bugün

entry'ler (62)

türk erkeğinin öküz olduğu gerçeği

Erkeklerin üzülmesine gerek olmayan gerçektir. Nitekim bu mantığa göre tüm dünya hayvanat bahçesidir. italyanlar cici aslanlardır. Lakin öküz kafes görmez en azından.

sultan galiyev

Yüzyıllarca süren Çarlık yönetiminden ötürü aralarında bir güvensizlik oluşan bu iki toplum yine birarada yaşamak zorundaydı. Devrime kadar geçen süre içersinde radikal bir milliyetçi olarak tanınan bir öğretmenin çocuğu olan Galiyev bir Volga Tatarıydı. Fakat Bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra Müslümanların tekrar sömürülmemesi adına bu grupla olumlu ilişkilerin kurulması gerektiğinde ve Bolşeviklerini vizyonunda Türk unsurların önemini arttıracak görevlerin meşruluğunu yaratmaya çalışacaktı. Daha sonrada bahsedeceğimiz
bu görevler Galiyev’e göre Müslümanları Bolşevikler açısından vazgeçilmez kılacak ve özgürlük talepleri daha iyi dillendirelecekti. Bennigsen’e göre Galiyev için Marksizim yalnızca Tatar halkını yükseltebilecek devrimci teknik formüllerin bir cephaneliğinden ibaretti. Diğer bir deyişle Marksizm Bolşevikler de olduğu gibi bir amaç değil; bir yöntem teşkil edecekti.

Başlangıçta tüm bu güvensizliklerden ötürü Tatarlar ne Bolşevik partiye ne de ona bağlı olan gruplara üye olurlar. Fakat ateşli kimliğiyle ön plana çıkmış Molla Nur Vahitov önderliğinde Müslüman Sosyalist Komitesi halinde birleşirler. bu komitenin Ekim Devrimi’ne olan katkısı ciddi bir şekilde gerçekleşmemiştir. Diğer yandan Sultan Galiyev Bolşeviklerle ittifakı amaç edinmesinden ötürü Tatar gruplar tarafından dışlanmıştır. Buna rağmen, Bolşeviklerin destek alabileceği tek müslüman örgüt MSK idi. Dolayısıyla komitenin romantik ve milliyetçi kalıntıları pek fazla eleştirilmeden rasyonel çıkarların egemenliğinde bir ilişki gerçekleşecekti. Fakat bu ilişki sonucunda Ekim Devrimi sırasında Müslüman gruplardan yeterli destek alınamadığından ötürü Ruslar Kazan kent ve taşra Sovyetlerindeki tüm kilit görevleri ele geçirirler. Kazan Cumhuriyeti’nin halk komiserleri konseyinin 11 üyesinden 10’u Rustu. Yalnızca bir tek üyesi Tatardı: Galiyev. Kazan’daki Rus hakimiyeti tüm Ortaasya sovyetlerinde geçerli olacaktı. Dolayısıyla Müslüman unsurlar devrimle gelen değişimi algılayamıyorlardı. Çünkü sömürü kalmıştı, değişen sadece sömürendi. Açık hale gelen “emperyalist şovenizm” milliyetçi tepkiyi doğurdu ve sonucunda Türkistan’da Basmacılar isyanı ve Kafkasya’da Çeçen ayaklanmaların ortaya çıkmasına el vermiş oldu.

1917 Ekim’inde Sultan Galiyev, Molla Nur Vahitov ve Galimcan ibrahimov başta olmak üzere birçok Tatar, Rus Komünist Partisi’ne katıldılar. Devrim’in herhangi bir değişiklik getirdiğine inançları olamayan Türk toplumu tarafından, bu yoldaş tatarlar alay konusu haline gelir. Özellikle Rus Komünist Partisi’ne katılan bu grubun milliyetçi duygularındaki ikilemi tespit ettiklerini sanan Tatar ulusal kuruluşları Bolşevik tatar diye kime denir? Dendiğinde “Savaşta kaybettiği kafanın yerine bir Rus kafası yerleştirilmiş kimseye” diye cevaplarken, Galiyev’in cevabı onun tüm realistliğini içinde barındıracaktı: “Ben Bolşvizme halkımın kalbimde derin bir yeri olan büyük sevgisinin itmesiyle geldim”. Bu fikir ilerki zamanlarda yıllarca sürecek azabı doğurmasına rağmen, Galiyev hayatı boyunca milliyetçilik ve Bolşevizmi tek bir koltukta taşıyacaktı.

