ermeni sorunu

--spoiler--
ermeni sorunu"nun (gözden kaçan) psikolojik boyutu

doç. dr. erol göka
giriş

şüphesiz bir halkın adını “sorun” kelimesiyle bir arada anmanın o halk için incitici bir yanı vardır. ancak burada asla böyle bir amacımız yok. tam tersine, ermeni kanaat önderlerinin ve son zamanlarda da bizzat ermenistan devletinin talepleri üzerine dünya siyasetinin gündemine sokulan “sorun”u tanımlayabilmek ve dün “tarihsel bir olgu” iken bugün yeniden biçimlendirilerek “sorun” halini almış durumun çözümünü amaçlayan bir ortam oluşturabilmek için “ermeni sorunu” adını kullanmayı seçiyoruz.

kaldı ki, nesnelliğin oldukça zor olduğu böyle toplumsal-politik konularda bakışımızı belirleyen şöyle bir “önyargı”mız da var: bugün türkiye cumhuriyeti’nin sınırlarını oluşturan ve önceden osmanlı i̇mparatorluğu sınırlarında olup da bugün türkiye cumhuriyeti’ne komşu olan coğrafyada müslüman ve diğer dinlerden halklar arasındaki ilişkilerde esas olan tarihsel gerçek, çatışma değil uzlaşma halidir. günümüzde türk-ermeni ya da türk-ortodoks (özellikle rum) ilişkilerinde yaşanan sorunların çözümü de yeni baştan bu uzlaşma halinin tesis edilebilmesine bağlıdır.

tarihsel-toplumsal ve politik olguların nasıl ele alınacakları beşeri bilimlerde bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalara rağmen hala sorunludur. “politik psikoloji”, “halklar psikolojisi”, “uluslar arası ilişkiler psikolojisi” gibi isimler altında incelenen ve bizim bu yazıyı yazma sırasında içinde olduğumuz alan ise tamamen karışıktır ve henüz akademik konumlanışı konusunda bile bir anlaşma sağlanabilmiş değildir. akademideki genel eğilim, sorunu sosyal psikolojinin içinde ele almaktadır ve sosyal psikolojide grup-içi ve gruplar arası ilişkiler konusunda üretilmiş oldukça değerli teorik ve ampirik bilgi birikimi vardır. ancak tarihsel-toplumsal ve politik olgular, politikayla, diplomasiyle ve daha da önemlisi gerek grup davranışındaki gerek liderlik tarzındaki psikopatolojiyle çok yakından ilgilidir ve bu yüzden politika ve diplomasi konusunda bilgili ve deneyimli kimi psikanalistler de bu konularda fikirler öne sürmektedirler. son zamanlarda grup psikoterapisinden ve “küçük grup” incelemelerinden elde edilen bilgilerle “büyük grup” davranışına ve gruplar arası ilişkilere yönelik bir bakış açısı oluşturma çabaları görülmektedir.

biz bu yazıda ermeni ve türk halkları arasındaki gerçek ya da icat edilmiş çatışmanın çözümünü dileyen bir “önyargı”yla ve iki halk arasında yeniden kardeşlik duygularını tesis edebilmek amacıyla, psikodinamik yaklaşım ve grup psikoterapisi deneyimiyle, “ermeni sorunu”nun gözden kaçan psikolojik boyutuna ışık düşürmeye çalışacağız.

“ermeni sorunu”

