bugün

(bkz: fetöcüleri 8 adımda belirleme)
Hasan Cemal bugün şöyle yazmış:

"Nedir iki yüzlülük? Hem demokrasiden söz edip, hem darbeleri savunmaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem demokrasiden söz edip, hem askeri siyasetin göbeğinde tutmaya çalışmaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem demokrasiden söz edip, hem askerin devlet içinde devlet konumuna göz yummaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem demokrasiden söz edip, hem farklılıkları, çoğulculuğu reddetmektir.
Nedir ikiyüzlülük?
Hem demokrasiden söz edip, hem Türkiye'yi siyasal partiler mezarlığına çevirmektir.
Nedir iki yüzlülük?
Hem demokrasiden söz edip, hem ifade açıklama özgürlüğünü boşlamaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem Batı deyip, hem Batı'yı Batı yapan demokrasi gibi, hukukun üstünlüğü gibi, insan hakları gibi değerleri hiçe saymaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem Avrupa Birliği deyip, hem AB projesinin farklı etnik ve dini kimlikleri, inançları demokrasi çatısı altında yaşatmayı öngören bir büyük barış projesi olduğunu unutmaktır.
Nedir iki yüzlülük?
Hem Batı deyip, hem çağdaş uygarlık deyip, hem gereklerine yan çizmek, hem ülkenin tarihini bile kendi halkında gizlemektir."

Yazının tamamı için bakınız: http://www.izmirizmir.net...r/haber.php?haber_no=3422
fikri hür vicdanı hür nesiller yetiştirelim ama o nesiller atatürk'ün sözlerine iman etsinler, biçimindeki yaklaşımın değişmeye başlaması türkiye için olumlu bir adımdır.
yüzeysel izlenimlerini gerçek zannedip ona tapmak ve hatta utanmayıp kendi yanlış gerçeğini başkalarına aşılamaya çalışmak. * * * *
şu günlerde onur öymen ve chp'nin acilen yapması gerekendir.

onur öymen, demokratik açılım için mecliste 12 kasım 2009'da yaptığı konuşmayla dersim'de sönmüş ocakları, gözü yaşlı anaları rencide etmiştir. söylediği biçiminin iğrençlik olduğu kesindir. bunu mum söndü gafı şekline çevirip, güner ümit'e doğru uzatırsak, dersim'de 80 yıl önce insanların, hayallerin nasıl söndürüldüğünü, bunun nasıl güzel bir şeymiş gibi ikiyüzlüce yıllarca cumhuriyet çocuklarının beynine sokulduğunu daha iyi anlayabiliriz. güner ümit'in bir an bu ikiyüzlülüğü unutup saf saf dile getirdiğini, bu sefer onur öymen dersim ocaklarının söndürülüşü olarak bilinçli diplomat ve sakin politikacı edasıyla söylemiştir.

dersim meselesinin öymen'in saydığı çanakkale, kurtuluş ve kıbrıs savaşlarından ne denli farklı olduğu açıktır. onlar sonuçları ne olursa olsun başkalarıyla savaş idi... oysa dersim iç savaştı, hatta bir tür iç "isyan"ın orantısız bir güçle, katliam derecesinde bastırılmasıydı. onur öymen'in konuşmasının öne çıkarılması gereken belki de en önemli yanı burasıydı. çünkü bu durumda gözden saklanan, ırkçılık kokan "modernist isyan bastırmacılığı" deşifre edilmiş oldu. onur bey gibilerin kafasında, yıllarca eğitimle alındığı ve anlatıldığı üzre bu konu o kadar doğal ki... hala menemen şeriatçılara karşı, dersim de isyancı kürtlere karşı, modern cumhuriyetin olmazsa olmaz bir kendini var edişi olarak algılanıyor milyonlarca chp'linin kafasında... yani öymenin bunu saf biçimde dile getirmesi kanımca çok anlamlı oldu. ikiyüzlülüğün açığa çıkmasıyla, toplumsal bir kendi kendimizi eğitim sürecini başlattı.

öymen'in politik arenadan silinmesinin hayırlı olacağı kesindir ama bu toplum kendisine bir teşekkür de borçlu olacaktır: dersim yalanının hiç bilmeyenlerin bile gözünü açacak biçimde gündeme gelmesini sağladığı için. artık dersim'de ve başka yerde ocaklar sönmesin ama yalancıların mumu sonsuza kadar sönsün.

ikiyüzlülükle yüzleşme zamanıdır. 2023'e az kaldı.
"barışa hayır, savaşa devam, yine onlar ölü olarak ele geçirilsin, yine bizler şehit verelim" tan oral 29 ekim 2009 taraf

yani bu mudur? dinsel bir paye olan şehitlik titrini dağıtarak anne ve babaların, çocuklarının ölümüne ses çıkarmamasını sağlamak ama ölenlerin annelerinden başörtülü olanların, orduevinden içeri girmesine izin vermemek.

ordumuz bu ikiyüzlülüğü nereye kadar sürdürecek?

