilir.

    çocuklarımızın yalın kafalarına her şeyi anlatmaya ve doğrulamaya kalkışacak olursak, başımıza iş açarız. özellikle yirmi yaşına gelip de, gördükleri eşit eğitim yılları boyunca öğrendikleri şeyleri ilk defa incelemeye ve denemeye başladıkları zaman, oldukça güçlük çekeriz. o zaman yaman bir temizlik işi başlayacaktır. büyük bir eleme de denebilir buna. bu deneme salt bir ders sınavı değildir. hem pratik, hem de teorik olacaktır: “onları zor işlerde, acılarda, savaşlarda deneyeceğiz.” her türlü yetenek kendini gösterecek, her çeşit ahmaklık açığa çıkacaktır. bunda başarı gösteremeyenler, ulusun iktisadî işlerine bakacaklardır. işadamları, memurlar, fabrika işçileri ve çiftçiler bunlar olacaktır. bu sınav tarafsız yapılacak, kişi kayırılmayacaktır. kişinin filozof ya da çiftçi seçilmesi, tekelci fırsatçılık ya da akraba kayırma yoluyla olmayacaktır, seçim demokrasiden daha demokratik olacaktır.

    bu ilk sınavda başarı gösterenler, on yıl daha, beden, zihin ve karakter eğitimi göreceklerdir. derken daha çetin bir ikinci sınav geçireceklerdir. bu sınavda kalanlar, ikinci derecede memur ya da yüksek memur yardımcıları ve subaylar olacaklardır. bu büyük eleme işinde elenenleri, alın yazılarına katlanmaları için incelikle, patırtısız, gürültüsüz inandırmak üzere her türlü kaynağa baş vurmak gerekecektir. yoksa, birinci sınavda seçilmeyen o büyük çoğunluğun ve oldukça daha az sayıda, ama daha güçlü ve yetenekli olan ikinci elemeyi geçiren topluluğun, silâhlara sarılıp ideal devletimizi yıkıp yakmasını nasıl önleriz?

    burada din ve inanç tek kurtuluş yolumuz olacaktır. bu kişilere, içinde bulunduğumuz sınıfı belirleyen tanrı buyruğudur, kurtuluş yoktur bundan – ağlamak sızlamak boşunadır, diyeceğiz. onlara madenlerin masalını anlatacağız:

    “bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim ki, birbirinizin kardeşisiniz. ama sizi yaratan tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. onlar bunun için baş tâcı olurlar. yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. aramızda bir hamur birliği olduğuna göre, sizden doğan çocuklar da her hâlde size benzeyecektir. ama arada bir, altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu olabilir. bunun için tanrı, her şeyden önce önderlere, doğan çocuklara iyi bekçilik etmelerini, içlerine bu madenlerden hangilerinin katılmış olduğunu, dikkatle araştırmalarını buyurmuştur. kendi çocukları tunçla ya da demirle katışık doğmuşlarsa, hiç acımayıp onları hamurlarına uygun işlere koyacak, çiftçi ya da işçi yapacak. çiftçi ve işçi çocukları arasından, mayaları altın ve gümüşle katışık doğanlar olursa, onları gözetecek, kimini önderliğe, kimini bekçiliğe yükseltecek. çünkü, mayasında demir ya da tunç katışık olanların önderlik edeceği gün, şehrin yok olacağını tanrı buyurmuştur.”

    bu birbirini izleyen seçim dalgalarının üzerine çıkan mutlu azınlık ne olacak peki?

    onlar felsefe öğrenecekler. otuz yaşına gelmişlerdir; “acele etmemek gerekir, dialektiğin tadına vardılar mi bir kere, aşırı giderler, bir oyun hâline getirirler onu, birbirlerine karşı çıkarlar durmadan. birbirlerini akıl oyunlarıyle çekiştirip didiklemekten, köpek yavruları gibi zevk alırlar.” bu tat, bu felsefe başlıca iki şeyi ortaya koyar: bir; duru düşünmeyi, ki bu metafizik demektir; bir de yönetmeyi, ki bu da politika demektir. böylece, genç seçkin topluluğun, önce duru düşünmeyi öğrenmesi gerekecektir. bunun için de idea’lar (fikirler) öğretisini öğreneceklerdir.