1918 yılında Ekim devrimiyle gelmiş otorite yeniden sarsılmaya başlamıştı. Yabancı desteklerle kurulmuş Beyaz Ordu, içinde menşevik, anayasal demokrat ve kral yanlılarını barındırmaktaydı. Dolayısıyla Çar ile Bolşevik arasındaki ayrımı yapamayan Müslüman gruplar için siyasi arenada yeni bir opsiyon doğuyordu. Fakat her şeye rağmen bu topluluklar kendilerini herhangi bir gruba ait göremiyorlardı. Bolşevikler mülkiyet düşmanıydılar, Beyazlar ise “tek Rusya” söylemini iyiden iyiye sahiplenmişlerdi. Oysa diğer yanda her şeye rağmen Lenin’in Nisan Tezleri onlara özgürlük vaadediyordu. Diğer bir deyişle askeri strateji konusunda oldukça üstün olan Beyaz Ordu politikada çuvallıyordu. Beyazların, içinde bulunduğu coğrafyanın parçalı taleplerini kapsayacak herhangi bir çıkarımları yoktu. Hatta buna uğraşmamışlardı. Kökeni burjavizi olan Müslüman gruplar dahi bu çalkantı da ikiye bölündüler. Fakat Kızılları destekleyenler çoğunluktaydı. Diğer yandan Gürcü menşevikleri ile ittifak arayan liberal müslümanlar son derece çaresizdir. Ve son olarak Cedidizmin etkisi dışında kalan ve ekonomileri toprağa bağlı olan unsurlar ise Kızıl ve Beyaz ordu’ya karşı nefret büyütmüşlerdir. 1919 yılında ise Beyaz Ordu’nun güçlü kumandanı Denikin’in bozguna uğramasıyla savaş büyük ölçüde şekillenir.

Doğu Rusya’da Volga ve Ural bölgelerinde iç savaş on aydan uzun sürer. Beyazların, Çekoslavakların sonra da Kolçak kuvvetleri ve Kızılların saldırıları ve karşı saldırılar, aralıksız birbirini izliyor ve tatar-Başkır devletinin kurulması belirsiz bir tarihe erteleniyordu. “Savaş komünizmi” denilen bu süre boyunca batıdaki devrimin başarısına duyulan inanç hala derindi ve bolşevik parti yöneticileri Almanya ve Macaristan’da komünizmin zaferinin kısa sürede gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Bununla birlikte, sanki zorlanmış ve mecbur kalmış gibi dolaylı bir biçimde de olsa Doğu ile ilgilenmeye başladılar. Nitekim sömürge ve yarı-sömürge halklarına özgürlüklerine kavuşabilmeleri için başkaldırı çağrıları yaparken kapitalist devletleri güçsüzleştirmeyi düşünüyorlar ve Asya halklarının ulusal devriminin ancak Batı proleteryasının yönetimi altında başarıya ulaşabileceğini belirtmeye özen gösteriyorlardı. onlara göre komünist devrim yalnız Avrupalılara özgü bir işti.

Her şeye rağmen tüm bu zıt fikirler bir ayrılağa yol açmadı. iç savaş sırasında Kızıl ordu’nun müşkiliyetinin farkında olan Galiyev, müslüman toplumlarla Bolşevizm arasındaki ittifakı kurmak adına var gücüyle çalışıyordu. Ve 1919 yılında Doğu cephesindeki iç savaş, milliyetçi Kolçak birliklerinin Kızıllara geçmesiyle birlikte bolşevikler lehine gelişmeye başlar. Lakin müslümanların Beyaz ordu’yu direk olarak karşılarına almasının sonuçları çok ağır olur. 1917 Ekim’inden beri kurulmuş tüm Müslüman örgüt ve komiserlikler Beyazların hışmına uğrar. Aslında bu sonuç Kızıllar için olumludur. Çünkü böylece hem Beyazların gücü sarsılmıştır hem de ittifak kurmak zorunda oldukları, fakat ideolojik açıdan kendinden çok farklı bir unsurun tüm yapıları yok olmuştur. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Moskova yöneticileri, Müslüman müttefikleri karşısında kendilerini daha özgür hissederler.

1919 mart’ında ise Rus Komünist Partisi 8. Kongresi tüm ulusal komünist örgütleri kapatma kararı aldığında yeni bir yıkımla karşılaşılır. Bu karardan sonra Müslüman Örgütleri Merkez Bürosu ‘nun yerini Doğu halkları Komünist örgütleri Merkez bürosu alır. Müslüman ve müslüman olmayan uluslar ayrıştırılmaya başlar. Böylece islam’ı hatırlatan her şeyden uzaklaşılmış ve Sultan galiyev öğretisi daha tartışmalı hale gelmiştir.

Bu kararın üzerine Sultan Galiyev , Moskova yöneticilerine devrimleri yayma politkasında ciddi eleştiriler yönelten iki makale yayımladı. Bu eleştirilerin özünde devrim açısından hor görülen Doğu’nun sahibiyetinde bulunan hammadde kaynaklarının aslında Batı proleteryası açısından ne denli hayati bir mana taşıdığının üstünde duruluyordu. Galiyev’e göre buralardaki sömürü , Batı proleteryasının kapitilist sisteme olan bağlılığını perçinliyordu. Çünkü onların geçimini sağlayan bu sömürü, Batı’da proleterya ile burjuva arasında müttefiklik bağı kuruyordu. Dogmatik olarak marx’ın öğretisine bu politikada bağlı olan Moskova ise insanın gelişimini temel alarak, komünizme Batı’nın daha yakın olduğuna dair bir inanç besliyordu.

