bugün

entry'ler (65)

uçaklarda sıvı yasağı

dörtte üçü su değil miydi lan bizim vücudumuzun? dur not edeyim de ortaki ipnelere söyleyeyim ben bunu. 2,5 litre kolayı sokturmadılar amk. yukarıdan asit yağmuru yapıcaz sanki aşağı.

kavgada memleket belirtme eşiği

muğlalıyız biz diyene ne demeli.. karşı tarafı daha da cesaretlendirip iyice bir dayak yiyecek. muğlalığyık diyor bi de. sinirim bozuldu.

hastane kalabalığı

doktor odası önünde sırasını bekleyen kalabalık grubun içinde bir köşeye dikilmiş, araştırmacı gözlerle etrafı süzüyordu suzan. elinde numara yazan küçük kağıtlar ile, kapının üzerinde ara ara bir sıra yükselen elektronik tabelaya kilitlenen kalabalık ile dolmuştu koridor. bir kaç yaşlı amca ve dahaca fazla bir teyze grubu ise ellerindeki evraklar, test sonuçları ve filmlerle beraber geçilmesi imkansız bir saf düzeniyle doktor odasının önünü kilitlemiş, kapının aralanmasıyla beraber içeriye bir göz atabilme, bir soru sorabilme fırsatını bekliyordu. bu duruma anlam vermekte her seferinde zorlanırdı suzan. sonuçta kapı kapalıydı. ve herkesin elinde bir sıra numarası vardı. neydi bu merak, bu sabırsızlık.. hasta haline rağmen kendi kendine gülümsedi.

3 gündür geçmeyen boğaz ağrısı artık dayanılmaz bir hale gelince doktora gitmeye karar vermişti. alt kattan sıra numarasını almış ve muayenelerin yapıldığı bir üst kata çıkmış, kendisine verilen sıranın ne zaman geleceğini kestirmeye çalışıyordu. yaklaşık olarak 1 saat beklemesi gerektiğinde karar kılan suzan hemen bahçeye çıkmak yerine kalabalığı izlemeye karar verdi. çok iyi bir gözlemci değildi aslında. ama doktor odası ve bu odanın insan psikolojisine etkileri izlenmeye değerdi.

içeride olan bitenler bilinmesine rağmen nedense en çok merak edilen odalardan biri olmuştu doktor odası. bir kere içinde doktor vardı. nasıl bir doktordu acaba.. erkek? kadın? genç, yaşlı? aynı anda kaç kişiye bakabiliyordu? iyice bir muayene ediyor muydu? hemen tahlil istiyor muydu? içeride neler oluyordu lanet olsun! hem bu kapılarda niye cam yoktu? niye sadece içeriden açılabiliyordu? halbuki eskiden ne güzel, normal bir oda gibi girilebiliyordu doktor odasına. herkes soracağını kavga dövüş te olsa soruyor, göstereceğini gösteriyor, bakacağına bakıyordu. meraklı millettik vesselam. merakımızı dizginleyemiyordu hiçbir engel. yeri gelince kendi oğlumuzun gerdek gecesini bile gözetliyor, içten içe tezahürat ediyorduk bizim oğlana kapı deliğinden.

doktor odasının kapısı aralanınca bütün meraklı gözler oraya çevrildi. hatta kısa boynu, takım elbiseli kel bir adam koridorun diğer ucundan koşarak geldi açılan kapıya. içeriden zayıf, yaşlı bir teyze çıktı öksüre öksüre. kısa boylu kelin yetişmesine fırsat vermeden kapattı kapıyı arkasından. "iyi bi doktor, bayan, genç" diye bilgi verdi dışardakilere yaşlı teyze. kapının önünde başlayan uğultuya yetişemeden gözden kayboldu.

- bayanmış doktor hadi gene şanslıyız..
- genç doktorlar da iyi olmaz ya hadi bakalım..
- hıyar bile 3 ayda yetişmiyor be ya..
- çok da genç değil canım tecrübesi var.. üçüncü gelişim benim..
- verdiği ilaçlar çok iyi geliyormuş..
- hem erkek doktorlar çok kötü davranıyor zaten.
- geçen bi kovmadığı kaldı beni odadan. erkek değilmi nolucak.
- bayan iyidir bayan.
- her bi tarafımıza bakar..
- kaç doktora gittim de şu boğazımın şişine bi çare bulamadılar..

son cümleyi kuran teyze hastalığından bahsederek patlamaya hazır bombanın fitilini ateşlemişti.

- seninde mi şiş? ay valla benim de.. 2 ay oldu inmedi meret.
- eniştemde vardı benim böyle bir şiş. sonradan tümör çıkmasın mı?
- ay allah korusun oğlum ne diyon sen öyle?
- kişniş otu iyi gelir diyorlar ya deneyen var mı acep yavrum?
- seni kandırmışlar teyze ineklere veriyoz onu biz, mideleri bozulduğunda.
- kişniş bağırsakları kurutur yeğenim vermeyin yazıktır hayvanlara.
- hayvan be ya noolcak?

eğleniyordu suzan. gözleri kapı açılınca koridorun öteki ucundan koşarak gelen kısa boylu kele kaydı. kendisini köşeye sıkıştırıp tüm rahatsızlıklarını zorla anlatan, gitmeye yeltendikçe eliyle dizine bastırıp onu gerisin geri yerine oturtan bembeyaz saçlı yaşlı teyzenin elinden zar zor kurtulmuş, pencereden dışarıya bakıyordu. avını elinden kaçırmış yaşlı bir örümcek gibi sandalyelerden birine kurulmuş, kendisine yeni bir av gözetleyen teyzeden bunaldığı ve nefes almaya çalıştığı her halinden belli oluyordu. bir an önce işini halledip kurtulmak istiyordu bu ortamdan. kendisine soru sorulmasından, tanımadığı insanlarla muhabbet etmekten sıkılan biri olduğu besbelliydi. o sırada tekerlekli sandalyesini kendisi kullanmakta olan başka bir teyze usulca yanaştı kısa boylu kele. ceketinin eteğinden çekiştirerek daha ne kadar sırası olduğu sordu.