çocuklarımızın haksız bir savaş için, kötü politikalar uğruna ölüme gönderildiğini halka kim açıklayacak?

açıklayanlar mı, açıklamayanlar mı sorumlu?
daha önceden * osmanlı tarafından temizlenen ermenilerin mallarının, acı anılarının; ayrıca 1924 anayasası ve halifeliğin kaldırılmasıyla kandırıldığı duygusuna kapılan kürtlerin kimlik ve kültürel haklarının üzerine gerçekleşmiş modern türkiyenin doğuşu temelinde olan miras ne yazık ki ikiyüzlülüktür.

bununla yüzleşmekten kaçındığımız için de sonuçları 85 yıl boyunca katlanarak büyüdü. son dönemlerde cumhuriyet tarihinde ilk kez kimi politikacılar bununla yüzleşmeye kalktı ama 85 yılın öğretilmiş refleksleriyle hareket eden milliyetçi eğilimdeki kitlelerin önyargılarıyla burun buruna gelindi. ki bu işe kalkışanlar ve onların tabanı da bu reflekslerden çok uzak değildiler zaten. şimdiki bocalamalar o yüzden.

güçlü, kendine güvenen bir ülke bu gerçeklerle korkmadan yüzleşirse ancak bu sorunları geride bırakabilir.

anlık geri çekilmeler kimseyi umutsuzluğa sevk etmesin. tarihin tekerleğini geri çevirmek olanaksızdır.
"Bu çerçevede siyaset yapanların toplumsal tabanlarını hoşnut etmenin ötesinde, demokratik siyaset zeminine çekmek için çaba göstermesi gerekiyor. Demokrasi mücadelesi veriyoruz diyenlerin askeri kılık içinde müsamere görüntüsü vermesini anlamak zor. Bir yanda, militarizm eleştirisi, demokrasi çağrısı yapanların, diğer yanda "gerilla romantizmi" ve "milis güç özlemi"ne prim vermesi izah edilemez bir durumdur. Bu durumun, bizim gibi, DTP'nin demokratik siyaset çerçevesinde yer almasını savunanları zor duruma düşürdüğünü artık anlamaları gerek." Nuray Mert - Radikal

http://www.radikal.com.tr...egoryID=98&ref=bulten
demokratik açılım ile, bir ölçüde de olsa yapılmaya çalışılan şey. kendimize ve karşıdakine iyi sırlı aynalar tutmak ve iyiniyetle gülümsemek zamanıdır.
doğuda ve güneydoğuda taş atan çocukları göz kırpmadan 15-20 yıl hapis cezasına çarptırıp içeri atmak;

ama

taşa atanlara ateş edip öldüren "güvenlik" görevlisini cezalandırmak isteyen mahkemeyi yargıtayla boğdurmak ve "bölgenin de özellikleri nedeniyle" o kişiye ceza verilemeyeceğine hükmetmek.

bununla kim yüzleşecek?
anayasa değişikliği için hükümet bir paket hazırlayıp muhalefete buyrun bunu tartışalım dediğinde kıyamet koparılır: sen nasıl paket hazırlarsın (!), bizimle konuşmadan, pişirmeden nasıl çıkarsın birden böyle ortaya? önce geneli, çerçeveyi konuşsaydık da sonra ortak bir paket hazırlasaydık da, bik bik... falan filan. anayasa paketi kalır.

gel zaman git zaman kürt açılımı gelir gündeme. hükümet dersini almış gibidir... ortaya bir paket sürmez. gelin işin ruhunu konuşalım der. bu iş artık böyle sürmez der. 100 yıla yakındır denedik, olmuyor. başka yollar arayalım der, dünyanın bugünü bizim eski politikayla, elde sopa yürümemize olanak vermiyor, dersimizi çalışalım mı? der...

muhalefet yine hop oturup hop kalkar. "elinde bir açılım paketi yok, bizi neye çağırıyorsun görüşmeye? ortada açılım yok neyi konuşalım?"

hımm... ikiyüzlülük çıktı ortaya. gelinin aslında oynamaya niyeti yok. bütün sorunlar ortada çözülmeden dursun ki, kötü muhalefete hep ihtiyaç olsun, di mi!

ülkemize yazık etmeyelim, sorunları çözerek ilerleyelim. türkiye'yi kimse tutamaz o zaman. en azından çocuklarımız daha mutlu, daha zengin ve barış içinde yaşar.