osmanlı i̇mparatorluğu’nun son dönemlerinde ve özellikle i̇ttihad ve terakki’nin hükümet olduğu birinci dünya savaşı’nın başlangıç yıllarında ermeni halkıyla müslüman halklar arasında yaşanan çatışma ve gerilimlerden oluşan tarihsel olaylarla birlikte başlayan birçok tartışma ve sorun günümüze kadar taşınarak gelmiştir. geçmişte “mezalim”, “mukatele”, “kıyım”, “kırım” gibi adlarla anılan olayların hemen ertesinden itibaren “ermeni sorunu” uluslararası alana hem politik hem hukuksal olarak yansımıştır. “holocaust”un diye adlandırılan binlerce yahudi’nin nazi almanyası tarafından tarih sahnesinden bilinçli bir politik planla silinmeye çalışılma girişiminin ardından, i̇kinci dünya savaşı sonrası uluslararası hukukta “soykırım” kavramına yer verilmesi ve soykırım mağdurlarının birçok hak ve tazminat elde etmeleri “ermeni sorunu”na da çok farklı bir boyut kazandırmıştır. ermeni tezleri, tarihte ilk soykırıma uğrayan topluluğun kendileri olduğunu, hitler’in soykırımı türklerden öğrendiği iddiaları üzerine yükselmeye başlamıştır. onlara göre, her ne kadar i̇ttihad ve terakki hükümeti tarafından ruslarla işbirliği ve ihanet içinde oldukları gerekçesiyle yapıldığı ileri sürülse de ermeniler “tek tip bir türk ulusu yaratma projesi”nin sonucu olarak bilinçli bir soykırıma tabii tutulmuşlar ve bir buçuk milyon ermeni bu bilinçli planlı girişimlerin sonucu yok edilmişlerdir. osmanlı döneminde başlayan türk etnisitesine dayalı ulus-devlet kurma planı, cumhuriyetin kurucu elitlerince de sürdürülmüştür.

türk tarafı ise olaylara tamamen farklı bakmaktadır. bugüne kadar türk tarafı, “o zamanlar nasıl olsa türkiye cumhuriyeti kurulmamıştı ve o dönemde yapılanlar bizi bağlamaz” gibi tarihsel mirası reddeden bir tutum içine girmemişler, böyle bir tutumun önünde sonunda türkiye cumhuriyeti’ne de zarar vereceği sezgisiyle hareket etmiş ve tarihsel gerçekleri sahiplenme ve savunma temelinde bir tutum geliştirmiştir. ki ermeni tezlerinden cesaret alarak kurtuluş savaşı yıllarındaki ve sonrasındaki birçok olayı “rum soykırımı”, “süryani soykırımı” gibi adlandırma çabaları, türk tarafının reddi miras halinde başına gelecekleri doğru sezdiğini göstermektedir. türk tarafı, ortada bilinçli bir siyasetin sonucu olan “soykırım” gibi bir tutumun olmadığını, savaşın kaotik ortamında, ermenilerin düşman saflarında ve devlet güçlerine karşı silahlı mücadeleye girişmesi üzerine iki halk arasında adeta “iç savaş” benzeri bir tablo ortaya çıktığını, olayları önlemekte güçlük çeken ve yeni bir ermeni ihanetinden çekinen zamanın hükümetinin de “tehcir” politikası uygulayarak önlem aldığını öne sürmektedir. tehcir öncesinde osmanlı i̇mparatorluğu sınırları içinde yaşayan ermenilerin sayısı, bunların ne kadarının tehcire tabi tutuldukları ve tehcir sırasında neler olduğu tarihsel belgelerle sabittir ve ermeni tarafının ileri sürdüğü bir buçuk milyon rakamı insaf sınırlarının çok ötesindedir; kaldı ki tehcir sırasındaki ölümlerin çok az bir kısmı göç eden ermenilere yapılan bilinçsiz ve ihanete uğradığı için öfkeli halk kitlelerinin saldırısı neticesidir. bilinçli bir soykırım tezi, tarihsel gerçeklerle tümüyle çeliştiği gibi, etnisiteye ve “ötekilerin temizlenmesi”ne dayalı bir ulusal proje iddiası türkiye cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de taban tabana zıttır. zaten ermeni olaylarını gerekçe göstererek ve bazı yöneticileri sorumlu tutarak, olayların hemen ertesinde malta’da yapılan yargılamalardan türk tarafı aleyhine bir sonuç çıkmamıştır.

konuyu bilimsel olarak ele almaya çalışan tarihçiler arasında zaman zaman kabaran tartışmalar da, bir sonuca ulaşmadan bugüne kadar sürmüş ve daha uzun yıllar sürecek gibi görünmektedir. hukuki planda “soykırım” kavramının ancak bu kavramın uluslar arası hukukta kabul edilmesinden sonra söz konusu olabileceğine ilişkin yeni tezin güçlenmeye ve bazı parlamentolarda kabul edilmeye başlanması, sorunu çok farklı bir boyuta doğru götürecek gibidir.