kısa boylu, takım elbiseli kel henüz sakinleşebilmişken gelen bu soru karşısında ne yapacağını bilemedi. ne kadar sırasının kaldığı neden ilgilendiriyordu ki bu teyzeyi? ne yapacaktı cevabı öğrenip? kendisi de iyice yaşlanınca böyle bir insan mı olacaktı acaba? çıldırmaya başladığı hissetti kel. kapının önündeki kalabalık.. sürekli soru soran, içeri girmeye çalışan, birşeyler anlatan insanlar.. yaşlı teyzeler, amcalar.. sakinliğini korumaya çalışarak "daha çok var teyze napıcan hayırdır?" diyerek sertçe cevapladı teyzenin sorusunu. teyze ise aldığı cevap sonrası kele cevap dahi vermeden sürdü sandalyesini. kısa boylu kel bakakaldı arkasından. kuruyup kalmıştı.. yok, kesinlikle hastanede kol gezen bir virüs vardı. bulaştığı insanları mutasyona uğratan, beyin fonksiyonlarının geçici olarak körelmesine, çene kaslarının ise açılmasına neden olan bir virüs.

öte yandan, suzan merdivenin başında dikilmekte olan bir gencin uzun süredir kendisine baktığının, özellikle de dizinden yarım karış yukarıda olan eteğine iyice yoğunlaştığının farkındaydı. kafasında türlü fanteziler dönüyor olmalıydı. çocuğun kafasının içine girebilse, kendisini boş bir hastane odasında, hasta yatağında yatmakta olan genç çocuğun kucağında zıplarken görecekti. işte gene bakıyordu bacaklarına. ama suzan'ın kendisine baktığının farkında değildi genç çocuk. kafasını kaldırıp dosdoğru kendisine bakmakta olan suzan ile göz göze gelince utandı genç. hemen kaçırdı bakışlarını. ama suzan onun çok kısa bir süre sonra gene kendisine, daha doğrusu bacaklarına kaçamak bakışlar atacağını çok iyi biliyordu. buna da gülümsedi. herkes kendi derdindeydi. hastalığını anlatmazsa ölecek olan teyze, zorla başkasına dertlerini anlattıran yeşil yolcu amca, bir an önce kaçıp kurtulmak isteyen kısa boylu kel, genç bacakçı.. herkesin kendine göre bir derdi vardı. bu kadar çeşit insanı aynı ortama dolduran tek şey ise doktor odasıydı. o büyülü, o gizemli, o sabırsız yer..

işini bitirip, her gün aynı manzaraların yaşandığı, kişilerin değişip oynanan rollerin aynı kaldığı bu yerden ayrılmakta olan suzan son bir kez baktı bu kalabalığa. gidişini bir tek bacakçı farketmişti. nasıl olsa gidiyor artık cesaretiyle kafasını kaldırmış bacaklarına bakarken kendisine doğru ağır ağır yaklaşmakta olan bembeyaz saçlı teyzenin farkında değildi.

entry giriş cümleleri

yazının devamının okunmasına etkisi büyük olduğundan önemli cümlelerdir ancak bokunu çıkaran arkadaşlarımız da yok değil. Örneklerle pekiştirelim:

giriş 1: açılın lan amına koduklarım!

bu girişten sonra o kadar gerçekçi, şok edici veya o kadar komik olmalısın ki anlatamam. yoksa bu iddialı girişi adamın götüne sokar yazar milleti. oradan bi açılırlar tek başına piç gibi kalırsın o başlıkta. mına kodumun at kafası seni. ama milleti etkilemeyi başarabilirsen senden kralı olmaz. eşek sikildiği yere gider hesabı bırakmayız peşini.

giriş 2: insanlar doğar, büyür eeh sikicem tanımını da cümlesini de.

bu isyankar ve sabırsız girişlere sahip arkadaşlar herşeye isyan, herşeye karşı olan arkadaşlardır. tanımı da siker, formatı da siker, moderasyonu da siker, yeterli olanaklar sağlanırsa kendisini bile siker. bu arkadaşlara sakin yaklaşmak gerekir. Çünkü sikilebilir şeyler listesinde nick altınız da vardır muhakkak. ne gerek var itle uğursuzla uğraşmaya. ulusun efenim.

giriş 3: öyle uzun ve hüzünlü bir geceydi ki..

olm kızlar piç erkeklerden hoşlanıyorlar artık. kim siker senin geceni, hüznünü?

giriş 4: şu ana kadar kendime bile itiraf edemediğim..

sen allahından bul yalancı, pis, köpek.

giriş 5: sevişmek ya da sevişmemek, işte tüm mesele buydu.

senin sevişme diye bir meselen olsaydı bile, sikimizde olmazdı inan. ama gene de dürüstlüğünden ötürü kutlarım seni çocuk. gözleri ala çocuk. bir gün sevişeceğini biliyorum. güzel günler görecek, motorları maviliklere süreceksin. yavaş kullan.

bi de entry'yi bitirme cümlesi var. o siktiminin cümlesini ben de henüz kuramadığım için önce bi öğrenmem lazım. sonra yazarım. selametle. canlarım benim ya..

türk şehir efsaneleri

dini, tarihi, coğrafi, seksi ve diğer efsaneler olmak üzere 5 gruba ayrılır. açıklayıcı olmak için her birine örnek vermek gerekirse:

dini: anaya babaya çocuğu vurmak istemiş te allah taş etmiş. en büyük günah buymuş.

tarihi: bu padişahlar krallar sarayda birbirlerini sikiyolarmış zaten.

coğrafi: bizim ataların bi kısmı sağa gitmiş kızılderili olmuş bi kısmı sola gitmiş türk olmuş. (sinirim bozuldu amk)

seksi: hatun vajinusmusmuş amına koyim, herif içine girince karı bi kitlemiş kendini itfaiye bile ayıramamış bunları.