Bu tartışma ise ikinci Doğu Halkları Komünist Örgütler Kongresi’nde iyiden iyiye alevlenecektir. Özellikle , Kızıl ordu’nun Bakü’ye girmesi Galiyev’in doğu politikasında iran ve Türkiye’nin yerini önemli hale getirmiştir. Batı için hayati anlam taşıyan bu coğrafyalarda Komünist örgütlerin egemenliklerini yayması halinde büyük bir zafer kazanılabilirdi. Fakat tüm tartışmaların sonunda Moskova öğretileri hakim oldu. Nihayetinde herkes Batı’daki proleterya devriminin sömürge devrimine mutlak önderliğini belirtti ve “Doğu’nun selameti Batı proleteryasının zaferindedir” özünde çıkan ortak kanı ile Müslümanların bölgede bulunan potansiyel gücü bastırılmış oldu. Aslında bu bir tesadüften öte otonomi kavgasıydı. Moskova Galiyev’in öğretisini kabul ettiği takdirde islam ve Müslüman topluluklar önemli bir unsur haline gelmekle kalmayacak, eline bir gücü de geçirmiş olacaktı. Salt Komünist angajmanla bu coğrafyalarda egemen hale gelemeyeciğinin farkında olan Moskova için islam önemli bir anahtar haline gelecek ve bu anahtarı elinde bulunduran Müslüman toplum da özellikle yöneten sınıf içersinde yükselebilecekti. Bu vakanın gerçekleşme olasılığı her iki taraf içinde biliniyordu aslında. Ve bu nedenle Moskova’nın devrimi yayma politikasındaki batı tercihi biraz da iç politikadaki bu zorunluluktan kaynaklanıyordu. Devrimin yönünün Batı olması müslümanları coğrafyada edilgen kılmıştı. Ayrıca, beyaz ordu tehditinin de yok olmasıyla birlikte Müslümanlar, Moskova’dan koparabileceği herhangi bir taviz kalmamıştı.

Mevcut dönemdeki anti-emperyalist açılımlar salt komünizm başlığı altında gerçekleşmiyordu. Özellikle Türkiye’de Sovyetler devrimci maceralara girmektense “tarafsız bujuva” rejimlerini yeğlediklerini açıkça hissetirdiler.

Galiyev ve Müslümanlar her ne kadar ikinci Doğu Halkları Komünist Örgütler Kongresi’nden mağlup ayrılsa da bireysel anlamda Galiyev hala adından söz edilen biriydi. 1921 eylül’ünden beri Tatar Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini, 1922 Haziranın’dan itibaren de Moskova’daki Halk komiserleri konseyi nezdinde Tatar grubunun başkanlığını yürütüyordu. Dolayısıyla Sultan Galiyev Sovyet hükümeti nezdinde Tataristan’ın resmi temsilcisiydi. Diğer yandan Galiyev, Endonezyalı Tan Mala, Japon Sen Katayama, Çinli Liu Şao-Çi, Vietnamlı Ho Şi Minh gibi gözde yöneticiler haline gelen şahısları çıkartan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin önde gelen profesörlerinden biriydi.

Galiyevcilik artık Tatar Komünist Partisi’nde egemen olan bir ideolojiydi. Fakat, genel anlamda Sovyet coğrafyasında sıkışık bir pozisyonu vardı. Devrimin Batı’dan doğacağına olan inanç Müslüman toplumları, Sovyet toplumunda herhangi bir uyruk yapıyordu. Lakin, Sovyetlrin bu tavrı, Galiyevcileri iyiden iyiye ulusalcılığa kaydırmıştı. Rusya coğrafyasındaki ilk türk hareketlerden birisi olan Cedidizm ile Galiyevcilik artık kolkolaydı. Diğer yandan bu tepkinin doğmasına neden olan bir unsur da Moskova’nın müslüman kültür için izlediği asimlasyon politikasıydı. Özellikle, Moskova’nın uyruklarının alfabelerini Latinleştirme amacı, yine Tatar muhalefetiyle karşılacaktı. Çünkü, dinleriyle iç iç girmiş milliyetçiliklerinden ötürü alfabeleri arapçaydı. Ve bu mücadele 1930 yılında Sovyet baskısıyla çözümlenecek, Latin alfabe Tatarlara kabul ettirilecekti.

Sultan Galiyev’in siyasi yöntemini büyük ölçüde değiştiren Rus Komünist Partisi’nin 10. kongresi olmuştur. Parti içi muhalefeti mahkum eden bu kongre kararı sonrasında, Galiyev’in 1918-23 arasında Moskova’ya yöneltttiği eleştiriler yasal olmaktan çıkıyordu. Lenin’in hasta olmasından ötürü gerek iç gerekse dış politikada daha fazla söz sahibi olan Stalin bu kongreye kadar Galiyev ile tavır açısından çok da kutuplaşmamışlardı. Fakat kongrenin sonuç bildirgesinde Panislamizm ve Pantürkizmin suçlu ilan edilmesi, Galiyev’in de artık gizli çalışmalar içine yönelmesine yol açtı.