özeti, ikiyüzlülükle yüzleşme zamanıdır! geç kalmayalım. geç kalanı tarih zaten affetmez ama halk biletini çok daha erken keser. geçmişte kalmış kimi politikacılarınkini kestiği gibi tıpkı.
(bkz: ironik gerçekçilik)
imza gerçek adam sahte ise yapacak başka şey yoktur.
(bkz: Osmanlıyı Nesnel Biçimde Değerlendirmek)
12 yıl önce erdal inönü shp'sinin doğru olarak yaptığını (yani mhp genel başkanı alpaslan türkeş'in ermenistan'la diyalog çabalarını desteklemesini) anımsayıp; bugün, ermenistan açılımı sırasında chp başkanı deniz baykal'ın iğrenç, milliyetçi bile olamayan, ırkçı yaklaşımını görünce insanın aklına ancak politik ikiyüzlülük gelebiliyor.

bu arada, 12 yıl önce türkeş'i eleştiren abdullah gül ise şimdi yeni politikanın mimarı olarak ermenistan'a gitti. bu kötü politikacılık ve ikiyüzlülük müdür, değişim midir, yoksa politikanın getirdiği tabii sahtelikler midir? bunun değerlendirmesini de yazarlarımıza bırakalım.

cumhurbaşkanı'nın geldiği parti ise * onun bu adımının arkasında duramayıp, utangaç biçimde kıvırttı, ne yazık ki.

oysa gerçekler çok açık:

1. türkiyenin önünü açmak için alpaslan türkeş'in o dönemdeki davranışı çok doğruydu. ideologluktan, devlet adamlığına yönelişti.
2. erdal inönü'nün ve shp'nin türkeş'i destekleme tavrı doğruydu.
3. rp'li abdullah gül'ün o zaman ki tavrı yanlıştı, politik muhafazakarlıktı, kötü politikacılıktı.

ya bugün?

1. alpaslan türkeş'in mhp'si kötü muhalefet örneği vererek, 12 yıl önceki tavrının çok gerisine düştü.
2. deniz baykal'ın chp'si 12 yıl öncesinin çok gerisine düşerek ırkçılık sularına daldı, türkiye'nin önünü açmak gibi bir derdi olmadığını, tek bildiği muhalefet yapma şekli olan, akp'nin her yaptığına karşı çıkmak çizgisinde ilerlediğini gösterdi.
3. abdullah gül 12 yıl öncesinin ilerisine geçerek, doğru bir girişimde bulundu.
4. akp ise gül kadar ilerlemecilik yapamayacağını kanıtladı ve cumhurbaşkanının "sorumluluk içermeyen" girişiminin arkasına saklandı. yani başarısız olursa suçlu o, başarılı olunursa nemalanmaya çalışmak gibisinden...

kimin kazandığı henüz belli değil ama politik ikiyüzlülük yapanların ve gerçekle yüzleşmeyenlerin kaybedeceği kesindir.

örneğin, doğma büyüme istanbullu, ataları 400 yıldır istanbullu olan bir adam takside şöförle konuşuyor...

şöför: - abi, senin aksanın biraz değişik geldi, kıbrıslı mısın?
adam: - yok hayır, ermeniyim.
şöför: - estağfurullah abi!

sıradan halkta oluşturduğumuz bu ve benzeri duygular için ermeni yurttaşlarımızdan özür dilenmesi, bu gibi ırkçılık kokan konularda uyanık olunması çok önemlidir. bunları, yüzleşilmesi gereken ikiyüzlülüğümüz olarak tarihe not düşüyoruz.

diğer bazı ikiyüzlülük örnekleri:

didim'de belediye'nin, çok sayıdaki ingilizce bilen müşterisi için, su faturalarını türkçe ve ingilizce açıklamalı olarak basmasını, "çağdaş belediyecilik" örneği olarak sunup; diyarbakır sur belediyesi'ni ise kürtçe açıklamalı benzeri çabaları nedeniyle cezalandırmak, belediye başkanını görevden almak, hapiste süründürmek, mümkünse yerine yenisini seçmek için hazırlığa girişmek;

gazze'deki çocuklar israillilere taş atınca bunu güzel bulup, diyarbakır'daki çocuklar taş atınca terörist muamelesi yapmak.

kaynak: yazının bazı kısımları yyu sözlükteki yazılarımdan * alınmış, güncel eklemeler yapılmıştır.
abdülkadir aygün'ün, "pkk itirafçısı olunca özde, jitem itirafçısı olunca sözde itirafçı" sayılmasıyla yüzleşerek başlanabilecek süreç.
ülkede özelleştirmeleri savun, kendi partini devletleştir... bu da akp'nin yüzleşmesi gerekenlerden sadece birisi ve güncel olanı.
terör örgütünü el altından destekleyen, olay çıkarırken çoluğunu çocuğunu bile bu işlere alet eden, sadece doğudaki değil-ülkenin dört bir yanındaki kişilerin taşıdıkları nüfus kağıdıyla, yararlandıkları devlet hizmetleri-güvenceleriyle yüzleşmeleri de sayılabilir.