diğer efsanelere bir çok örnek verilebilir ancak işyerinde güzide bir arkadaşım sağolsun ara ara karıştırarak güzel örneklek doğaçlıyor bize. yalancı piçin teki ama güldürüyor ipne. neymiş efendim padişahın biri başka bir ülkenin kralını bafilerken kral bi kitlemiş kendini.. pipisi sıkışan padişah ibibik kuşu gibi çığırmaya başlamış. sesine koşan oğlu babasını bu halde görünce tutamamış kendini, okunu çıkarıp babasına nişan almış ta taş olmuş. meğer kızılderili kanı varmış çocukta. okla baltayla geziyormuş piç.

sonra hepsi pargalıya.

türkiye ekonomisinin 2012 de yüzde 6 büyümesi

bize sürekli büyüyen bir şeyler var zaten.

ekonomisini büyüten kesimlerin ülke nüfusuna oranını açıklasalar keşke bir de. halkın alım gücünü birebir açıklayan enflasyonu nasıl hesapladıklarını, hangi kalemleri o hesaba dahil ettiklerini açıklasalar.. işsizlik oranlarını açıklasalar, dış borcumuz ve cari açığımızı açıklasalar.. bu değerler akp hükümeti ilk kurulduğunda kaçmış şimdi kaç olmuş onu bir açıklasalar.. o zaman anlardık bizi kimin bir şeylerini büyüttüğünü.

kalkmışın imanı olmazmış gerçi. yani durmak yok, sikilmeye devam efenim.

saygılar.

otuz birci

prensipleri olması gerek insandır. olmalıdır ki kendisiyle otuzbirci diye dalga geçilmesin, aşağılanmasın, hor görülmesin.

1- otuzbirci kimseyi sağ kolu olarak görmemelidir. varsa yoksa onun sağ elidir. sağ elinden gayrısı, sağ kol, sağ bacak, sağ kulak vs. hepsi yalandır. kurduğum alakayı sikeyim ama bu böyledir.

2- bu yüzdendir ki bir otuzbirci sağ elini asla, kesinlikle, sol eliyle bile aldatmamalıdır. kendisine cinsel ilişki teklifi edilse bile o teklifçinin suratına sağ eliyle okkalı bir tokat indirmelidir.

3- her aklına geldiğinde değil, elinin ve çükünün aynı anda ihtiyaç duyduğu zaman çekmelidir otuzbirini. otuzbirin çekileceği ortam iyi havalandırılmış, tertipli ve düzenli olmalıdır. 3 çeşit, farklı boylarda peçete kenarda hazır bulundurulmalıdır.

4- otuzbircinin temel felsefeleri arasında "bugünün işini yarına bırakma" ve "kendi işini kendin gör" felsefeleri ilk iki sırayı paylaşmalıdır.

5- her türlü yakalanma olasılığına karşı otuzbirci hazırlıklı olmalıdır. 7 metre ileriden üzerinden kalkılan koltuğu, kapatılan televizyonu, açılan kapıyı hissetmelidir. gözleri görmüyor olabilir, kulaklarıyla görmeyi öğrenmelidir. (tarkan - marsın kılıcı dk. 68)

6. otuzbir malzemelerini özenle seçmelidir otuzbirci. şerefine çekilecek kadın asla selülitli, şekilsiz şemalsiz, pejmurde bir kadın olmamalıdır. öyle bir kadın olmalıdırki duyduğunda kendisiyle gurur duymalı, eşe dosta büyük bir övünçle anlatmalıdır.

7. malzeme olarak video kullanılacaksa, daha önceden izlenmemiş yüksek çözünürlüklü ve 15 dakikadan uzun bir video olmalıdır. video uzunluğu demişken otuzbir çekme süresini de belirtmek gerekir. 5 dakikadan kısa sürecek bir operasyon söz konusu ise asıl videonun yanısıra boşaltmayı geciktirici bir reha muhtar videosu olsun, ibrahim tatlıses klibi olsun hazır bulundurulmalıdır. ideal süre 10-12 dakika arasında olmalıdır.

8. otuzbir sonunda kesinlikle boydan yıkanılmalı, ecnebi ecnebi ortalıkta dolaşılıp milletin şansı kaçırılmamalı, başına kötü bir iş getirilmemelidir.

bu 8 kural otuzbirin 8 altın kuralıdır. 31 kural yazmak isterdim ama bokunu da çıkarmamak lazım. altı üstü elimizi sikicez amk.

fuhuş şifresi 0 ile 1 e aynı anda bas

olayın ana bileşenleri olan çük ve kukuyu simgelemesi açısından 1 ve 0 rakamlarına aynı anda basılması..

beynimi böyle gereksiz bir ayrıntıyla meşgul etmem..

o butonlardaki elektriksel bağlantıyı revize eden adamın psikolojisi..

hala beynimi meşgul etmem..

nazlı ılıcak

sivas katliamının nedeninin aziz nesin'in tahrikleri olduğunu belirtmiş. canım benim.

--spoiler--
"Dine hakaret etmek zaten ceza kanunumuzda da suç sayılmaktadır" diyen Ilıcak, Aziz Nesin'in sözlerinin suç olduğunu vurguladıktan sonra "ama tabii bunun karşılığı da bu olmalıdır şeklinde anlaşılmak istemem..." dedi.
--spoiler--

canım benim yaa ne güzel konuşmuş. yıllardır söylenmeyeni söylemiş, elden giden dinimizi kurtarmış, bize yeniden müslüman olduğumuzu hatırlatmış. iyi de bitanem tamam dine hakaret etmek suç, peki adam yakmak? içeride insanlar yanarken sevinç çığlıkları atmak? yangını söndürmemek? olan biteni sadece izlemek? müdahale etmemek? asıl sorumluları saklamak? olayın üstünü örtmeye çalışmak? gündemden düşürmek? 20 sene sonra bile ceza verememek? vatana millete hayırlı olsun demek? hala utanmadan arlanmadan aziz nesin'i sorumlu tutmak?