tarih devam etmektedir ve birinci dünya savaşı’nda bu yana birçok yeni durum ortaya çıkmıştır. ortaya çıkan durumların başında ise göç eden ermenilerin dünyanın birçok yerine ve özellikle fransa’ya, kaliforniya’ya ve kanada’ya göç ederek ve oralarda kendi aralarında örgütlenerek bir diaspora oluşturmaları gelmektedir. ki böyle güçlü bir diasporanın ortaya çıkışının kendisi bile, bir kısım göçün de şimdiki ermenistan topraklarına olduğu gerçeği de hesaba katıldığında, tehcirin ermenileri yok etmek değil, korumak için yapıldığını ve başarılı olduğunu savunan türk tezinin adeta kanıtı gibidir. diaspora ermenilerinden bir kısmının kini dinmemiş, bunlardan bazıları önce i̇ttihad ve terakki ileri gelenlerini, daha sonra türkiye cumhuriyeti’nin yurtdışındaki görevlilerini öldürmek amacıyla terör örgütleri kurma yoluma gitmişler ve kendilerince başarıyla sonuçlanan birçok suikast eylemi yapmışlardır. ermeni terörünün ortaya çıkması, ikinci tarihsel gerçekliktir. birçok masum türk diplomatını ve sivili öldüren canice girişimlerinden sonra, 20.ci yüzyılın son 10 yılında ermeni örgütleri terör faaliyetlerinin bir sonuç vermemesi üzerine bir eylem yap(a)mamışlardır.

bugün her nedense “soykırım” iddialarının gölgesinde unutulmaya ve insanlığın belleğinden silinmeye yüz tutmuş terör dışındaki diaspora faaliyetleri ise, 1970’lerden itibaren özellikle batılı devletlerin parlamentolarında “ermeni soykırımı”nın tanınmasına odaklanmış; bu amaçla doğrudan lobi faaliyetlerinden, başta sinema olmak üzere sanat etkinliklerine kadar birçok yolda çaba gösterilmiştir.

bu arada tarih sahnesinde birinci dünya savaşı’nın ardından sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği ve bu sistemin çökmesiyle bağımsız devletler topluluğu içinde yer alan bir ermenistan devleti vardır. bağımsızlığın kazanılmasıyla birlikte ayrı bir siyasi güç olarak sesini duyurma, etkinliğini artırma gayreti içine giren ve bu amaçla diaspora ile işbirliğine girişen ermenistan, hem türkiye hem de azerbaycan ile komşudur ve bağımsızlığın hemen ertesinde azerbaycan ile savaşa tutuşmuş ve bu ülke topraklarının önemli bir bölümünü işgal etmiştir.

ermenistan’la ilgili olarak dikkat çeken bir nokta da sosyalizm sonrasında yeni bir ekonomik ve toplumsal yapı inşa etmeye çalışan birçok ülkede olduğu gibi burada da sosyoekonomik yönden bir yoksulluk yaşanmasıdır ama farklı olarak ermenistan bunlar arasında en çok göç veren ülkedir. hani neredeyse olumsuz ekonomik koşullar, ermenileri yeni bir “tehcir”le karşı karşıya getirmektedir. ermenistan’ın bu zor koşullarını başta azerbaycan ve gürcistan olmak üzere birçok komşusuyla olan çatışma ve gerginlikler artırmakta; özellikle ermeni milliyetçisi yöneticiler, bu zorluklardan bir çıkış yolu olarak, bölgedeki kaygan zeminin çelişkilerinden ve tarihsel olumsuz duygulardan yararlanmayı, diaspora faaliyetlerinden medet ummayı seçmektedirler. bölge ülkeleriyle dostluk ve işbirliği içinde bir kalkınma gibi alternatif barışçı yollar henüz ermenistan’ın milliyetçi yöneticilerinin görüş alanlarında yer almamaktadır.