edit: yine ağırına gitmiş birilerinin. barış için savaşmaya devam edin siz...
asker karşısında Şemdinli'de ya da aktütün macerasında olduğu gibi dişinin sökülmesine boyun eğen bir iktidarın DTP karşısında aslan kesilmesi hiç de ikna edici durmuyor. yüzleşmek gerekenler arasında yani.
taraf gazetesindeki harika yazılarıyla halil berktay'ın da bizi acilen davet ettiği yüzleşmedir. küçük bir örnek:

"Ömer Seyfeddin'in Balkan hikâyelerinde hep "onlar"ın "biz"e yaptıkları anlatılır, "biz"im "onlar"a neler yapmış olabileceğimizden ise asla söz edilmez. Tarih müfredatımız ve ders kitaplarımızda, her şeyden önce Osmanlı imparatorluğu doğal kabul edilir; Bulgar, Sırp ve Yunan topraklarında ne aradığı(mız) hiç sorulmaz, sorgulanmaz, sorunsallaştırılmaz. Fetih adetâ bize özgü bir haktır ve her nasılsa, diğer halklara hiç zarar vermeden başarılmıştır. Tarih Atlaslarına bakın: çeşitli saltanat dönemleri boyunca Osmanlı yayılması hep sıcak renklerle gösterilir; kırmızının koyusundan başlayıp, giderek açılan tonlarından geçerek pembeye sıçrar; oradan gene turuncu ve sarının koyudan açığa çeşitli tonlarına ulaşır. Ötesi ise bembeyazdır, yani önemsizlik, ayrıntısızlık, yeknesaklık, giderek hiçlik, insansızlık hissi uyandırır. Böylece bu görsel dil, ikonik bir "biz"i sevdirmekle kalmaz; boş bir alanın dâvet ediciliğine doğru genişlemiş olduğumuz mesajını verir. Millî Eğitim sayesinde bunlar küçüklüğümüzden itibaren bilinç altımıza yerleşir. Profesyonel tarihçiliğimiz de çok farklı sayılmaz. Örneğin Balkanların feodal anarşisi içinde Osmanlıların "dinamik, birleştirici bir güç" olarak belirdiğinden söz edilir. Bu, "yükselme devri"ndeki Osmanlıya dinamik-rasyonel bir erkeklik, Balkanlara ise pasif, irrasyonel, bekleyici-alıcı bir kadınsılık izafe edilmesi anlamına gelir.

imparatorluk doğal olduğuna göre, birtakım kendini bilmezlerin ayrılma çabalarına karşı kendini savunması da aynı derecede doğaldır, kaçınılmazdır. Ömer Seyfeddin'in Topuz'undaki Türk elçisi, Eflâk prensinin beynini dağıttıktan sonra kılıcını sıyırıp "işte gördünüz, istiklal hevesine kapılan asilerin sonu budur" diye bağırır. Bu veciz ifade, Türk milliyetçiliğinin bütün 20. yüzyıl çizgisine damgasını vurur. Ders kitaplarımızda, "onlar"ın devrim ve bağımsızlık mücadeleleri sadece birer isyan, birer eşkiyalık "vaka"sı, genellikle bir kanun ve nizam meselesi gibi anlatılır. Burada iki ayrı söylem devreye girer. Jön Türk ve Cumhuriyet devrimleri söz konusu olduğunda, sosyo-ekonomik ve politik bir anlatım tarzı çerçevesinde, biz Türklerin çürümüş Osmanlı düzenine karşı devrim yapmamızın haklılığı vurgulanır. Ama Yunan, Sırp ve diğer Balkan mücadeleleri söz konusu olduğunda, ancien régime gider, etnisite gelir; "onların" dâvâsı devrim değil, sırf Türklere ve Türklüğe "ihanet olarak damgalanır."
ikiyüzlülük mmm hoşmuş bak. o zaman şöyle yapalım yüzüncü yıl gelmeden cahillikle yüzleşmek diyelim mesela:

1-bulgaristan daki türklerin anlaşmalar geeği özel statüsü olduğunu bilmemek, onları türkiye deki kürtlerle bir tutmak lozan ve çeşitli anlaşmalarla o bölgelerde resmi azınlık statüsünde bulunan türklerle resmi herhangi bir ayrıcalığı bulunmayan kürtleri karşılaştırmak.

2-kuzey kıbrıs ta bayrağı, askeri olan bir devlet olduğunu ırak ın ise üniter bir devlet olmayıp abd işgalinden sonra gevşek bir federasyon halini aldığını bilmemek buralardaki kıbrıs türkleri ve türkmenleri yine ve yeniden türkiye deki kürtlerle karşılaştırmak.

3-60 lı yıllarda almanya ya gitmiş türklerin o tarihten beri almanya da şehir yaşamı sürdüklerini ve şehir hayatına alışık olmadan şehre inip buraları suç cennetine çevirmediğini bilmemek ve bunları tekrardan 90 lı yıllarda şehir hayatına alışık olmadan şehre inip oraları suç cennetine çeviren kürtlerle karşılaştırmak.