ben bu açıklamalardan sonra nazlı ılıcak'a küfretsem, bıçaklasam veya öldürsem ve beni tahrik etti desem haklı olacağım yani. bana da zaman aşımı uygularlar mı acaba? en azından küfrederim lan.

unutulmaz cm olayları

arsenal'i 3 sene üst üste şampiyon, son sene de şampiyonlar ligi şampiyonu yapmamın akabinde sıkılıp istifa ettikten sonra yaşadıklarımdır.

tekrardan beni isteyeceklerinden emin bir şekilde istifa ettikten 2 gün sonra, sanki ben hiç varolmamışım, hiç o klübe antrenörlük yapmamışım gibi arsene wenger'i tekrardan takımın başına getirdiler. ulan şerefsizler, herif senelerdir ne bi şampiyonluk yaşatmış ne adam gibi bir başarısı var ne iş lan bu? takımı herifin elinden alıp 3 sene gece gündüz emek vermişim, ter akıtmışım, kupa üstüne kupa kaldırmışım nasıl görmezden gelirsiniz olm beni? o sinirle yeni bir teknik direktör ekleyerek arsenal'e atadım kendimi. atar atamaz da istifa mektubumu fırlattım yönetimdeki adi heriflerin suratına. siklemediler doğal olarak ve hoop arsene wenger gene takımın başına. tekrardan yeni bir isimle geçtim arsenal'in başına ve ilk gün, yönetime stadyumu büyütmezlerse siktirolup gideceğimi söyleyerek ültimatom verdim. zaten fırsat kollayan pezevenkler beni siktiredip anında arsene wenger'i teknik direktörlüğe yeniden getirdiler.

bu ne arsene sevdasıymış arkadaş? dalağını siktiğimin klüp başkanıyla nasıl bir ilişkisi var bu herifin? ne olaylar dönüyor gizli kapılar arkasında? bulamadım, çözemedim ve boynumu bükerek kendimce yeni bir sayfa açtım teknik direktörlük hayatımda. arsenal benim için bitmişti artık. diğer klüplerden teknik direktörlük için teklif üstüne teklif yağacak diye kendimden emin bir şekilde yaklaşık 10 gün bekledim. 10 gün boyunca teklif gelmeyince hafiften kıllanmaya başladım ve antrenörünü kovmuş olan liverpool'a başvuru yaptım. benden iyisini mi bulacaklardı? arsenal'in başındayken her maçta yenmiştim onları ve her maçta yenmeme rağmen kendilerine övgü üstüne övgü yağdırmış, gerrard hakkında olumlu eleştirilerde bulunmuştum. başvurum için teşekkür edip başka bir isimle anlaştıklarını görünce aston villa'ya yöneldim. adiler teşekkür bile etmeden, 2 gün sonra başka birini aldılar. can havliyle boşta olan tüm klüpleri sıraladım ve sırasıyla hepsine başvurdum. bu dengesizliğimi farketmiş olacaklar ki hiçbiri beni kabul etmeyerek başka isimlerle anlaştı. şaka gibi. piç gibi ortalıkta kalmıştım.

sezonun ilk yarısını arsenal'i ve başvuru yaptığım diğer klüpleri izleyerek boşta geçirdim. aldıkları her başarısız sonuçtan sonra baykuş sikmiş fare gibi seviniyor, delicesine mutlu oluyordum. arsenal onuncu, liverpool dokuzuncu sıradaydı ama bunlar azdı bile bunlara. daha beter olmalı, rezil rüsva edilmeliydiler. ama değişen bir şey olmadı ve başarısız sonuçlara rağmen aynı isimlerle yollarına devam ettiler..

sezonun ilk yarısı bitince süpriz bir şekilde italya'nın atalanta takımından teklif aldım ve bavulumu toplayarak klübün bulunduğu bergamo yollarına düştüm. ligdeki en büyük başarısı 1948'te 5.lik olan klüpte geçirdiğim iki sezonda kayda değer bir başarı gösteremeyince buradan da istifa ettim. istifadan sonra yönetim "gel etme eyleme iyiydik böyle" dese de istemedim. hiçbir şey arsenal'deki gibi olamazdı.

o hayal kırıklığıyla oyundan çıkıp bilgisayarıma girdim ve program ekle kaldır'a tıklayıp cm'nin üzerine geldim. gözyaşları içerisinde oyunu silerken hala arsene wenger adlı orospu çocuğundan ne eksiğim olduğunu düşünüyordum. unutulmaz..

sevgilinin çok tombişim değil mi diye sorması

serhat ulueren'e telefonla bağlanmış ve o polemik çıkartacak soruyu sormasını bekleyen bir katılımcı gerginliğinde, aslında uzun süredir bekliyordum bu soruyu. epey zamandır konunun buraya gelmemesi için ustalıkla mevzuyu değiştiriyor, obezite diye girdiğimiz konuyu 11 eylül saldırılarına ve dünya üzerindeki etkilerine getirebiliyordum. ama her seferinde aklını aldığım sevgilim taktiğimi anlamış olsa gerek, bu sefer ağzını açar açmaz, araya girmeme ifırsat bile vermeden direkt sormuştu o soruyu. kafaya koymuş, ağzıma sıçacaktı. kaçış yoktu..

seçenekleri düşünmemin bir anlamı yoktu. her iki cevapta da önce suratını asacak, sonra kendisini aslında hiç sevmediğimi söyleyecek ve ağlamaya başlayacaktı. o yüzden fazla düşünmedim. "olur mu aşkım inceciksin dünyalar güzelim benim" dedim.

son zamanlarda çok kilo almışmış, ben farketmemişmişim, zaten onla ilgilenmiyormuşmuşum, hep aynı şeyi yapıyormuşmuşum falan filan. biliyorum öküz kadar oldun. hayvan gibi yiyorsun her oturduğunda. bir oturuşta 2 büyük pizza devirip, yanısıra 2.5 litre kola içiyorsun. ama böyle denir mi aşkım? yakışır mı bana? çoğayıp.. hiç tanımamışın beni..

