bugün

mandalina

Kışı hatırlatan meyve.

Balkonda yedi-sekiz tane kavun duruyor birkaç gündür, yan yana dizili. Onlara baktıkça mevsimin yaz olduğunu hatırlıyor, sıcağı hissediyor ve seviniyordum. Bugün mutfak masasında mandalinalar gördüm. Kavun ve mandalina. Demek istedikleri “Sonbahar geldi.” olsa gerek. Mevsim yaz değilmiş. Bir yaz daha geçmiş, oysa daha dün başlamış gibiydi.
Mandalinaları görünce bir ürperti hissetim. Belki de üşüme. “ü” ile başlayan bir histi muhakkak, fakat hangisiydi tam olarak ayırt edemedim.
Bir yaz daha geçmiş.
Bu satırları mandalina kokan parmaklarımla yazıyorum, kışı hatırlayan parmaklarla. Ömrümdeki on sekizinci yazı da yaşamışım ve bitmiş, üstelik ben farkında olmadan. Belki de artık bütün yazlarımı tükettim.
Yazlarımın su gibi akıp geçtiğini fark etmem, beni kim olduğumu düşünmeye sevk etti. Düşündüm ben de, en eskiden, en masum olduğum zamanlardan başlayarak. “Şimdiki ben”e ulaşana kadar “ben” kirlendi ve kirlendi. Hatalarım, yanlış tercihlerim, bazı şeylere yenik düşmem hepsi kronolojik bir sırayla, hani bilirsiniz ya,“bir film şeridi gibi” gözlerimin önünden geçti. Bütün gerçekler, yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıklar ve hatalar ve güzellikler ve çirkinlikler… Araya insanlar karıştı, sevdiğim ya da sevmediğim. Araya kokular karıştı çok özlediğim ve az özlediğim; ortamlar karıştı, şeyler karıştı ve yine dönüp dolaşıp mandalinalara vardım.
Bir yaz daha geçmiş.
Uzun zamandır hayalim olan tek şey, buralardan kaçıp gitmek ve herkesten uzak bir hayat yaşamaktı. Bu hayal dört sayfalık bir yazıyla dahi tanımlanabilir, detaylandırılabilir. Fakat ben hep kısa, öz ve sade şeylerin peşinde oldum. Bu yüzdendi geçen gün okuduğum bir kitapta hayalimi karşılayabilecek tek bir kelimeyle karşılaştığımda sevinçten deliye dönmem: uzlet.
Uzlet: toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama –imiş-. Daha ne derin anlamlar çıkarılabilirdi bu güzel kelimeden. Öyle neşelendim bir anda, çünkü artık Bana en büyük hayalimi sorduklarında uzun uzun anlatmayacaktım, “uzlet” diyecektim neşeyle ve geçecektim. Anlamını bilmiyorlarsa ararlardı, sözlükler ne güne duruyordu!
Geçmişimden sonra bunu da düşündüm. Peki kaçıp gitsem ne olacaktı? Giderken sevdiğim ve sevmediğim, görmek için can attığım ve görmemek için köşe bucak kendisinden kaçtığım, beni seven ya da sevmeyen insanların hepsini arkamda bıraksam da; hatalarımı, geçmişimi ve anılarımı peşimde sürükleyecektim. Ben giderken, onlar yanımda taşıdığım hayalî bir valizin içinde benimle gelecekti. Onlardan kurtulamazdım. Havaalanında x-ray cihazından geçirmeme gerek olacak mıydı bu valizi? Geçirsem, “üzgünüz sevgili Halikarnas pidecisi, fakat böyle bir geçmişle uçağa binmeniz mümkün değil, ağır gelir.” Derler miydi bilmiyorum. Derlerse gidemezdim, uçaksız zor olurdu. Zaten çok sevdiğim uçaktan ve yükseklerden ve gökyüzünden, bulutların hizasından alıkoymasınlardı beni.
Bir gün yaşamakta olduğum şu günler de, bu mandalinalı gün de benim için geçmiş olacak ve ben geçmişime hiç olmazsa bir tutam güzel, temiz, hatasız gün serpiştirmeliyim. Ki tuzu olsun, biberi olsun bu tatsız tuzsuz geçmişin.
Şairler, iyi ki varlar. Şiirin insana kendisini daha az yalnız hissettirdiğinden bahseden bir adam vardı, ne de haklıymış. Edip Cansever’in Phoenix şiirinin son iki mısrasını ödünç alıyorum.
Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
Yeniden doğmak için çıkardığım yangından

Mandalinadan buraya nasıl da bağladım ama, meziyet resmen. Okumayan arkadaşlara teşekkürler.