4-ortalama bir kürt ailesinde çocuk sayısının 10 civarında olduğunu bilmemek , bilse bile almanya daki bir türk ailesinde de sayısının bu olduğunu sanmak ve iflah olmaksızın bilmemkaçıncı kez onları kürtlerle karşılaştırmak.

5-avrupa daki müslüman nüfusun milyonlarla, türkiye deki hristiyan nüfusun ise ancak binlerle ifade edildiğini bilmemek ve bu iki durumu vahşice karşılaştırmak.

6-dünyanın bütün ülkeleri kendi çıkarları için gerekli hamleleri yaparken bu ülkeleri "faşist düşmanı sevgi pıtırcıkları" türkiye yi ise "nazi hayranı faşikler diyarı" olarak göstermek ve bunun üzerinden aranan bahaneyi bulup türklükten alelacele utanmak.

bak bu da benim yüzüncü yıla yaklaşırken cahillikten kurtulmak adına manifestom oldu cancağızım. oku bakalım anlayabilecek misin?
eurovision şarkı yarışması'nda almanya'dan, hollanda'dan, fransa'dan, belçika'dan, ingiltere'den gelen 8, 10, 12 oylarının oralarda yaşayan türkiye cumhuriyeti yurttaşı kişilerden geldiğini bildiği halde, bu ülkelerden çok oy almışlığını gerinme ve kendini beğenme konusu yapabilmek ama buna karşı türkiye'deki ermeniler ermenistan'a yüksek puan verince bunu hainlik statüsüne sokmaya çabalamak;

kıbrıs rum kesimi'nin yunanistan'a tam puan vermesini garipsemek hatta onunla alay etmeye çalışmak ama kendisinin azerbaycan'a en yüksek oyu vermesini dünyanın en doğal meselesi görmek,

yüzleşmemiz gereken, yeni olmayan ama güncel olan ikiyüzlülüklerimizdendir.
yazılarında x, w, q harflerini kullandığı için kürt vatandaşlarımız için davalar açma, hapisler isteme, cezalar verme ve 6 aya kadar onları hapiste yatırma, ya da erteleyip, hukuku tehdit aracı olarak kullanma sözkonusu olunca pek aktif olan yargı çevrelerinin ikiyüzlülüğü;

nedir bu ikiyüzlülük?

devlet içi ve devlet dışı olanları da dahil olmak üzere bütün yargı kurumlarının internet sitelerinin adresleri http://www.bilmemne.gov.tr diye gidebiliyor ve onlar hakkında w harfini kullandıkları için açılmış bir tek dava yok!

w harfini sitesinde kullanıp sonra da aynı w harfini kullandığı için türkiye cumhuriyeti vatandaşı olan birilerine dava yağdırmak en büyük bölücülük değil mi?

bunu anlasalar zaten yargıtay'ın son bildirisi tarzında komiklikler olur muydu? ama yüzüncü yıl gelmeden bir biçimde ikiyüzlülükleriyle yüzleşecekler, eminim çünkü çok suç işlediler ve artık buna uyduracak bir teorileri kalmadı.
yazar ferhat kentel, http://www.gazetem.net sitesinde, yüzleşmemiz gereken bir şeyi anımsatmış bize; çok acı, hüzünlü ama insanlık dersi veren bir öykü gizli ardında. yüzleşmek için, yüzüncü yıla da çok kalmadı hani...

Taksim'den Tuzla'ya yüzleşme

Bugün 1 Mayıs... Taksim'de neler oluyor, neler olacak bilmiyorum; çünkü bu yazı Salı akşamı yazılıyor... Bugün Taksim'de neler olacağını hep beraber göreceğiz ama istanbul gibi koskoca bir dünya şehrinin küçük valisi neler olacağına dair "vaatlerini" ilan etti ve buyurdu: "Gelmeyin! Gelirseniz orantılı güç kullanırız, dağıtırız!" buyurdu. "Orantılı güç"ten ne kastettiğini tahmin etmek çok zor değil; geçen sene gördük çünkü... Geçen sene bütün istanbul'a yaşattığı cehennem azabını, bu sefer "provokasyon" tehdidi ile tekrarlamak istiyor...

1977'de de çok duyulmuştu bu tehdit. Sonra, o dönemin muktedirleri "sözlerini" yerine getirmiş ve Taksim'e provokasyonun alâsını sunmuşlardı. Intercontinental (şimdinin The Marmara) otelinin bir katına yerleşen ve nerelerden geldiği hiçbir zaman tam olarak öğrenilmeyen katiller ve onların Sular idaresi'nin üzerine yerleşen destek kuvvetleri meydandaki yüzbinlerce kalabalığa kurşun yağdırmıştı. O gün 37 insan canı yokedildi. Ama buna rağmen, 1978'de insanlar daha kalabalık toplandılar o meydana... Daha sonraki 1 Mayıs'larda muktedirler Taksim arzusuyla başa çıkamayınca, sokağa çıkma yasakları getirdiler ama ne 1977 katliamı unutuldu ne de 1 Mayıs'ı Taksim'de kutlama arzusu...