komün yaşam

- gel la adamım pes'te veriyim eline avcuna.
+ lan gene mi sen? bi siktir git oğlum belamısın, bidaa girmicen demedim mi lan ben sana buraya?

kabus her geçen gün daha da büyüyordu. ipini sapını koparan herkes gelmeye başlamıştı artık. batak, okey ve play station oynayanlarla, sabahtan akşama kadar çay içip sonra siktirolup gidenlerle ve en acısı da bir iki masa birleştirip saatlerce karı kız muhabbeti yapanlarla dolmuştu komün yaşam merkezim. bu topluluğu kontrol edemiyordum artık. batak masasından koparıp bir eylem, bir aktivite, bir reklam kampanyası için adam bulamaz olmuştum. oysa ilk zamanlarda böyle miydi, veya böyle mi hayal etmiştim bu güzelim yeri. en iyisi hikayeyi en baştan anlatmak pek devrimci komün kardeşlerim.

üniversite 7. sınıfta aklıma gelen bu dahiyane projeyi bütün arkadaşlarım büyük bir heyecanla karşılamış, mükemmel bir fikir olduğu konusunda birbirleri ile yarışmış, bu oluşumda bana maddi manevi her türlü desteği vereceklerini üst üste tekrarlamışlardı. onların bu heyecanı beni daha da coşturmuş, inceden olaya girmeye başlamıştım. bir komün yaşam merkezi kuracaktım. sabahtan akşama kadar cafelerde çay içen, batak oynayan, dergi okuyan ve muhabbet eden üniversite gençliği -ki ben kendilerine lüzumsuzlar diyorum- hedef kitlem idi. bir dükkanın, mağazanın açılış aktivitesi, bir ramazan eğlencesi, bir markanın 100 kişiyi kendi t-shirt'ünü giydirip şehire salarak yapacağı reklam, sevgilisine evlenme teklifi edecek, bir arkadaşına eşek şakası yapacak herhangi biri için istediği kadar adamı ve aktiviteyi sağlayacağım bir merkez kuracaktım. bu iş için hizmet vereceğim müşterilerden parayı alacak ve tüm merkez üyelerimin ücretsiz, veya çok az bir ücretle faydalanabileceği merkezime kitap, play station, çay ocağı, nargile, kağıt ve hatta araba alacaktım. üye kartı bile çıkaracaktım. üyelerim ve en önemlisi ben kesinlikle paradan yararlanmayacak, tüm para komün üyelerinin faydalanabileceği şeyleri satın almak için kullanılacaktı. üyelerin bu imkanlar karşılığında tek yapmaları gereken aldığım işlere katılmak olacaktı. akşama kadar öğrencilerin anasını belleyen cafeler, barlar siki tutacak, komün yaşam merkezim dolup taşacaktı. çalıştırdıkları adamın emeğine biçtikleri 5 kuruşluk parayı bile onlara çok gören küçük reklam ve organizasyon şirketleri öyle kolayca köşeyi dönemeyecekti. hepsinin amına koyacaktım. asıl amaç insanlar, daha doğrusu üniversite öğrencileri cafelerde ömür çürütmemeliydi, merkezimde kitap okumalı, tiyatro yapmalı, müzik dersi vermeli ve özgürce, yapılacak aktivitelerde rol almalıydı.

ilk hesaplamaları yaptım ve bu işe girmek için başlangıç olarak 10.000 lira gibi bir rakam gerektiğinde karar kıldım. ilk iş olarak pek muhterem kadim dostlarım ali ve utku'nun kapısını çaldım. direkt para mevzusuna girmeyecek, daha önceden defalarca üzerinde konuşup planlar yaptığımız komün yaşam projesi konusu kendiliğinden açılacak ve onlar heyecanlı heyecanlı tartışırken birden artık uygulama aşamasında olduğumuzu sevinçle haykıracaktım yüzlerine. konuyu ilk olarak onların açmasını bekledim. ama buluşmamızın üzerinden 1.5 saat geçmiş olmasına rağmen ne utku ne de ali şerefsizi bir türlü konuyu açmıyor, alakasız konulardan bahsediyorlardı. arasıra bana dönüp "hemi adamım" diyerekten konuştukları sikimtrak konuları onaylatıyor, bense içimden" he amına koduklarım he" diyerek onları onaylıyordum. en son ali ipnesi görüştüğü son işyerinden de olumsuz cevap aldığını anlatırken artık dayanamadım ve "olm siktiret işi gücü, kuruyoz mu komün yaşam merkezini?" diyerekten mevzuya daldım. utku şerefsizi ali'nin vereceği cevabı beklemeden hemen olumsuzlukları sıralamaya başladı. yok efendim yan gelirin olmadan karnını doyuramazmışsın, götün açıkta kalırmış, o kadar insanı kontrol edemezmişsin, merkeze alacağın arabaya kız atıp alem yaparlarmış diye hebele hübele konuşup resmen muhabbetin içine sıçtı. boka bakar gibi yüzüne bakıp "sen ne dersen de oğlum ben bu işe başlıyorum, hatta kiralayacağım yeri bile ayarladım" dedim. masada derin bir sessizlik oluştu. konunun para mevzusuna geleceğini ben daha cümlemi bitirmeden anlayan ali şerefsizinin ağzını bıçak açmıyor, o coşkulu, o projeperver devrimci kişilik telefonunun menüsünü anlamsızca karıştırıyordu. utku ipnesi ise bildiğin, yalandan birine mesaj yazıyordu. demek benim projem hakkında sadece yorum yapmış olmak için, gülüp eğlenmek için konuşup coşmuşlardı. uygulamaya geçeceğim ve bir gün kapılarını çalacağım bir an olsun akıllarına gelmemişti. hiçbir şey söylemeden sessizce kalktım masadan.

