bugün

geleneksel

yazarlarımız, düşünürlerimiz arasında "eskinin hakkını yememek" biçiminde görünen yeni bir "hakseverlik" akımı öylesine tutundu ki, tanzimat yeni mi çıktı diyeceği geliyor insanın. okumuş yazmışlarımızın içinde, medeni nikahla imam nikahını bir arada kıydıranlar az olmasa gerektir; belediye nikahına ellerinde kur'an'la giden gelinler varmış; ingiliz futbolunu eyüp sultan'la anlaştırmaya bakıyoruz; şubattan çıkıp marta gireceğimize, eski şubata giriyoruz; piyano dersi aldırdığımız kızımıza evde arapça kur'an okutuyoruz; mehter takımı tarihsel bir anı olmaktan çıktı; yarın, bir yeniçeri ortası kuralım diye bir öneri atılsa, gün geçmeden sokaklarımızı askeri müzeye çeviririz.

benzeri bir düşünüşle değil midir, kimimizin örnek diye japonya'yı göstermemiz? ne imiş, japonlar batı'nın tekniğini almışlar, ama yine de kendi uygarlıklarına bağlı kalmışlar... batı'nın tekniği ile uygarlığı birbirinden ayrı şeyler değildir. ziya gökalp'in, "yerli öz, batılı biçim" önerisi, kolay kolay uygulanamaz, nitekim, uygulanamamıştır. özün biçimi, biçimin de özü getirdiği bir gerçekse, yerli öz kendi biçimini arar, batılı biçim ise kendi özünü getirir, ister istemez. bütün iş uygarlığımızı seçmekte, seçtiğimiz uygarlık içinde taklitçi değil, yaratıcı olmaktadır. ama, o aşamada öz ile biçim karşıtlığı ortadan kalkar, bunlar uyumlu birer öğe olarak görünürler. "yunan mucizesi" denilen olayın, özgün bir bireşim olmadığı anlaşılmıştır bugün. onda yakın doğunun, persin, arabın, akdeniz çevresinin buluşları birbirine kaynaşmıştır.