Galiyev’e göre Müslüman toplumun iki devrime ihtiyacı vardı. Bunlardan bir tanesi “yerel sömürücüler” in (burjuvalar, feodaller ve dinci akım) yol açtığı toplumsal geri kalmışlıktı. Diğeri ve ona göre en önemlisi ulusal bağımsızlıktı. Fakat toplumun bu iki devrimi birden gerçekleştirmesinin imkansızlığından ötürü sınıfsal mücadeleden ziyade ulusal bağımsızlığın gaye edinilmesi gerekiyordu. Diğer yandan Moskova’dan Tatar yöneticilere gelen talepler, onların yerel proleteryaya dayanması yönündeydi. Fakat , bu bir gerçekten ziyade parodiden ibaretti. Tatar proleteryası diye herhangi bir nüfustan bahsetmek, yöneticiler açısından imkansızdı. Moskova, Avrupa’nın yüzyıllarca süren ilerleme adımlarını unutarak, Müslümanlardan bu döngüyü bir kertede tamamlamalarını istiyordu.

1923 yılına gelindiğinde Galiyev’in teorisinde bir değişiklik olacaktı ki bu da onu iyiden iyiye rejim düşmanı kılacaktı. Çünkü, zaten o güne kadar Marx’ın öğretisine uymayan deyişleri bu süreçte ayyuka çıkacaktı. Artık ona göre sömürge halklarının esas düşmani emperyalist güçlerin burjuvazileri değil; bütünüyle sanayi toplumlarıydı. Gerek nüfus çoğunluğuna rağmen devrimden uzak ingiliz proleteryası, gerekse Ekim devrimiyle iktidara gelmiş Rus proleteryasının Müslümanlara karşı takındığı otokrat tavır, onu bu düşünceye itmişti. Bu nedenle klasik Marksist “kapitalist-sömürülen” antitezinin yerine “sanayici-az gelişmiş” tezini kavramsallaştıracaktır.

Ayrıca, Müslümanları, Sovyet coğrafyasında yöneten pozisyonuna getirmek amacıyla onları değişik bir yöntemle proleterya kılmayı amaçlıyordu. Sınıfsal sıfatları ne olursa olsun, sömürü altında yaşayan ulusunda tek bir sınıfın hakimiyeti söz konusuydu. Müslüman burjuva da, tarımla uğraşanı gibi sömürülüyordu. Dolayısıyla Moskova’nın şikayet ettiği gibi herhangi bir sınıfsal farklılık yoktu. Bu düşünceyle birlikte sömürü, tüm sınıfların duruşunu sergilemek açısından temel soruyu cevaplandırıyordu. Eğer Rus proleteryası yönetime egemen ise, o yönetim Müslüman toplumlara karşı zulümkar ve iktidarı paylaşmaktan uzak ise bu coğrafyada tek proleter sınıf Müslümanlardır. Kısacası bu görüş, sınıfsal niteleme sürecinde hangi işin yapıldığından ziyade sömürülüp sömürülmediği ile ilgileniyordu.

Sovyet coğrafyasında odak haline gelmiş sorun salt Müslüman toplum değildi. Tüm Rus olmayan unsurlar aynı sancıların eşiğindeydi. Fakat bulunduğu coğrafya açısından dış dünya ile daha iyi irtibat gücüne sahip olan Türkistan, Sovyet gücü açısından daha önemliydi. Galiyev’e göre Müslüman toplum, coğrafyası itibariyle devrimin en iyi iletkeniydi. Fakat diğer yandan, Ukraynalılar ve Gürcülerden daha kolay bağımsızlığa erişebilecek bir toprak parçasıydı. Sovyetlerin merkezi coğrafyalarından ziyade hududundaydılar. Ve bu özellik Stalin, Galiyev mücadelesi arttıkça öngörülen opsiyonlardan biri olacaktı.

1921 ocağında kurulan Türkistan Sosyalistler örgütü (ERK) bu opsiyon dahilinde kurulmuş bir örgüttü. Kuruluş toplantısına Sultan Galiyev’in katılıp katılmadığı bir muammaydı. Fakat bu örgütün duruşu ve tavrı ciddi ölçüde Galiyevcilikten etkilenmişti. Bir Turan Devleti’inin kurulmasını amaçlayan örgüt, Komünist yapılanmadan aldıkları tecrübeyle , yayılacaklardır. Lakin bu örgütün izleri 1936 yılında son bulur. Her ne kadar, Galiyev özellikle 1920’den itibaren karşı devrimci olarak suçlansa da bu Stalin’in daha sonra klasik hale gelecek politikalarından biriydi. Galiyev karşı devrimci bir örgütten ziyade hoşnutsuzluklar cephesi olarak tabir edileceğimiz bir oluşum amacındaydı.