"1 Mayıs: işçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü"... Ama 1 Mayıs bugün Türkiye'de çok daha fazla bir anlam ifade ediyor... 1 Mayıs Türkiye'nin geçmişiyle yüzleşmesinin, hesaplaşmasının sembolik günlerinden biri artık... 1 Mayıs'tan bu kadar çok korkan çapsız muktedirler sadece bu yüzleşmenin ne kadar elzem olduğunu olduğunu daha çok hatırlatıyorlar Türkiye'ye...

Yüzleşilecek konu çok fazla... Unutulmayan ve giderek daha çok hatırlanan acı çok fazla... Bunlardan biri de Tuzla Çocuk Kampı...

Hikayesini, hayattayken Hrant Dink'ten dinlediğim bu kampa geçtiğimiz günlerde bir gezi-ziyaret düzenlendi. Çocukken yararlanmış olan şimdinin büyükleri tarafından düzenlenen bir geziydi bu...

Kampın hikayesi Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı'nın başkanı Hrant Küçükgüzelyan'ın girişimiyle yetim çocuklar için yaz kampı olarak 1962'de inşa edilmesiyle başlıyor. Bu tarihte özel şahıstan satın alınan kamp yeri Ermeni Protestan Kilisesi ve Mektebi Vakfı adına tapuda kayıt ettiriliyor ve 1979 yılına kadar Hrant Dink dahil olmak üzere yaklaşık bin 500 öğrenci yararlanıyor. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 1979'da açtığı davada Yargıtay Hukuk Dairesi'nin 16 Ocak 1983 tarihli nihai kararı ile tapu kaydı iptal ediliyor ve vakfın elinden alınarak ilk sahibine bedelsiz iade ediliyor... 12 Eylül cuntacılarının hüküm sürdüğü dönemde Hrant Küçükgüzelyan da nasibini alıyor. Çocuklara "Ermeni milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı aşılımakla" suçlanıyor, işkence görüyor... Küçükgüzelyan 9 ay hapis yattıktan sonra ülkesini terkediyor. Bu arada Ermeni çocukların elinden alınan kamp daha sonra bir kaç kez el değiştiriyor ve günümüze gelinceye kadar kullanılmıyor.

Hrant'ın, eşi Rakel'in ve onlarca çocuğun taş taşıyarak, alınterlerini dökerek imar ettikleri kamp yerindeki bina bugün harabeye dönüşmüş durumda...

işte bu kamp yerinde buluştu dünün yetim çocukları... Küçücük elleriyle bir hayat kurdukları kamplarından 'Ermeni milliyetçisi' olarak yetiştirildikleri gerekçesiyle kovulan çocuklar...

Ve dünün yetim çocuklarını bir araya getiren Garabet Orunöz o gün "kamplarını" şöyle anlattı...

"Sevgili dostlarım!

Emeklerimizle yarattığımız Atlantis'imize hoş geldiniz.

Çok uzun konuşmayacağım, annesiz kaldığım için buraya gönderildim, dualarım beni buraya yollayan Sara Makasçı, kurucu müdürümüz Hrant Küçükgüzelyan ve el koyulmasına karşı mücadele veren Hrant Dink içindir. Her üçünü de rahmetle anıyorum.

Kamp Armen; Çoğumuzun oturduğu evin yada apartmanın bir adı vardır; bizim evimizin adı da Kamp Armen'dir. Her çocuk hafızasına ilk anne-babasını alır. Annelik de, babalık da zordur, zahmetlidir, uzun zaman alır ve de adına 'insan Yetiştirme Sanatı' da denilen yaşam biçimidir.

Ben yaşama sanatını Kamp Armen'de öğrendim.

Anne görmedim ama; sevgisiz büyümedim,

Acı çektiğimde gözyaşlarımı gizlemeye gerek duymadım,

Paylaşmayı da, kıskanmamayı da burada öğrendim.

Kazanmaktan mutlu olmayı, sindirmeyi ve kabullenmeyi,

Çok olanın bıkkınlık vereceği gibi, az olanın kıymetini de burada öğrendim.

Bitmeyecek tek şeyin bilgi olduğunu, kitaplardan keyif almayı da burada öğrendim.

Sıkıldığım da oldu, burdan firar etmeyi de denedim, yakalandım, dayak da yedim.

Kendime yön vermeyi de burada öğrendim.

Doğanın tam ortasındaydım, hayvanlarımızla birlikte, atımız da oldu, itimiz de vardı, bir çift maymun da besledik. inek, koyun, keçi, hindi, kaz, ördek, tavuk, arı da besledik. Bunlardan nasıl faydalanılır, onu da burada öğrendim.

Arı da soktu, koç da tosladı, canım acıdı belki; ama ben hepsini de özledim.