    eflâtun’un hayâl gücü, şiiriyle güzelleşen ve anlamı zorlaşan bu ünlü idea’lar (fikirler) öğretisi, çağdaş öğrenci için çözümü çetin bir bilmece olmuştur âdeta. bir nesne idea’sı o nesnenin ait olduğu sınıfın “genel idea’sı” olabilir (ahmet, mehmet, hasan, hüseyin’in ideası insandır.) ya da o nesnenin eylem durumunda uymak zorunda kaldığı yasa ve yasalar olabilir. (ahmet ideası, bütün davranışının “doğal yasalara” indirgenmesi olabilir.) ya da o nesnenin ve sınıfın yöneleceği tam amaç ve ideal olabilir. (ahmet ideası, ideal devletteki ahmet’tir.) idea, bütün bunların hepsini, fikri, yasayı ve ideali ifâde eder. duyularımızın karşısına çıkan bu yüzeysel olaylar ve ayrıntılar ardında, duyunun algılamadığı, ama akıl ve zihin tarafından kavranan genellemeler, düzenler ve gelişim yönleri vardır. bu fikirler, yasalar ve idealler, sâyesinde kavradığımız ve düşünerek çıkardığımız, duyularca algılanan belli birtakım şeylerden daha kalıcıdır. şu daire, kalemimin hareketiyle doğuyor ve silgimin silmesiyle yok oluyor. ama daire kavramı sonsuzca kalıyor. şu ağaç ayakta duruyor, öteki devriliyor; ama hangi cisimlerin ne zaman, nasıl düşeceğini belirten yasaların başlangıcı yoktur, şu anda vardır, daima olacaktır, sonsuza kadar…

    eflâtun’a göre, tanrı ile nesnelerin yapısı ve işleyişini düzenleyen evrensel yasalar tek ve aynı gerçektir. bertrand russel için olduğu gibi, eflâtun için de matematik, felsefenin kaçınılmaz bir önezgisi ve en yüksek biçimidir. akademisinin kapısı üstüne eflâtun şu sözleri yazdırmıştı:

    “geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.”

    bu idea’lar, yani genellemeler, matematik düzenler ve idealler olmadan, dünya bize, hayata gözünü ilk açan çocuk örneği sınıflandırılmamış ve anlamsız bir duyu parçaları yığını gibi gelir. çünkü nesnelere anlam vermek onları sınıflandırarak, genelleştirerek, varlıklarının yasalarını ve eylemlerini, amaç ve hedeflerini bularak olur. idea’sız bir dünya, sınıflarına, sıralarına ve konularına göre dizilmiş kitaplar değil de, raflardan düşüp ortalığa saçılmış bir kitap yığını olurdu. bu nedenle, yüksek bir eğitimin temeli, idea’ların araştırılmasına: genellemeleri, sıra izleme yasalarını ve gelişim ideallerini bulmaya dayanacaktır. nesnelerin ötesindeki ilişkilerini, anlamlarını ve yasalarını, bunların uğrunda çalıştıkları ya da kapalı olarak ifâde ettikleri görev ve idealleri açığa çıkarmak gerekir.

    bu belirsiz idea’lar öğretisine, duyuların bu karmaşıklık içindeki anlamlı biçimlerini, nedensellik sıralarını ve ideal güçlerini algılama sanatına, bu ülkeyi insanların davranışına ve devletlerin yönetimine uygulayacak düzeye, çocukluktan gençliğe, derken otuz beş yaş olgunluğuna eriştiren uzun bir hazırlıktan sonra ulaşılır. bu kişiler, artık krallık sembolü kırmızı cüppeyi bürünmeye ve kamu hayatının en yüksek görevlerini üzerlerine almaya hazırdırlar. ve insan soyunu yönetecek, onu rahatlığa kavuşturacak ‘filozof krallar’ elbetteki bunlar olacaktır işte.