1923 nisanına kadar yükselen bu mücadele 12. Rus Komünist parti kongresi sonunda Galiyev’in tutklanmasıyla son buldu. Fakat partiye zamanında yaptığı hizmetlerden ötürü hatalarını düzelteceğini söyledi ve salıverildi. Parti üyeliğinden çıkarılmıştı ve eski yoldaşları onunla bir daha ilişki kurmamak adına Merkez Komite tarafından uyarılmıştı. Galiyev’in ikinci tutuklanışı olan 1928 yılına kadar olan süreci için bilgi edinmek oldukça zordur. Fakat salınmasından sonra artık onu bir komünist olarak nitelemek oldukça zordur. Gerek örgütsel gerekse teoride olan faaliyetlerine baktığımızda Doğu-Batı arasında varolan uzlaşmazlığı kabullendiğini ve Sovyet ile Çarlık arasında herhangi bir fark olmadığı yönünde bir tavır sergilemişti. Ona göre sınıf çatışmasını ele alan herhangi bir ilerleme imkansız ve samimi değildi, tüm az gelişmiş toplumların sömürge enternasyoneli başlığında toplanması çözümü getirebilirdi. Bu enternasyonel, bağımsız Türkistan’ın anahtarı da olacaktı ki bu bakış açısı ERK’te de bulunmaktaydı. Fakat, Mustafa kemal ile garip bir tesadüf müdür bilinmez, ERK’e göre iktidara gelindikten sonra egemen olması gereken kültür Rus değil; Avrupa kültürü olacaktı.

Sultan Galiyev 1928 yılında ikinci kez tutuklandı ve 1929 yılında yargılandı. Bundan sonrası rivayetlere dayanırken, akla en uygun son 1941 yılında Galiyev’in kurşuna dizildiğidir. ikinci tutuklanışından itibaren artan Stalin faşizanlığı her farklılığı olduğu gibi Galiyevci teoriyi de yok etti. Diğer yandan 2. Dünya Savaşı’ı sırasında artan Rus ırkçılığı ve komünist sömürgeciliğe yapıştırılan “iyi” sıfatı diğer ulusları da Ruslara bağlamış oldu.

ismet inönü

DP'lilerin "millete ekmek yerine süpürge tohumu yedirdiniz" şeklindeki muhalefetine Kore Savaşı'ndan dem vurarak "En azından onları yetim, dul bırakmadık" diyerek ayar veren liderdir.Bu ayarmatör özelliğini sanırım Mustafa Kemal'e borçludur.

behice boran

tarihsel materyalizm konusunda su götürmez bir şekilde bilgili ve sadık ilk kadın parti başkanı,sosyologtur.Esas amacı akedemisyen olarak hizmet edip,yaşamını sürdürmektir.Fakat 1950 yılında içeri atılması ve orada geçirdiği süreç içersinde çocuğunu doğurması gibi dramatik olaylar onun kendisini TiP'in üst düzey yöneticileri arasında bulmasına yol açmıştır.

ideolojik açıdan baktığımızda Türkiye'deki marksist literatüre oldukça geniş bir perspektif sağlamış aydındır.Temel argumanı ülkelerin birbirleri arasında kıyas edilerek o sistemin orda var burda yok denmesine karşıdır.Azgelişmişlerin biz kapitalist olamadık ondan kaybediyoruz nidalarına sert bir çıkış yapar ve Türkiye üzerinden giderek aslında kapitalizmin Türkiye'de var olduğunu fakat Avrupa ile kıyaslanmaması gerektiğini çünkü ondan farklarını içeren bir çeşit varyantı olduğunu iddia eder.Dolayısıyla Yöncüleri ve MDD'cilerin aşamalı devrimine karşı koyuşun ilk adımını atar.

Diğer yandan TÜrk burjuvazisinin doğuşunu 19. yüzyıl olarak niteler.Cumhuriyet, devletçilik politikaları döneminde dahi bu kesmin desteklendiğini,2.Dünya Savaşı süresinde ise karaborsa ile güçlendiğini ifade eder.Tüm bunların yanında Türk burjuvazisinin komprodor olduğunu dolayısıyla emperyalizmin sadece dış değil bu burjuva yoluyla aynı zamanda iç bir etken olduğunu belirtir.Dolayısıyla bu noktadan emperyalizm ile mücadelenin ayrılmaz bir bütün olduğunu,mücadelenin olabilmesi için sosyalizmden başka hiçbir yol olmadığını ifade eder ki bu da aşamalı devrime muhalefetin diğer ayağıdır.

Aybar ile ayrıldığı iki nokta vardır.Bunlardan ilki bürokrasi konusundadır.Doğan Avcıoğlu onu ilerlemeci olduğunu,Aybar gerici olduğunu ifade eder.Fakat Boran'a göre bürokrasi bir tabaka olduğu için net bir tavırda olamaz.Şartlar gereği ilerici veyahut gerici olabilir.

Diğer ayırt edici nokta ise daha derindir.Aybar'ın althusserci bir yaklaşımla üst yapının şartlar gereği alt yapıyı etkileyebileceğine olan görüşünden doğan "Hürriyetçi Sosyalizm" kavramı,ona ters gelir.Çünkü Boran tarihsel materyalizme son derece sadık bir kadındır.