o sinirle asıl kadim dostum ismail'i aradım. ismail saygıdeğer bir kapitalist bankada çalışan ve zamanında projem hakkında olumlu yorumlar yapmış, çevresinde sevilip sayılan bir insandı. kendisine artık uygulamaya geçtiğimi ve 10.000 liralık bir krediye ihtiyacım olduğunu söyledim. bende sike sürülecek akıl olmadığını noktalama işareti olarak kullanarak cümlelerini tamamladı ama yine de yarın gelip krediyi çekebileceğimi söyledi. kendi işimi kendim görecektim. kimseye ihtiyacım yoktu.

parayı çekmiş, mekanın ilk ay kirasını ödemiş ve geniş arkadaş çevrem ve onların arkadaşlarının da katıldığı mükemmel bir açılış yapmıştık. etrafta biriken kalabalık ne açıldığını zerre kadar anlamamış olsa da coşkumuza katılmış, ara sıra atılan "yaşasın komün yaşam merkezi" sloganlarına bile katılmıştı. ancak bu kalabalık ve bu devrimci sloganlardan sonra 5 adet çevik polis minibüsünün ve bir adet panzerin birden ortaya çıkıp sirenlerini çalarak kalabalığı dağıtması fazla uzun sürmedi. düşünülenin aksine bu durum benim ve merkezim için mükemmel bir reklam aracı olmuş, eskişehir gazeteleri ve televizyonlarında günlerce plan ve projelerimi anlatabileceğim bir imkanı karşıma çıkarmıştı. bu imkanı çok iyi bir şekilde kullanarak bütün şehrin konudan haberdar olmasını sağladım. üye sayımız her geçen gün artıyor, her geçen gün daha da popüler oluyorduk. ilk ayın sonunda 750 üye olmuştuk. tüm şehir bizden ve aktivitelerimizden bahsediyordu. mükemmel doğum günü ve evlilik teklifi süprizleri gerçekleştiriyor, harikulade renkli açılışlar ve halk eğlencelerinde boy gösteriyorduk. kazandığımız parayla merkeze 4 adet play station, mini bir kütüphane, bir bağlama, bir gitar ve en önemlisi bir adet çay ocağı almıştık. bir zamanlar sadece hayallerimi süsleyen bu merkez akıl almaz bir hızla gelişiyordu. 6 ayın sonunda üye sayımız 2500'ü bulmuş, komün yaşam merkezinin bulunduğu iş hanını komple merkeze dahil etmiş adeta bir komün yaşam kompleksi haline gelmiştik. özel televizyon kanalları, haber ve eğlence programları, radyolar, gazeteler bizden bahsediyor, hakkımızda akademik makaleler, sosyolojik tezler yazılıyordu. ben ise gelişmeleri sadece gülümseyerek takip ediyor, insanlara nasıl daha faydalı olabilirim, onlara daha nasıl imkanlar sağlayabilirimin peşinden koşuyordum. amaç paranın olmadığı kültürlü bir toplum yaratmaktı. kütüphanemize tolstoy, dostoyevski, marx, yaşar kemal ve daha bilimum nice yazarın sayısız kitabını dahil etmiş, toplu müzik kursları açmış, açık hava konserleri ve tiyatro gösterileri başlatmış, rutin olarak her cumartesi ülke meselelerinin konuşulduğu açık hava tartışma günleri etkinliğine start vermiştik. tüm şehir çok mutluydu.

tabi bu sırada zamanında eskişehir'in olmazsa olmazı olarak gösterilen öğrenci mekanları cafeler sinek avlar olmuştu. tehdit üstüne tehdit alıyordum. topluluğa yaptığım bir konuşmamda sarf ettiğim "duvarlara karikatürler yapıştırarak, ilginç aksesuarlar koyarak bir kültür yarattığını sanan ve bu sayede mekanını doldurarak 3.5 liraya sevgili öğrenci kardeşlerime çay satan oportünist cafe sahipleri" cümlesini üzerine alınarak ecasen’i (eskişehir cafe sahipleri sendikası) kuran 3 cafe sahibi beni adalar'da satırla kovalamış, karşıdan bando çalıp "eskişehirspor oleyyy" marşlarıyla yaklaşmakta olan komün yaşam merkezi üyelerinin beni farketmesi ile ölümden son anda kurtulmuştum. şu an bu uzun cümleyi kurabiliyor isem o arkadaşlar, daha doğrusu yanlarındaki çılgın eskişehirspor taraftarları saksafon, trompet ve trompet çalmakta kullanılan sopaları bir silah olarak ustaca kullanabildiği içindir.

2. yılımızın ilk günlerinin mutluluğunu yaşadığım günlerin birinde nerdeyse adlarını dahi unuttuğum ali ve utku isimli eski dostlarım ziyaretime geldi. onları mutlulukla karşıladım. çay ocağından üç çay söyleyerek koyu bir muhabbete daldık. eski günleri yad ettik. başarılarım için beni ısrarla tebrik edip sonunda esas mevzuya geldiler. satın alacakları portakal ve zeytin bahçeleri için benden borç para istiyorlardı. onlara yırtık cebimi göstererek ne bende ne de şirket hesabımda para olmadığını anlattım. ama bir türlü 3000 kişilik bir şirketin nasıl parasının olmayacağını kafaları almıyordu. onlara benim asıl amacımı hala anlayamamış oldukları için küfrettim. zaten ağzımı burnumu kırmak için küfretmemi bekleyen ve parasız olduğum için daha da cesaretlenen bu iki yavşak bana ve komün yaşam merkezime ağza alınmayacak hakaretler edip ağzıma ağzıma vurdular. kapıdan çıkarken "hakiki komün yaşam merkezi" adıyla rakip bir şirket kurarak beni sikerteceklerini de eklemeyi ihmal etmediler. o günden sonra onları bir daha görmeyeceğimi biliyordum, veya ben öyle sanmışım.