Ağaç dikmeyi de, ağaca aşı yapmayı da; bakımını da, bir ağacın üç çeşit meyva verebileceğini de, burada öğrendim.

Yağmurdan sonraki ilk toprak kokusunu, üstüme silerek yediğim çamurlu mantarı da burada aradım, evlatlık verilen kardeşimi de burada buldum.

Soğuk kış gecelerinde ısınmak için ateş yakmayı, sıcak yaz günlerinde geleceğime dair hayal kurmayı; şartlar ne olursa olsun yalan söylememeyi de burada öğrendim.

Kendi doğrularım için kimsenin beni yargılamasına izin vermemeyi; başkalarını da kendi doğrularım için yargılamamayı, bunun başkalarını dinlememek değil; söylenenleri kendi eleğinden geçirmek olduğunu, hayatı sorgulamayı, haklı olduğum konuda sonuna kadar diretmeyi, haklıyken dik durmayı da burada öğrendim.

Yaptıklarımdan değil yapmadıklarımdan pişmanlık duymayı, basit yaşamayı, evet ve hayırı, istiyorum yada istemiyorum demeyi de burada öğrendim.

Tek kıyafetle okul sezonunu bitirirken temiz olmayı, dostluğa kıymet vermeyi, kıymet bilmeyenlere öğretmeyi, klasik müzikle başlayarak, kulağa hoş gelen her melodiyle yaşamayı da burada öğrendim.

Lafı dolandırmamayı, hayat gibi; herşeyin bir sonu olduğunu,

Allah'ın hakkının üç olduğunu; -onları sona sakladım-

1. Alın terine saygıyı,

2. "Sizleri seviyorum" demeyi,

3. Kaybetmeyi de en sonunda burada öğrendim."

işte böyle... "El konulan" bir kamptan geçmiş bir insanın hayat dersleri... Nasıl? Muktedirlerin "Ermeni milliyetçiliği" ile suçladıkları bir dile benzemiyor değil mi? Benzemiyor tabii... Benzemesi de gerekmiyor zaten... Muktedirler için -muktedir kalmaları için, yüzleşmemeleri için- her yol mübah... Bu muktedirler kendi tarihleriyle yüzleşmemek için attıkları taklalara her zaman kulp aradılar ve aramaya devam ediyorlar...

Ama Garabet Orunöz'ün anlattıkları o kulpları aşıyor ve Türkiye'yi dürüst olmaya ve yüzleşmeye çağrıyor... O kamptan öğrendiği "hayat" dersini -düşünmemiz için- önümüze koyuyor...

1 Mayıs 2008, Perşembe

Ferhat Kentel
ak parti için dava açan abdurrahman yalçınkaya için, "linç ediliyor, hukuka saygı göstermek gerek" diyen kişiler, kurumlar ve kimi gazeteler, bundan iki yıl önce genelkurmay başkanı orgeneral yaşar büyükanıt hakkında iddianame hazırlayan van cumhuriyet savcısı ferhat sarıkaya'yı, meslekten atılmasına kadar götüren yayınlara ve yaklaşımlara imza atmışlardı.

buyrun bu ikiyüzlülüğü taraf'ın bu haberinden izleyin lütfen:

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Ak Parti'yi kapatma istemiyle dava açması medya ve siyaset dünyasında yargıya saygı tartışmalarını beraberinde getirdi.

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök 16 Mart 2008'de köşesinde "Bu bir hukuki süreçtir, hepimiz bunu saygıyla ve sessizce izlemeliyiz" diye yazdı. Aynı gün gazetenin başyazarı Oktay Ekşi de "Biz yargıya intikal etmiş bir konuda görüş beyan etmenin karşısındayız" dedi. Ancak başta her iki yazar olmak üzere medyanın büyük bir bölümü ve siyaset dünyası bundan iki yıl önce Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın hazırladığı Şemdinli iddianamesi'nde farklı tutum izlemişti.

SAVCIYI YARGILAYIN
6 Mart 2006 günü konuyu manşetine taşıyan Hürriyet'in Saygı Öztürk imzalı haberi "ihbar iddianamesi" manşetinin altında "Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın, asıl bombalarını iddianame içine soktuğu ortaya çıktı" yazıyordu. Gazete aynı haberde iddianame konusunda Vural Savaş'ın "Savcıya disiplin cezası gerekirdi" sözlerine ve Deniz Baykal'ın "Orduya darbe girişimi var" açıklamasına yer verdi.

iKTiDARIN TERTiBi
Hürriyet bir gün sonra da iddianeme ile ilgili yayınlarına devam etti. O dönem gazetenin Ankara temsilcisi olan Nur Batur imzasıyla çıkan haber yorumda; "Adressiz isimsiz ihbar mektupları, Hukuki boyutundan bir şey çıkmaz, Amaç, paşanın önünü kesip yıpratmak, Hedef TSK" denirken, Oktay Ekşi başyazısında "Büyükanıt'ı hedef alan suçlamaların, bir gerçeği ortaya çıkarmaktan çok, maraza çıkarmak amacıyla yapıldığı akla gelmez mı? Ve tabii, ortada acaba siyasi iktidarın bir tertibi mi var diye düşünmek gerekmez mi?" diye yazmıştı.

