akıl

arapça 'akl' (köstek demektir) eskiden hem felsefe dilinde, hem günlük dilde kullanılırdı; günlük dildeki kapsam kaymaları ise, bir felsefe termini olan 'akl'ı sık sık güç durumda bırakırdı, hala da bırakmaktadır, eğer 'akıl' insanı hayvandan ayırt eden öznitelik ise, biz nasıl olup da bir insana akılsız diyebiliriz? nasıl olur da akıllı olduğumuzu söyleyebiliriz? bence en iyisi, 'us'u felsefe termini olarak ayırıp, 'akıl'ı dildeki bütün deyimleriyle kullanmayı sürdürmektir. çünkü 'akıl' ile yapılmış öylesine çok deyim var ki, onların hiç birinden vazgeçemeyiz, dahası onların hiçbirini us ile yeniden söyleyemeyiz. örneğin akıllı yerine uslu demek, birtakım anlaşmazlıklara yol açacaktır.

akıl, felsefe ile günlük dilin birbirine karışması yüzünden başımıza bir yığın iş açmıştır. öyle ki, paylaşılamıyor ve biz bu gürültü içinde kimin akıllı, kimin akılsız olduğunu anlayamıyoruz. burada kurcalanacak ilk sorun ise, aklın bize verilmiş mi, yoksa bizim onu elde etmiş mi olduğumuz sorunudur. iki durumda da kişi, başlangıçta akılsız olduğunu onaylamak zorundadır. ilkinde bilmediğimiz bir şeyi, bilmediğimiz bir yerden ediniyoruz; ikincisinde ise bilmediğimiz bir şeyi bilmeyerek (rastlantı) ele geçiriyoruz. bu mantık gereğince, akıllı olanın, akılsız döneminden akıllılık dönemine geçiş çizgisini saptamasını bekleyeceğiz ki, konu açıklığa kavuşsun. dahası var, bu geçiş sırasında kişi, daha akılsahibi olmadığı için, akıllı olduğunun bilincine varamayacağından, akıllı olmak, ister istemez akılsız olmayı gerektirir. demek akıllı olmak, akılsız olmakla özdeştir. başka türlü söylemek gerekirse, henüz akılsız bir akılla, aklımızın aklını araştırmaya kalkmak bize küşümlü davranmayı zorunlu kılar. iyi ki böyledir, çünkü aklın özniteliklerinden biri küşümdür, demek aklı yavaş yavaş edinmeye başlayan, gitgide artan bir hızla aklından kuşkulanacaktır. bir tözü, kendi ile açıklamaya kalkmanın yarattığı bir çelişkidir bu. akıl kendini yadsır.
akıl daha bilim adamlarının eline geçmedi, geçseydi önce hızını ölçerlerdi, bir saniyede kaç metre gidiyor... burada 'bilim adamları' derken fizikçileri söylemek istiyorum elbet; yoksa 'akıl'ın ruhbilimciler elinde bulunduğunu bilmiyor değilim. ama konu buraya geldiğinde büsbütün karmaşıklaşıyor: akıl dediğimizin yeri nerede? bunu deşmeye kalktığımızda, hastalarla ve hastalıklarla karşı karşıya geliyoruz. çünkü beynimiz, bilincin bütün katlarını taşıyor. bu katların içinde hangisini saygıdeğer sayacağız? çalışıyorum, çabalıyorum, aklı ne yanından alsam bir çıkış yolu bulamıyorum, umut kırıklığına düşüyorum. çünkü ruh hekimleri, normal dediğimiz aklı da hasta sayıyorlar. ben aklımdan vazgeçtim.

gerçekte insanlık, aklı bütün tarih boyunca yüceltmiş değildir. şimdi anlıyoruz ki, bizimkinden çok daha düzenli olan ilkel toplumda iletişim ortak bilinç-dışına dayanmakla mutluluğu yaratıyordu. ortaçağın sonlarından aydınlanma çağına dek, akıl anlıktan (intellect) daha aşağı bir sırada idi. immanuel kant ise onu, bir kavramlar yetisi olarak değil, yüksek bir bilgi yetisi olarak değerlendirdi. akla tapma çok kısa sürmüştür. bugünse o, kurnazlık ile bir tutulacak denli düşkünlüğe uğramıştır. parayı bulan "bende akıl var" diyor, patron olan "akıllıyım da ondan" diyor, politikaya atılan "akıllıyım, kazanırım" diyor. hocam, bu işlerin akılla ne ilişkisi var!