2 yılın sonlarına doğru işler boka sarmaya başladı. pek sevgili komün topluluğumun içindeki o kapitalist ve tüketici ruh uyanmıştı. o üreten topluluk gitmiş yerine akşama kadar oyun oynayan, televizyon izleyen, tolstoy yerine boxer dergisi okuyan, sağda solda yiyişen ve göbeğini kaşıyan bir topluluk gelmişti. geri dönülmez bir yola girdiğimizi hissetmeye başlamıştım. gene bir sabah bu düşüncelerle uğraşırken birden memed ali girdi içeri. memed ali merkezimizin çay işleri emekçisi idi. ama emeği takdir edilmemiş olsa gerek ağzı burnu kan içindeydi. durumu anladım. çay için verilen parayı almadığı için ikinci kez serhat ve arkadaşlarından dayak yemişti. serhat’ı yanıma çağırdım ve neden böyle bir şey yaptığını sordum. "artık para kazanmak ve kendi kazandığım parayla cafede yanımdaki kızlara hesap ödetmeden artizlik yapmak istiyorum abi, çok bunaldım ben böyle" dedi. hak verdim kendisine. odama, bilgisayarımın başına döndüm ve üyeler.xls dosyasından serhat’ın üyeliğini anasına söverek silerken birden akşamki etkinliği hatırladım. akşamki açılış için hala 20 adet ilave palyaço ayarlamam gerekiyordu. ama 3000 kişinin içinden 20 kişi bulamamıştım. endişe ile kapıya yönelip aşağıda türlü oyunlar oynayan topluluğa seslendim. kimse beni siklemeyince sesimi daha da yükselterek bu akşam için 20 gönüllü palyaçoya ihtiyacım olduğunu söyledim. ancak toplulukta homurdanma başladı. sıkılarak sikenimi arasınız, gınaa gelip sikenimi arasınız, yetti ulan deyip sikenimi ararsınız… derin bir üzüntüyle odama döndüm. çöküşe geçmiştik artık, bu çok belliydi. sonraki hafta toplu müzik kurslarımız sona erdi. bağlama ve gitar hocalarımız artık bar ve cafelerde çalıp para kazanmak için aramızdan ayrılmışlardı. siktiğimin palyaçoları ise kendi palyaço şirketlerini kurmuşlardı. nitelikli ne kadar adamım varsa birer birer kaybediyordum. kalan adamların nitelikleri ise bir zamanlar iyi vakit geçirilir düşüncesiyle aldığım kağıt, okey, play station gibi araçlarla köreliyordu. ne bir kültürel aktivitemiz ne de bir halk etkinliğimiz kalmıştı. içeri giren çıkan uğursuzun haddi hesabı yoktu. bir it sürüsüne dönüşmüştü güzelim topluluk. komün yaşam merkezim ise bir fare yuvasına.. evet tam bir fare yuvası olmuştu artık burası. aldığımız işler gözle görülür bir şekilde azalıyor, merkezde düzenlenen batak, tavla turnuvalarının sayısı ise ters istikamette hızla artıyordu. göz göre göre batıyorduk. batmamız değil de insanların yozlaşması ve kapitalist kültüre yenik düşmeleri içimi paralıyordu. derin bir üzüntüyle kütüphaneye yürüyüp marx'ın ölümsüz eseri das kapital'i yarım saatliğinede olsa okumak için arandım. ama bulamadım kitabı. kitapları çalıp satıyorlar mı ipneler diye düşünürken bir masanın üzerinde gördüm. nedense buna inanılmaz derecede sevindim. demek hala kendini bozmamış, das kapital okuyan kültürlü genç arkadaşlar vardı. kitabın rastgele bir sayfasını açtım. işçi sınıfı ve patron sınıfı arasındaki çıkar çatışmaları diye bir paragraf beklerken karşıma king ve batak puanları çıktı. it oğulları güzelim kitabın her bir sayfasını boşluk bırakmamacasına doldurmuş, yazılardan boş kalan yerleride cinsel organ resimleriyle tamamlamışlardı. üzüntüyle eve gittim, saatlerce uyudum.

düşünceli bir şekilde merkeze doğru yürüdüğüm bir akşam şirket arabalarından birini merkezin arkasındaki sokakta park etmiş halde gördüm. içerisinde birilerinin olduğu belli oluyordu. selam komün kardeşlerim demek için yanaştım ve ne göreyim! grup olarak yaşama kavramını abartmış iki kız ve iki erkek delice sevişiyor ve arabayı adeta bir hallaç pamuğu gibi sallıyorlardı. demek utku haklıydı! işte o an çıldırdım. delirmiş bir halde merkeze girdim ve kapıyı son hızla arkamdan kapattım. noluyo amuğa goyiiim diyerekten batak masasından kalkan kafalar bana yöneldi. komün piçlerine hiddetle soluyarak baktım. huzursuzlandılar. sonra bende film kopmuş diye anlatıyorlar. deli gibi ordan oraya saldırmış, piçleri önüme katarak kovalamışım. hamamböceği gibi kaçışmışlar. bazılarını porsuğa kadar kovalayıp dereye döktüğümü söylüyorlar. hiçbirini hatırlamıyorum. küpeli ve uzun keçi sakallı bir yavşağın sakalını ateşe verip, omzuna çıkarak kafasını ısırdığımı sonradan beni çekmiş amatör bir kameranın videosunda izledim. fare yuvasını dağıtmıştım..

olmamıştı. insanın içindeki kapitalist ruhun ve kültürün asla ölmeyeceğini acı bir şekilde anladım. merkezi kapattım. elimde hiçbirşey kalmamıştı. koca şehre rezil olduğumdan ve 17500 liralık kira borcundan ise bahsetmek istemiyorum.

bir gün bir ağaç altında otururken az ilerimde üç adet bmw durdu. birinden ali, birinden utku, birinden ise ismail indi. konuşarak bana doğru yaklaşıyor, bu sırada da arabalarını ellerindeki anahtarlarla cılık cılık öttürerek eğleniyorlardı. beni fark etmediler. yanımdan geçerken ismail’in kıbrıs’taki yeni yatırımlar hakkında diğerlerine brifing verdiğini duydum. böğürerek ağlamaya başladım.

hamile rahatlığı

başka bir zaman olsaydı o kadın o kadar milletin arasında memesini çıkarıp kaşır mıydı?

işte bu rahatlıktan bahsediyorum. çoksa hamileliğin pek rahat bir tarafının olmadığını ben de tahmin edebiliyorum.