1970’lerden beri çeşitli ülke parlamentolarında kah gündeme gelip çekilen, kah kabul edilen, kah belirsiz bir zamana ertelenerek bekletilen “ermeni soykırımı yasa tasarıları” 2000 yılıyla birlikte birçok ülkede birden hızla gündeme gelmiş ve birer birer onay almaya başlamıştır. elbette bu durumdan önce diaspora ermenilerinin türkiye cumhuriyeti’nin karşı-propaganda çalışmalarını yüzlerce kat aşan bir maddi ve örgütsel çabayla, kitaplar, bültenler, toplantılar, sanatsal etkinlikler ve lobi faaliyetleriyle konuyu batılı kamuoyunun gündemine taşıma gayretleri olmuştur ama son yıllarda sorunun çok belirgin bir ivme kazanmış olduğu da açıktır. doğal olarak her kabul edilen yasa tasarısıyla birlikte o ülkeyle türkiye cumhuriyeti’nin arasında bir gerilim yaşanmaktadır ve aslında her iki taraf için de bir sonuç alınması mümkün olmayan bu tür gerilimler, birer komşu ülke olan türkiye-ermenistan ilişkilerini patlatacak olan dinamitler olarak uluslar arası arenadaki yerlerini almaktadırlar. parlamentolarda tasarıların yasallaşmasının ardından sonra gelecek adımların ermenilerin tazminat ve toprak talebi olacağı şeklindeki iddialar da göz önünde tutulduğunda, iki komşu ülkeyi ve halkı nasıl bir tehlike beklediği daha açıkça görülecektir. son yıllarda türk tarafının ermenilerin soykırım iddialarına karşı, alışıldık sessizliğini bozmaya başladığı; arşivlere ve tarihsel belgelere dayanarak kendi tezini her alanda kanıtlamaya çalıştığı konusunda gözle görülür bir çaba vardır.

elbette “ermeni sorunu”nun ve “soykırım” iddialarının giderek artan bir ivmeyle böylesine yoğunlaşması, yalnızca ermenilerin çabasıyla açıklanamaz. bu durumu açıklama çabaları arasında dünyadaki güç mücadelesinin belirlediği konjonktüre işaret edenler, oldukça çarpıcıdır. “diaspora’nın oldukça önemli bir politik güç olduğu ülkelerdeki oy toplamaya yönelik pragmatik tutumlar”, “kafkasya’nın dünya güç mücadeleleri bakımından taşıdığı jeo-stratejik ve zengin petrol ve doğal gaz yatakları açısından taşıdığı jeo-ekonomik önem” gibi konjonktürü temel alan açıklamalar, “soykırım” iddiaları için en azından ermenilerin çabası kadar soruna ışık tutan bir değere sahiptir.

“ermeni sorunu”nun büyümesinde psikolojik etkenin rolü

“ermeni sorunu”nun ve onun temelini oluşturan soykırım iddialarının katlanarak büyümesinde ve bir çözümsüzlüğe doğru sürüklenmesinde, bugüne kadar gözlerden kaçan bir de psikolojik boyut vardır. psikolojik boyut, iki biçimde kendisini göstermektedir ki, bunlardan birincisi şimdi “soykırım” iddiaları için çok uygun bir psikolojik atmosferin bulunmasıdır. bu psikolojik atmosferin ana çerçevesini, almanlar tarafından yahudilere uygulanan “soykırım” (the holocaust) oluşturmaktadır. “yahudi soykırımı” çerçevesinde, i̇kinci dünya savaşı’nın ardından, bazı sosyologların “insan hakları çağı” diye adlandırdığı bir hukuksal anlayış ve ona bağlı adeta mağduriyete yüksek prim veren, mağdur rolüne teşvik edici yeni bir ideolojik ve psikolojik atmosfer ortaya çıkmıştır.