SAVCIYA YAKIŞMIYOR
Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ise aynı gün çıkan yazısında Şemdinli iddianamesi ile ilgili "Bu tavır, hukuk devleti olduğunu iddia eden bir ülkenin savcısına yakışmıyor. iddianamede yer yer skandala varan bölümler var" yorumunda bulunmuştu. Hürriyet gazetesinin Şemdinli iddianamesiyle ilgili 7-14 mart arasında yaptığı haberlerin sadece başlıkları bile çok şey anlatıyor: "HSYK savcıya soruşturma açılmasını istiyor", "HSYK'ya olaya el koyun daveti", "Yargıtay ve Danıştay başkanları: Bu iddianameyi tasvip etmek mümkün değil", "Savcılar Yüksek Kurulu Sarıkaya hakkında soruşturma açılmasının yargıya müdahale olmayacağını görüşüne yer verdi."

SiViL DARBEYi ÖNLEDiK
Hürriyet'in savcıya yönelik "linç" kampanyasına Milliyet, Radikal, Vatan ve Akşam da destek verdi. Savcı Ferhat Sarıkaya hakkında jet bir soruşturma açıldı. Soruşturmanın açıldığı gün Vatan'dan Güngör Mengi'nin yazısının başlığı "Başaramadı" iken. Hürriyet'ten Nur Batur yazısında şöyle diyordu "Başardık, sivil darbe girişimini durdurduk."

ERGENEKON DESTEĞi
Hürriyet gazetesi aynı gün "Asker'e destek" başlıklı haberinde ise Ergenekon soruşturmasında tutuklu bulunan Kemal Kerinçsiz ve Veli Küçük'ün de bulunduğu iddianemeye karşı Büyükanıt'ı desteklemek için yapılan eyleme geniş yer vermişti.

ŞEMDiNLi SAVCISINA ATIŞ SERBEST

Ertuğrul Özkök (Hürriyet- 9 Mart 2006) "iddianameye bakınca, bu tür ideolojik değerlendirmelerin hukuka ne kadar zarar verdiğini açıkça görüyorum. Türkiye, bir savcının yol açtığı bu tartışmanın bedelini ağır ödeyecektir"

Oktay Ekşi (Hürriyet- 8 Mart 2006) "Yargının bağımsızlığı için kurallar hemen değiştirilmelidir"

Emin Çölaşan (Hürriyet-7 Mart 2006) "Ferhat Sarıkaya isimli Van Cumhuriyet Savcısı tarafından hazırlanan 100 sayfalık iddianame elimde. iddianamede bir gazetecinin (Kendi ismi) gazeteden kesilmiş yazılarının bulunması, beyefendinin gözünde 'suç kanıtı' idi!"

Bekir Coşkun (Hürriyet- 8 Mart 2006) "Eğer bu krize "Bir komutan, bir savcı, bir iddianame" gözüyle bakarsanız yanılırsınız. Bu bir rejim sorunudur. Çünkü bu sefer işin içinde 'Paşa' olması çok şey anlatıyor."

Tufan Türenç (Hürriyet- 8 Mart 2006) "Savcı, Şemdinli Komisyonu'nun raporuna sokamadığı karanlık ilişkiler içindeki bir kişinin saçma sapan ifadelerine iddianamesinde geniş yer verdi. Bu ifadeye dayanarak Büyükanıt'ı çete kurmakla suçladı. Büyükanıt'ın "Ali Kaya'yı tanırım. iyi çocuktur. Ancak suç işlemişse cezasını çeker" sözlerinin sadece "Ali Kaya'yı tanırım, iyi çocuktur" bölümünü alarak komutanı yargıya müdahale etmekle suçladı. Savcının Büyükanıt hakkında ne kadar maksatlı ve kasıtlı davrandığı bu örneklerden anlaşılıyor."

Mehmet Y. Yılmaz (Hürriyet 10 Mart 2006) "Savcı Bey'e yönelik en temel eleştiri "dedikoduları" ve "ihbar mektuplarını" hiçbir araştırmaya gerek duymaksızın iddianamesine almış olması. Özellikle siyasi yönü de olan birçok davada yazılan iddianamelerin salt gazete haberlerinden ve dedikodulardan ibaret olduğunu ne çabuk unutmuşuz! Geçmişte çok işe yarayan "zorla konuşturma ve itiraf ettirme" yöntemleri de artık kolayca kullanılamaz hale geldiği için savcılar ellerinde ne varsa artık onlarla dava açmaktan başka yol bulamıyorlar."