    ama ne yazık ki, henüz olamamışlardır. eğitimleri bitmemiştir. çünkü ne de olsa bu kuramsal bir eğitim olmuştur; başka bir şey daha gerektir: şimdi bu felsefe mezûnları, felsefenin yükseklerinden insanlar ve nesneler dünyasının “mağara”sına ineceklerdir. bu genelleme ve soyutlamalar, somut dünya tarafından denenmedikçe boşunadır. öğrencilerimiz hiçbir şekilde kayırılmadan bu dünyaya inecekler, işadamlarıyla, duygularının tutsağı olmayan ve eline geçirdiklerini bırakmayan bireycilerle, kol gücüne sahip ya da kurnaz kişilerle yarışacaklardır. bu mücadele pazarında hayat kitabının kendini okuyacak, dünyanın çıplak gerçekleriyle hırpalanacak, ekmeklerini alınlarının teriyle kazanacaklardır. bu son ve en çetin sınav, on beş yıl amansızca sürüp gidecektir. bazıları zora dayanamayarak, o büyük son eleme dalgası altında kalacaklardır. yara bere izi içinde ellisine ulaşmış, durulmuş, kendine güvenen, hayat tarafından amansızca törpülenerek kendini beğenmişlikten kurtulmuş; gelenek, deney, kültür ve mücadelenin el ele verip sağladığı bilgelikle donanmış bu adamlar, artık kendiliğinden devlet yöneticileri olacaklardır.

    #platon
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41432127
  • sokrates

    244.
  • devlet yönetimi öyle bir işti ki, insan aklı hiçbir zaman tam olarak buna yetmezdi; en ince zekâların engel tanımayan düşüncesini gerektirirdi. en bilge kişiler tarafından yönetilmedikçe, toplum nasıl kurtulur ya da sağlam temellere oturtulabilirdi? derken; her iki tarafın da son nefesine kadar savaştığı devrim gelip demokrasi kazanınca, sokrat’ın da alın yazısı belli oldu. kendisi ne denli barışsever olursa olsun, aynı zamanda devrim partisinin fikir önderi, nefret edilen aristokratik felsefenin kaynağı, tartışma yoluyla serseme çevirdiği gençleri baştan çıkaran kişiydi. demokratların önderi anitos ile meletos, sokrat’ın ölmesi gerektiğini, böylesinin daha iyi olacağını düşündüler. hikâyenin sonrası herkesçe bilinir: eflâtun(platon) bu yiğitçe savunmayı şiirden de güzel bir düzyazıyla kaleme almıştır. felsefenin verdiği ilk şehit, savunmasında özgür düşüncenin haklarını ve zorunluluğunu açıklıyor, devlete karşı değerine sahip çıkıyor, her zaman hor görmüş olduğu kalabalıktan acıma dilenmeye yanaşmıyordu. onu bağışlama yetkileri vardı, ama kendisi sığınmayı onuruna yediremiyordu. kudurmuş kalabalık ölümünü isterken, yargıçların onu serbest bırakmaları gerektiğine inanması, kuramlarının garip bir doğrulamasıydı. tanrılar yoktur dememiş miydi? insanlara, öğrenebildiğinden daha hızlı bir şekilde öğretmeye kalkanın sonu buydu. sokrat’ın baldıran içerek ölmesine karar verildi. dostları hapishâneye gelip onu kolayca kaçıracaklarını söylediler; sokrat ile özgürlüğü arasına giren herkese para yedirmişlerdi. ama o bunu kabul etmedi. yaşı yetmişti (m.ö. 399); artık ölmesi gerektiğini düşünmüştü belki de. daha sonraya kalsaydı, ölümü hiçbir şeye yaramayabilirdi. ağlayıp sızlayan dostlarına: “kaygılanmayın,” dedi. “gömdüğünüz sadece bedenimdir.” eflâtun(platon), bu sahneyi, dünya edebiyatının en büyük eserlerinden biri olan, “phaidon” adlı eserinde şöyle dile getirir:

    “sözünü bitirince, sokrat ayağa kalktı. yıkanmak üzere başka bir odaya geçti. kriton bize kalmamızı söyleyerek arkasından gitti. aramızda konuşulanları, konu dışına çıkmaksızın tekrar tekrar gözden geçirdik. aynı zamanda, içine düştüğümüz felâketin büyüklüğü üzerinde konuşarak onu bekledik. gerçekten de babasız kaldığımızı hissediyorduk, bundan böyle yetimler gibi yaşayacaktık! yıkandıktan sonra, yanına çocukları getirildi. onun henüz ikisi küçük, biri büyük üç çocuğu vardı. yakınlarından kadınlar da geldiler, kriton’un yanında, kendilerine öğütler vererek onlarla konuştu. sonra kadın ve çocuklara çekilip gitmelerini söyledi, kendisi de bizim yanımıza geldi. güneş batmak üzereydi. sokrat içeride çok kalmıştı. yıkanıp gelince, oturdu. bundan sonra konuşma pek kısa sürdü, çünkü onbirler’in uşağı önüne dikildi. “sokrat!” dedi, uşak: “başkalarına ettiğim sitemi, doğrusu sana edemem. ‘hâkimlerin buyruğu olan bu zehiri içeceksiniz,’ dediğim zaman, bana kızıp güceniyorlar, beni lânetliyorlar. başka başka fırsatlarda olduğu gibi onların aksine olarak, senin en yiğit, en yumuşak huylu ve şimdiye kadar buraya gelenlerin en iyisi olduğunu, buraya geleliden beri anlamakta gecikmedim. şimdi bile buna kızıp gücenmediğinden eminim. sen onları, buna sebep olanları pek iyi tanırsın; onlara kızıyorsun. şimdilik, sana ne haber vermeye geldiğimi biliyorsun; haydi, allaha ısmarladık, alın yazın neyse o olur; elinden geldiği kadar dayanıklı ol!” (döner dönmez gözlerinden acı yaşlar döküldü.) o zaman sokrat ona bakarak: “sana da allaha ısmarladık, dediğini yapacağım” dedi. sonra bizlere dönerek ilâve etti: “ne ince duygu var şu adamda! burada bulunduğum sürece beni görmeye, benimle ara sıra konuşmaya geldi. insanların en iyisiydi o; şimdi de ne kadar temiz ve açık yürekli, benim için ağlıyor! haydi bakalım, kriton; sözünü dinleyelim. ezilmişse, zehiri getirin, değilse ezin!”

    kriton ona karşılık verdi: “fakat aldanmıyorsam, sokrat; güneş henüz dağların tepesinde; daha batmadı. başkalarının da buyruktan pek çok sonra, iyice yiyip içtikten, hattâ bazılarının sevdikleriyle baş başa kaldıktan, seviştikten sonra zehiri içtiklerini biliyorum. acele etme, daha vakit var!”

    sokrat: “pek tabiî, kriton” dedi. “sözünü ettiğin adamların, senin bu dediğini yapmaları, bunu bir kazanç saymalarındandır. bana gelince, böyle bir şey yapmamam pek yerindedir. çünkü zehiri biraz daha geç içmekle, sanırım kazanacağım bir şey yok; böylece hayata bağlanmakla, artık bir şey kalmadığı hâlde onu korumak ve esirgemekle, kendi kendime gülünç olurum. artık konuştuğumuz yeter, haydi sözümü dinle, dediğimi yap!”

    bu sözler üzerine kriton yanında duran kölesine işaret etti. köle dışarı çıktı ve biraz kaldıktan sonra zehiri verecek olanla birlikte içeri girdi. zehiri bir kap içinde ezilmiş olarak getiriyordu. sokrat adamı görünce: “ee, dostum,” dedi. “sen bu işleri iyi bilirsin, söyle bakalım, ne yapmaklığım gerek?”