şüphesiz insanlığın daha adaletli bir dünya arayışında holocaust’un lanetlenmesi, çok önemli bir adımdır ama bu adımın bazı psikolojik yan etkiler yapmış olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. bu psikolojik yan etkilerin başında, “yahudi soykırımı”yla birlikte, başta alman toplumu olmak üzere, tüm batılı hıristiyan bilincin nesiller boyu sürecek ciddi bir suçluluk duygusuyla kaplanmış olması gelmektedir. hıristiyan bilinç, zaten hazreti i̇sa’yı yahudilerin elinden kurtaramamak, engizisyon vahşeti ve tarihin en kanlı mezhep kavgaları nedeniyle suçluluğa çok yatkındır; leitmotifi “sevgi dini” olarak sunulan bu din inananlarını idealler ve gerçekler arasındaki müthiş uçurum hep bir gerginlik içinde bırakmıştır. hıristiyan bilincin suçluluk duygusu, holocaust’a karşı yapılmış binlerce yayın, film vs. ile giderek kabarmıştır; ve bu olaylarla hiçbir ilişkisi olmayan nesillerin vicdanları, altından nasıl kalkacaklarını bilemedikleri bir suçluluk duygusuyla dolmaya devam etmektedir.

holocaust’un lanetlenmesinin ve “i̇nsan hakları ideolojisi”nin bir diğer psikolojik yan etkisi, mağduriyetin sürekli olumlanmasının sonucu olarak, mağdurmuş gibi yapılmasından doğrudan avantaj sağlanılacak bir “mağduriyet psikolojisi”nin yaratılmasıdır. “mağduriyet”, uluslararası kamuoyu nezdinde olumlu bir olgu haline gelince, bazılarının da kendilerini bu elverişli psikolojik ortamdan yararlanmak için mağdurmuş gibi göstermeye çalışmaları gündeme gelmiştir. suçlulukla dolu hıristiyan bilinç, kendi içlerinden bir mağdur bulup çıkarabilirse, tarihin bu ağır vebalinden kurtulma şansını yakalayabilir.

ruh sağlığıyla ilgili olanlar, mağduriyet psikolojisini çok yakından tanırlar. batılı ülkelerin mahkemeleri, bireysel olarak “travma”ya uğradıklarını ve bu yüzden ruh sağlıklarının bozulduğunu bildiren ve mütecavizin cezalandırılmasını talep eden davalarla doludur. i̇şin ilginç yanı, mütecavizlikle suçlananlar da mağduriyetin kredisinden yararlanmak için aslında kendilerinin mağdur oldukları iddiasıyla örgütlenmekte oluşlarıdır.

mağduriyetin avantajından yararlanmaya kalkışanların olması, “travma”nın iyi ya da karşı-çıkılmaması gereken bir şey olduğu anlamına gelmez. mağduriyetin önlenmesi ve mütecavizin cezalandırılması gerektiği açıktır; aksi halde dünya “gücü gücüne yetene” ilkesinin geçerli olduğu bir vahşet arenasına döner. ama aynı şekilde “sahte-mağduriyet” (pseudo-victimisation) durumlarını açığa çıkarıp önleyecek, tıpkı futboldaki gibi ceza sahası içinde kendini sahte bir biçimde, penaltı yaptırmak amacıyla yere atan futbolcuları cezalandıran kart sisteminin bir benzerinin uluslar arası hukuka eklenmesi gerekmektedir. aksi halde bir süre sonra, önce münferit devlet parlamentoları, daha sonra uluslararası mahkemeler tıpkı batılı ülke mahkemeleri gibi “soykırım” davalarıyla dolup taşacak, konunun popüler ifadeyle adeta “yalama” halini almasıyla, gerçek “soykırım” mağdurları bu kez gerçekten bir kez daha mağdur olacaktır. daha düne kadar düşünülemeyen konuların bile, norman g. finkelstein’ “soykırım endüstrisi: yahudi acılarının i̇stismarı”” kitabında olduğu gibi artık dile getirilmeye başlanması, yahudilerin aleyhine işleyecek bu yeni sürecin ciddi ipuçlarını vermektedir.

mağduriyetten mazuriyete

ermeni yasa tasarılarının neden şimdi gündeme geldiğinin açıklanmasında batılı-hırıstiyan bilincin suçluluk duygusunun ve mağduriyet psikolojisinin payı büyüktür. ama burada sorulması gereken bir soru daha vardır?