Kişisel görüşümce Türk burjuvazisinin sanayi konusunda yetersizliğini kabul edip,devrimin motoru olarak işçi sınıfını görmesi bir çelişkidir.Diğeri ise sömürünün ve sınıflar arası farkın Türkiye'de daha keskin olduğunu ifade etmesidir ki doğrudur.Fakat sınıflararası mücadelenin bu ülkede oldukça yoğun olduğunu ifade etmesi şaşırtıcıdır.Sanırım onun bu fikri inatçı yapısından kaynaklanır.Çünkü bu yoğun sömürüye rağmen mücadelenin o denli yoğun olmadığını kabul etseydi,Aybar'ın Hürriyetçi Sosyalizmine katılmak durumunda kalır ve tarihsel materyalizme hainlik etmiş olurdu.

fevzi çakmak

1948 yılında millet partisini kurmuş kurtuluş kahramanıdır. bu hareket günümüzdeki MHP'nin tohumu olarak kabul edilir.

bülent ecevit

Tıpkı ismet inönü gibi şansız saydığım siyasetçidir. 1978'de neoliberalizm salgına yakalanmasından ötürü iktidar gücü namüsait şartlarda eline geçmiştir. Ben olsam onu 1970'de iktidar yapardım dediğim ve Bağlantısızların lideri olarak görmek istediğim adam gibi adamdr.

ortanın solu

Adnan Menderes'in CHP'ye nazaran iki parmak daha soldayız deyişiyle ortaya çıkan, ilk olarak ismet inönü'nün ağzından dökülen ama bir kuramcı olarak sadece Bülent Ecevit'in arkasında durduğu siyasi söylem.
(bkz: sol kemalizm)

milliyetçi hareket partisi

Tutturduğu siyasi söylemin artık yememesinden ve kendini bir türlü yenileyememesinden ötürü önümüzdeki seçimlerde kıç zoruyla mecliste kalacağını düşündüğüm partidir.

demokrasi

fetişizmiyle birlikte siyaseti öldüren yegane şey.

mehmet ali aybar

1962 ile 1969 yıllarında Türkiye işçi Partisi başkanlığı yapmış sosyalistlerdendir. Oldukça idealist olduğunu söylemek herhalde zor olmaz. Onun bu yönü ne etliye ne sütlüye, bıyık sakal ikilmelerine götürür.
idelojik yöntem açısından MDD'cilerden, Yön devrimci teşkilatından ve Sovyetik komünizmden ayırmıştır kendini.

Şöyle ki aşamalı devrimi kabul etmez, ve devrimin motor gücü açısından proleteryadan başka bir şey görmez. 1965 ile birlikte Türkiye'ye has özelliklerden ötürü köylülere de eğilim gösterir ama ana unsur gene emekçiler değil, işçiler olmuştur.

Onu farklı kılan unsur asla tepeden inme yöntemleri kabul etmemesidir. Bu manada 27 mayıs'a karşı olduğu görünümü verebilir ama getirdiği anayasa açısından onu bir ilerleme olarak görse de desteklemez. Özellikle DP'nin bir uzvu olan Adalet partisinin yeniden başa gelmesi tepeden inme yöntemlerle gelebilecek bir başarıya inanmayışının bir kanıtını oluşturur. Dolayısıyla onun bu görüşü mecliste sürdürülecek bir mücadelenın esas kılınmasına götürür ki 1965 sonrasında ihtilalci gençliğin TiP'ten kaymasına ve Milli Demokratik Devrim saflarına katılmasına nden olur.

Salt bir eylem adamı değil aynı zamanda bir teorisyendir. Hürriyetçi, güler yüzlü sosyalizm kavramının sahibidir. Her ne kadar bu kavramın ideolojik tabanı çok öncesinden Aybar'da olsa da dönemin komünizm korkusu karşısına sürdüğü bir savaşçıdır bu kavram. Aynı zamanda marksizmin savunduğu alt yapı-üst yapı belirlenimcilğine karşı ir duruştur. Çünkü, tıpkı Althusser'in de bahsettiği gibi şartlar gereği üst yapının alt yapıyı belirlemesi de ona göre olasıdır. Hürriyetçi Sosyalizm kavramı diğer TiP yöneticeleri tarafından tefe konmasına sebep olur. Aynı zaman AYbar bu kavramın zıttını göstererek hürriyetçi olmayan sosyalizm olur Sovyetizmi koyar.

ilk meclis konuşmasında ABD'nin üslerinden "35 milyon metrekarelik toprağımız işgal altındadır" diye dem vuruşu hatırlanısı olaylardandır. Aynı zamanda Vietnam Savaşı'ndan Bertrand Russel tarafından kururlucak mahkemeye çağrılması onun evrensel bazdaki önemini de gösterir ki bu mahkemede J. P Sartre da vardır. Kendisi devletler hukuku konusunda uzman doçenttir.