    zehri veren: “çok bir şey değil, yalnız içtikten sonra bacaklarında bir ağırlık duyuncaya kadar gez, sonra da uzan yat; böylelikle etkisini gösterir,” dedi ve hemen kabı uzattı. sokrat, eşsiz bir sükûnetle, titremeksizin, bet beniz atmaksızın aldı. ekhekrates, o bildiğim boğa bakışıyle adama bakarak: “ne dersin,” dedi, “bu içkinin birazını, bir tanrının üzerine dökmeme izin var mı, yok mu?”

    zehri veren: “sokrat,” dedi. “biz ondan ancak bir içimlik eziyoruz.”

    sokrat da: “anlıyorum,” diye karşılık verdi. “hiç değilse, bu dünyadan ötekine göçerken bunu kolaylaştırmaları için, tanrılara yalvarılır, yalvarmak bir görev bile. benim de onlardan istediğim bu. dileğimi yerine getirirler mi? benim duam işte: tanrı kabul etsin:” bunları söyler söylemez durmadan, irkilmeden, tiksinmeden dibine kadar içti.

    o ana kadar ağlamamak için elimizden geleni yapmıştık. ama içtiğini, içip bitirdiğini görünce kendimizi tutamadık. ben de dayanamadım, gözyaşlarım seller gibi boşanıverdi. yüzüm örtülü, iki büklüm, kendim için (muhakkak onun için değildi,) evet, böyle bir arkadaştan mahrum olan kendim için, kendi felâketim için ağlıyordum. hattâ benden çok önce, kriton da gözyaşlarını tutamaz bir hâlde kendini dışarı dar atmıştı. hiç durmadan ağlayan apollodoras’a gelince, o da acısından, öfkesinden bağırıp çağırmaya başladı. bunlar sokrat’tan başka, orada bulunanların hepsinin yüreğini parçaladı. o zaman sokrat bağırarak: “ne yapıyorsunuz, dostlar?” dedi, “amma tuhafsınız, kadınları yollayışım en çok bunun içindi, onların bu gibi ölçüsüzlüklerini önlemek içindi. çünkü ölürken uğurlu sözlerle ölmek gerektiği öğretilmiştir. sakin olunuz, metin olunuz.” bu sitemleri işiterek, utancımızdan kızardık ve ağlamamak için kendimizi zor tuttuk.

    ona gelince: biraz dolaştıktan sonra bacaklarının ağırlaştığını söyledi. adamın ona salık verdiği gibi, arkası üstü uzanıp yattı. aynı zamanda zehri vermiş olan adam, eliyle ayaklarına ve bacaklarına dokunarak ara sıra onları yokluyordu. sonra ayağını kuvvetlice sıkarak, bir şey duyup duymadığını sordu ona. sokrat: “hayır,” dedi; bundan sonra adam, bacaklarının aşağısını sıktı ve ellerini daha yukarıya götürerek, vücudun soğuyup katılaştığını bize de gösterdi. ona tekrar dokunarak, soğukluk kalbe gelince, sokrat’ın öleceğini söyledi. karnının altı aşağı yukarı çoktan soğumuştu bile. sokrat örttüğü yüzünü açtığı vakit şu son sözlerini söyledi:

    “asklepios’a bir horoz adadık, onu yerine getir, unutma!”

    kriton: “peki, olur,” dedi, “ama bize başka bir diyeceğin yok mu?” bu soruya artık karşılık vermedi. biraz sonra bir kıpırdanma ve silkinme oldu. adam onun örtüsünü açtı: gözleri dikilmişti. bunu görünce, kriton ağzını ve gözlerini kapadı.

    işte, ekhekrates dostumuz, diyebiliriz ki zamanımızda, bizim tanıdığımız insanların arasında, en bilgini ve en doğrusu olan bu adam böyle öldü.

    #sokrates
    #felsefe
  • şikayet et
  • 41432065
  • Gündemdeki Haberler
    güncel Önemli Başlıklar