“2. dünya savaşı sonrası bir mağduriyet psikolojisi atmosferi egemen olmuştur evet bu doğru ama mağdurun kim olduğuna kim(ler) karar verecektir?” i̇şte asıl acıklı manzara, bu soruya verilen cevapla birlikte ortaya çıkmaktadır. dilediğini “mağduriyetin avantajı”ndan yararlandıranlar ve mağduriyet psikolojisinin gerçek anlamda arkasına saklananlar, dünyadaki gücü elinde tutanlardır ve onlar, her iki dünya savaşından ve milyonlarca insanın ölümünden gerçekten sorumlu olanlardır. herkes mağdur olduğunu ileri sürebilir; zengin ülkelerin parlamentoları ve kamuoyları gerçek mağdurun saptanması ve desteklenmesi dileğiyle vicdanlarının seslerini dinlemeye çalışabilirler ama bu arada asıl yaptıkları, kendi suçlu bilinçlerini temize çıkarmaktır. daha doğrusu kendi suçlu bilinçlerini temize çıkarmaya yaradığı için, bu mağduriyet oyununu böylesine istekle oynamaktadırlar.

i̇şte o yüzden 1. dünya savaşı’nın çıkmasından hiç sorumlu olmadıkları halde, bugün kendilerini sahnede bulunlar, bu savaşın en çok acı çekmiş iki halkı, türkler ve ermenilerdir. onların birbirlerine düşmesine asıl sebep olanlar, şimdi hakim cüppelerini giymişler, sözüm ona ellerini yıkamışlardır. kimse “i̇ki büyük dünya savaşı neden oldu?”, “dünyadaki güç mücadelesi ne demektir?” gibi emperyalist emelleri ve tutumları ortaya çıkaran sorular sormamakta, bunun yerine herkes, “türkler mi yoksa ermeniler mi daha suçlu?” diye gerçek suçluyu (?) aramaktadırlar.

mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl düzenek, iki dünya savaşının sorumlularının “mazuriyet psikolojisi”dir. “hitler, soykırımı türklerden öğrendi” şeklindeki, son zamanlarda propagandanın ana tematiği olan ermeni tezinde, bu çocukça düzenek kendini iyice açığa vurmaktadır. tıpkı kabahat işleyen bir çocuğun, “ama ali de öyle yapmıştı” diyerek eylemini meşru göstermeye çalışması gibi, tüm batılı-hıristiyan bilinç de “aslında biz böyle şeyler yapmayız ama türklerden öğrendik” gibi çocukça bir düzeneğe sarılmakta, böyle komik ve çocuksu bir yolla günahlarından arınmayı ummaktadırlar.

bu çocuksu düzeneğin uluslar arası hukukta bir yer bulabilmesi halinde, tarih her suç için kendinden önce bir fail bulunacak kadar zengin olduğundan, böyle bir durumdan asıl zararı görecek olanlar gerçek travma mağdurlarıdır. oysa i̇srail devleti ve aydınları, “ermeni soykırımı” iddialarını dünya kamuoyunun soykırım açısından bilinçlenmesi projesinin bir parçası olarak bu sonuçları pek düşünmeden desteklemişlerdir.

“hitler’in ilk suçlu olmadığı” şeklindeki ermeni tezinin asıl tamamlayıcısı, bazı ermeni tezi destekçilerinin (bak. julia pascal’ın guardian’daki 27 ocak 2001 tarihinde yayınlanan yazısı) batılı kamuoyunda ermenilere sempati oluşturmak amacıyla yaydıkları “hırıstiyanlığı resmen kabul eden ilk devlet, ermenilerdir” tezidir. vatikan ve ortodoks temsilcisinin girişimleri de göz önünde tutulduğunda, batılı-hıristiyan bilincin ermenilere tutunarak nasıl günahtan arınmaya çalıştıkları daha iyi anlaşılacaktır.

diaspora ermenilerinin kimlik krizi

“holocaust”un ardından ortaya çıkan “ermeni soykırım”ı iddialarına zemin hazırlayan psikolojik boyutun, hıristiyan bilincin suçluluğu başkasının üzerine atmak için fırsat bulması dışındaki ikinci unsuru, doğrudan doğruya ermeni diasporasının psikolojisiyle ilgili olanıdır.