atatürk hiç diktatör olmadı keşke olsaydı

Bir ülke ki şeyh said'i anma geceleri düzenlesin bir ülke ki Lozan'ı tartışabilsin,bir ülke ki akp belediyecesi biri tarafından fıkra yardımıyla gaziye ibne muamelesi yapsın, sonra da denilsin ki bu adamın kılına dokunulmuyor.Aslında demokrasi endişesi içinde olan milletimin sistemin bir tarafaının ne kadar demokrasiye gırtlağına kadar battığının bir göstergesidir.Bu güruhun,cahil cenahının amerikada george washington'a küfredebilmelerini gerçekten isterdim.
Zamanında insanı zorla komünist yaptıkları gibi zorla CHP'ci yapan bu yılmaz akıl yoksunları CHP'nin Ecevit ile iktidar olduğunu unuturlar.Onu bırak kurtuluş savaşını kazanmış bir liderin 1923 yılında zorla kabul edildiğini söylerler.istediğini zorla kabul ettiren adam diktatörün tanımı olur.Aslında bilmeden diktatörü de şirinleştirip annesi babası bile yaparlar.Her şeyi geç bu müsveddelerle tartışmak zorunda kalırsınız.Her şeyi geç bu vücudun nefes almak için düşünmesi gerekseydi onu dahi unutabileceklerden siyasi tartışma beklersiniz.Sonra da sıkılarak konuşmayan ama daha akıllı olan kitabınıza yönelirsiniz.

mustafa kemal atatürk

Günümüzde bile eğitim kampanyaları yapılıp,haydi kızlar okula denildiği halde hala eski usulle okuma oranı arttırılamıyor muydu diyen mevcut beyinleri değişitiremediği o kadar uzun soluklu olamadığı ve o medeni fransız ve demokrat ingilizlerin devrim sırasında döktüğü kan gibi kan dökemediği için başarısız devrimdir.
harf devrimin özünde türk milliyetçiliğini boğazlayan,bu topraklarda yaşayan insanları garip feodal mekanizmada tutan arapçılığı öldürmek yatar.shakespeare'in imparatorluğunun adı britanya idi,lakin osmanlı imparatorluğuna hiçbir zaman türk imparatorluğu denilmedi.Onların sistemi feodal idi seninki 1800'lere kadar ATÜT diye tanımlanan ama aslında o da olmayan daha doğrusu ütopik bir sistemdi,sömürgeci değildi.Kısacası,elin inglizi fransızı milliyetlerinin farkındaydı imparatorlukları olduğu zamanlarda da sadece devrimle kralı atmış oldular.Ama sen yeni öğrenmiştin ve önemli olan yetişmek zorunda olmandı.
Diğer yandan o arap harfleriyle okuma oranı kaçtı diye de hem merak eder dururum.Gerçekten yüzde 15'i buluyorsa yazık etmiş gazi.Ayrıca milliyeti türk,dili arap gerçekten çelişkisi olmayan bir devlet olurduk.Süper güç şansımız bile yüzde bilmem kaç olurdu.

1982 anayasası

mumla aranılacak anayasadır.

karl kautsky

II. Enternasyonal'de görüşü hakim olmuş şahıstır. Zira Birinci dünya Savaşı'na girilmesini desteklemiştir. Bu kararı ile birlikte aslında teori bazında milliyetçiliği reddeden komünizmin bu burjuva duygusundan pek fazla damıtılmadığı ortaya çıkar. Proleteryayı düşünürken kimliğine bakarak çıkar savunmak marksizmin ne ruhuna ne de içeriğine uygun değildir. Kautsky bu kararıyla birçok eleştireye maruz kalmıştır. Fakat onu eleştirenlerinde döndüğünü söylemek pek de yanlış olmaz. Rosa Luxemburg ve lenin haricinde milliyetçi duygudan arınmış bir marksist lidere rastlamak zordur. Kaldı kı bu sadakatle kuruluşunu meşrulaştıran sovyetler dahi Stalin ile birlikte marksizan millyetçiliğin tohumlarını atarak bir rus sömürüsü başlatacaktır.

hans joachim morgenthau

Realizmin kuramcı babalarındandır. Çalışmalarında bilimsellik kaygısı varolduğu için realizmi sistematik hale getirmeye çalışır. Ve çalışmaları sonunda realizmin 6 ilkesini keşfetmiştir.
Siyasal gerçekçilik: Siyasetçiler bulundukları nüfuzun toplumsal yasalarını gözetmek zorundadır. Şöyle ki bir siyasetçinin bulunduğu toplumdan farklı olarak beslediği kanaatlar elbet olabilir. Fakat bunları hayata geçiririken son derece dikkatli olmalıdır. Bulunduğu siyasi ortamın gereğini düşünmelidir.
çıkar: Siyasetçi başında bulunduğu toplumun çıkarını hiyerarşisinin tepesine koymalıdır.
güç: Siyasi gerçekliği önemsemek, onu değiştirmemek anlamına gelmez. Ancak siyasetçi kişisel kanaatlerini gözetirken bile onu siyasal gerçeklik ile harmanlamalıdır. Bu konuda onun en büyük silahi güçtür. Güç ne kadar fazla olursa Siyasal gerçekliğin değişmesi bir o kadar kolay olur.
ahlak: Siyasetçinin ahlakı bireyler gibi olamaz."Gerekirse yansın dünyanın alayı iyilik için" diyemez. Onun ahlakını bulunduğu toplumun güvenliği oluştururur.
ılımlılık: Siyasetçi için bulunduğu toplumun çıkarı egemen olsa dahi özellikle uluslararası alanda taviz vermeden egemenliğini arttırmamalı. Aksi takdirde bu güvenlik sorunu doğuracaktır. Çıkarların maksimize edilmesi elzemdir. Lakin çıkarlar uğruna yapılmış davranışlar sonucunda düşmanlık kazanılmamalıdır.
siyasal olan ile olmayan arasındaki ilişki: Siyasetçi politikasını meşru kılmak için etik değerleri, hukuku... vs kullanmalıdır. Gerekirse aslında çıkarı uğruna savaşırken bunu sevimli kılabilmek için bu aktörleri kullanmalıdır. Din için savaşıyoruz, hukuk için hak için savaşıyoruz ya da tüm ezilenlr için savaşıyoruz diyebilmelidir.