bugün dünya üzerinde yaşayan ermeni halkı, üç temel kategoriye ayrılmış durumdadır. birincisi ermenistan devletinde ve kısmen de rusya federasyonu sınırları içinde yaşayanlar; ikincisi türkiye cumhuriyeti vatandaşı olan ermeniler ve son olarak diaspora ermenileri... bunların her birinin toplumsal psikolojisi farklıdır ve bize göre, türk düşmanlığını ve bunun bir devamı olarak “soykırım” tezini en çok körükleyenler diaspora ermenileridir. çünkü onlar, çok ciddi kimlik krizi içindedirler ve krizin telafisi için türk düşmanlığından ve mağduriyet psikolojisinden başka yolları yoktur.

fransa’da ve kaliforniya’da yaşayan, ebeveyni türkiye’den göç etmiş bir diaspora ermenisinin ruhsal durumunu hayal etmeye çalışın; onun nasıl bir “ben duygusu”na (self-feeling) ya da “ego-kimliği”ne (ego-identity) sahip olabileceğini düşünün. kimliğinin oluşturucu unsurları olarak zihinsel aygıtındaki malzeme şunlardır.

i-bir fransız ya da amerikan vatandaşıdır ama bir yandan da kendisini doğulu bir topluluk olan hayk kavminden saymayı sürdürmektedir.

ii-katolik ya da protestan olmadıysa ortodokstur (gregoryen olan ermeniler, genel olarak diğer monofizitler gibi doğu ortodoks kiliseleri içinde gösterilmelerine rağmen bağımsız ve özerk bir kiliseye sahiptirler. gregoryen ermeni kilisesi millidir ve kendilerine özgü ruhani başkanları ve örgütlenmeleri vardır; bu yüzden de tarih boyunca diğer kiliselerle ciddi çatışmalar yaşamışlardır ve batı hıristiyanlarının misyonerlik faaliyetleri önceleri diğer doğu kiliseleri gibi ermenileri de hedef almıştır.) ama büyük olasılıkla özel bir dinsel eğitim aldığı ermeni kilise’sinden yoksundur.

iii- ermeni olduğu söylenmektedir ama büyük olasılıkla evde konuşulanlar dışında ermenice öğrenebileceği bir eğitim olanağından yoksundur.

iv- türkiye’de ermenilerin yaşadığını, onların ermeni kimliği açısından kendilerinden nispeten daha iyi olanaklara sahip olduklarını bilmektedir.

(fransa ve türkiye’de yaşayan ermeni nüfus ve sahip oldukları dinsel ve eğitsel olanaklar kabaca karşılaştırıldığında bile ne demek istediğimiz hemen anlaşılacaktır.)

v- ermenistan diye bir ülke olduğunu bilmektedir ama sosyo-ekonomik bakımdan çok iyi durumda olmayan bu ülkeye ve bu ülkeden daha iyi durumda olmasına rağmen türkiye’ye asla gidip yerleşmeyeceğini de çok iyi bilmektedir.

vi- ermeni tarihiyle ilgili olarak en iyi bildiği tek şey, türklerin kendilerine neler yaptıklarıdır. ortak belleklerinin ve kimliklerinin inşasında temel olabilecek bir “zafer nişanesi”, travmanın anıları dışında başkaca temel bir özellik yoktur.

herkes kolayca kabul eder ki, “ermeni karşıtlığı” türklerin toplumsal psikolojilerinde çok önemli bir yer tutmamaktadır. türkler, kimlik inşası için zaferle dolu ortak bir belleğe sahiptirler. gerçi osmanlı i̇mparatorluğu’nun çökmesiyle büyük bir yıkım ve hüsran duygusu yaşamışlardır ama sonuçta yine de bu yıkımın ardından bile kurtuluş savaşı ve türkiye cumhuriyeti gibi iki muzaffer olgu yaratabilmişler ve iyiliklerle donattıkları mustafa kemal atatürk gibi bir ulusal kahraman çıkarabilmişlerdir.

şimdi türklerin ulusal kimlik kurma açısından şanslarıyla yukarıda bir kimlik duygusu için muhtemel kurucu unsurlarını sıraladığımız diaspora ermenilerinin konumlarını bir karşılaştıralım. göreceğimiz şudur: diaspora ermenileri için, yaşadıkları zengin batı ülkesinin kimliğine sarılmak dışında, bir ulusal kimlik şansı hiç yoktur ama grup (cemaat) kimlikleri açısından türk düşmanlığı ve intikam duyguları kurucu bir işleve sahip olabilir. grup kimliğine sahip olmanın ve mağduriyet psikolojisinin (hele hele hıristiyan bir mağdur olmanın) avantajlarını türk düşmanlığı sayesinde yaşayabilirler. bir diaspora ermenisi’nin etnik grup (cemaat) kimliği geliştirebilmek için ebeveyninden devraldığı ve diğer ermeni evleriyle kendi evlerinde ortak olan tek miras, türk düşmanlığıdır. üstelik hayatlarında hiç türkiye’yi ve hatta bir türkü görmemiş olan ikinci nesil ve sonraki ermeni nesilleri için her şey hayali olduğundan, türk düşmanlığının boyutlarını hayali biçimde artırarak böyle bir kimlik inşası kolayca gerçekleştirilecektir. i̇lkel bir psikolojik düzenek olan yansıtmalı özdeşim (projective identification) bu kimlik inşasında çok önemli bir yere sahiptir. türk düşmanlığı onların sağlıklı bir bireysel kimliğin üzerine kurabilecekleri ulusal kimlikten çok daha önce, erken çocukluk yıllarında bireysel kimliklerinin yapı taşı olmaktadır; üstelik tüm olumsuzlukların boca edildiği bir rezervuar işlevi gören yapı taşı... öyle ki böyle hayali bir kimlik uğruna, yeni nesil ermeniler, artık “türklerin tuvalet taşlarını bile ermeni mezarlarından yaptıkları” şeklindeki dehşetengiz yalanlara inanabilmekte (bak. julia pascal’ın guardian’daki andığımız yazısı) hayatlarında en çok yapmak istedikleri şeyin “bir türkün yüzüne tükürmek” olduğunu söyleyebilmektedirler.

bu yüzden diaspora ermenilerini tanıma imkanı bulmuş olanlar, nasıl olup da türk düşmanlığının her yeni nesille birlikte böylesine artmış olduğunu gördüklerinde hayretlerini gizleyemezler. gerçekten acıya tanık olan ilk nesil ermeniler böyle öfkeli değillerdir oysa. hatta ölene kadar hep bir kulakları türkiye’de olmuş, sanki hiç ayrılmamışlar gibi türkçe radyo dinlemişler, türk televizyonlarını izlemişlerdir. ortak birçok güzel anılar olan türk komşularını, birlikte geçirdikleri güzel günleri özledikleri olmuştur. çünkü onların bireysel kimliklerinde, hala türkiye’de yaşayanlarla ortak bir üst-kimliğe sahip olmanın etkisi vardır. bu üst-kimliği ve yaşadıkları toprakları hep özlemişler; özledikçe öfkelenmişlerdir şüphesiz ama artık bu topraklara geri dönmeyecekleri için, çocukları geleceklerini bu geldikleri ülkede kursunlar diye, geçmişin olumlu yanlarını örtbas etmişler, göçün tüm sorumluluğunu türklerin üstüne yıkmışlardır. diaspora ermenilerinden çok daha güç koşullarda yaşayan ve geçmişin yaralarını, yeniden bir birlik ruhu oluşturarak sarmaya çalışan türk nesillerinin kaderine düşense hiç tanımadıkları bu insanların kin ve nefretidir.

şüphesiz her ulusun hem olumlu hem olumsuz birçok özelliği vardır. ama tarihin çok uzun yıları boyunca hep kardeşlik içinde yaşamış olan türkleri ve ermenileri, hep birbirlerinin olumsuz özelliklerini göstererek yeniden karşılıklı olarak birbirlerine kırdırmaya çalışanlar, bu olumsuz özelliklerinden vazgeçmelidirler.

ya da türkler ve ermeniler, onları birbirlerine kırdırmaya kalkanları görüp akıllarını başlarına almalıdırlar.

ermeni araştırmaları, sayı 1, mart
--spoiler--