immanuel wallerstein

Neo realistlerin uluslararası sistemi anarşi ile tanımlamasına karşı çıkarak uluslararası sistemde hiyerarşinin varolduğunu ifade etmiştir. Bu ifadenin meşruluğunu ise iktisadi boyutun önemini belirterek yapmıştır. ona göre kapitalizm ile birlikte, oluşmaya ve gelişmeye başlamış sistem içindeki devletler arasında ekonomik güç dağılımında eşitsizlikler söz konusudur. malum eşitsizliklerden ötürü neo-realistlerin savunduğu yatay örgütlenme değil; dikey örgütlenme oluşmuştur. Diğe bir deyişle devlet anarşisi sistemi içersinde olsaydı özerk karar vermesi söz konusu olurdu. Fakat mevcut eşitsizliğin yarattığı güç farklılıkları devletlerin özerk bir karar vermesine engel olabilecek bir hiyerarşi yarattı. Wallerstein bu düşünüyle sistemin tarihsel sürecini oluşturmuş ve dünya sistemi kuramcılarının arasına adını yazdırmıştır.

lev troçki

Stalin'e karşı olmasının nedeni "tek devlette sosyalizm" politikasından kaynaklanmaktadır.
Komünizm'in küreselleşmesini arzulayan bu adam daha sonra liberrallere örnek olmuştur.

kenneth waltz

Uluslararası ilişkiler kuramında neo-realist akımın öncülüğünü eden sosyologtur. Uluslararası güvenliği daha iyi algılayabilmek için indirgemeci kuramı reddetmiş ve bütüncül yaklaşımı ortaya koymuştur. Ona göre güvenliği zaafa düşüren devletlerin noksanlığı değildir. Uluslararası sistemin yapısındaki anarşi, içerdiği devletlerin sıfatını önemsiz kılmaktadır.
lakin Waltz oluşturduğu kuramın unsurlarından bir tanesini "güç dağılımı" olarak açıklamıştır ki aslında bu unsur kuramında bir çelişkinin doğmasına sebebiyet vermiştir. Çünkü yapıyı baz alırken, diğer yandan " güç dağılımı"nı önemseyerek aslında devleti gene ön plana çıkartmıştır. Diğer bir deyişle her ne kadar sistemin yapısını önemsese de realist akımdan tam manasıyla kurtulamamıştır.

charles tilly

Uluslararası ilişkiler alanında yeni Weberciler olaran tanımlanan grubun en belirgin şahsiyetlerindendir. Devletin varlığını salt mevcut toplum arasındaki sınafa dayalı ilişkilerle açıklamaz. Ona göre devletler arasındaki güç hiyerarşisinin de bir önemi vardır ki bu noktadı güç askeri otonom olarak değerlendirilir. Devletlerin oluşumu zor ve sermaye kavramlarındaki dengeye bağımlı olarak değişiklik arz eder. Şöyle ki zor olarak kestedilmiş olan askeri otonomun az olduğu bir toplumda eğer semaye yoğunsa merkezi yapıdan bahsetmemiz mümkün olmaz. Bunlara örnek olarak Hollanda ve italya veilebilir. Diğer yandan zorun sermayeye oranla güçlü olduğu bir toplumda merkezi sistemler oluşur: Almanya. ikisininde çok yoğun olduğu toplumlarda ise genel anlamda dünya siyasetine yön veren devletler oluşur: ABD ve ingiltere. Neo-realistlerden en önemli farkı toplum içindeki devinimleri önemsemiş olmasıdır.

attila ilhan

Özgür olmayan aydınlardandır. Bu bir hakaret de değildir. Lakin oturduğu yerden kişisel kanaatini sunmadı toplumuna. Gerçekler göre, şartlara göre fikirlerine yön verdi. Bunun için en önemli kanıt son katıldığı "Ceviz kabuğu" programında tlefonla katılan sağ görüşlü bir vatandaşın "senin gibi solcunun alnından öperim" deyişiydi. Fikir fetişizmine hiçbir zaman tutulmamış, eklektik bir sistemle fikirlerine çoğulculuk katandı. Türkiye'ye sahip çıkmasına engel olunan anayasamıza ve siyasetçlerimize nazaran tüm toplumu salt beyninde kucaklayan bu adam çok önemli bir anda öldü. Ve Türkiye'nin en fazla ihtiyacı olduğu bir anda kayboldu. işte bu nedenle şiirlerine bayılsam da ona harcadığı vakitlerinden nefret ediyorum.