şu hormonlar yok mu.. dünyanın gidişatını belirliyor ipneler. insan davranışları üzerinde öyle keskin etkileri var ki.. kadın hamile kalınca da "bişey oluyo lan hadi salgılanalım amına koyim" diyerekten devreye giriyor şerefsizler. rahatlık ve dünya sikimde olmaz adlı hormonlar maksimum seviyeye ulaşıyor ve çıtı pıtı, bakımı makyajı kuaförü eksik olmayan, diyet bağımlısı alımlı ve çekici bir bayanı tanınmayacak hale getiriyor.

çocuğu doğurduktan sonra da devam eden rahatlıklar var ama şu an konumuz o olmadığı için pas geçiyorum.

ama ne olursa olsun çok sevimli görünüyorlar. tavsiyem zaten oldukları gibi rahat bırakılmalarıdır. çünkü aşırı alıngan ve akabinde saldırgan olabiliyorlar. ayak parmaklarını gözünüze sokup gece yatarken kasten üzerinize işeyebilirler. aman diyim.

iş görüşmesi

yeni bir şirketle anlaşalı 10 ay oldu sözlük. o son anlaşma günü hatırıma gelince yazmadan duramadım.

iyi bir işyeri olunca ve beklediğimin üzerinde bir maaş teklif edilince sözleşmeyi yutarcasına okuyup imzaladım. zaten ik sorumlusu imzalayacağımdan o kadar emindi ki ben gelmeden tüm formları hazırlayıp kendi yerlerini imzalamıştı bile. neyse sonuç olarak "işte böyle koyarlar çocuğu" sırıtışı ile şirketten çıkıp halkın arasına karıştım.

işi almıştım ama psikolojim gene bozuldu. beklentilerinizin üzerinde bir teklif gelince hele, ufaktan bir özgüven artışı, bu özgüven artışına bağlı gelişen göt kalkıklığı, efendime söyleyeyim çevredeki insanları beğenmemeler falan daha ilk dakikadan etkisini göstermeye başlamıştı. dolayısıyla çıkar çıkmaz bir taksi çevirdim. ne o öyle yürümeler falan eskisi gibi. dikildim taksinin arka kapısının önüne. bir kaç saniye geçti bu şekilde. ben taksiciye bakıyordum taksici bana. bi süre öyle bakıştıktan sonra "ee kapıyı açmayacak mısın" diye işaret yaptım. sanki mercedes marka makam aracımın özel şoförü amk. "kapı kilitli değil açık" dedi şoför. "yok kalkıp sen açacaksın" dedim. hiçbir şey demedi. başparmağını işaret ve orta parmağının arasına sokup bana doğrulttu. o şokla kendime geldim.

napıyordum allahım ben? "daha 2 gün öncesine kadar iş arıyordun iyi bir iş buldun diye adam mı oldun it" diye kendime kızarak taksiden uzaklaştım. çevre yoluna kadar yürümeye karar vermiştim. zira biraz yürüyüş iyi gelecekti. canavar gibi bir motor sesi duyunca hızla arkama dönüp baktım. taksici yetişmişti bana. arabayı üstüme doğru sürünce kendimi kaldırıma zor attım. son kez hareket çekip uzaklaştı. haklıydı piç..

bu ikinci şoku da atlattıktan sonra cep telefonumu çıkardım cebimden. bütün sevdiklerimi arayıp iyi bir işe girdiğimi tek tek haber verince vücutta ve özellikle göt bölgesinde gene bi hareketlenme başladı. gözleri kısarak çevreye bakış atmalar, dudak büzmeler, hiçbir şeyi beğenmeyen piç surat ifadesi tekrardan yerleşmişti yüzüme. yok buna engel olamıyordum. hızlanan kan dolaşımım, tüm hormonlarım ve beynim buna engel oluyordu. izmir otobüsünü beklerken celal bayar üniversitesi izmir servisi geldi yanaştı. atladım tabi hemen. içi cbü öğrencileri ile doluydu. arkaya doğru yürürken her birinin yüzüne adam mısınız lan siz bakışı ile baktım. siklemediler haliyle. geçtim en arka sıraya oturdum. bu sefer arkalarından acıyarak baktım bunlara ama farketmediler tabi. enikler daha okuyacaklar, staj yapacaklar, askere gidecekler, iş arayacaklar diye düşünürken birden kendimi tutamayıp "yazık lan size koduklarım. hahahahaha acıyorum size zavallılar, fakir piçler!" diye haykırdım.

öndeki dörtlüde oturan gerçekten piç bir grup haliyle kalktı yerinden. biri bi omzuma diğeri diğer omzuma koydu elini. üçüncüsü kravatımla uğraşırken dördüncü de kolları sıvamaya başladı.

+ ne dedin lan sen!
- abi şey.. valla bak.. ben yeni işe girdim de, heyecandan valla ne dediğimi bilmiyorum kusura bakmayın nolur.
+ geldiğin yeri unutma koçum, sen de öğrenci oldun.
- haklısın abi,
öğrencilik kutsal tabi.
allah benim belamı versin abi
bi daha olmaz.

korkudan doğaçlama şiir besteliyordum resmen. sikmeseler bari diyen cem yılmaz gibi titriyordum. allahtan iyi abilermiş de nasihat verip bıraktılar beni. zaten biraz daha üstüme gelselerdi "burdan buyrun abi" diyerek arkamı dönecektim. ucuz atlatmıştım. derinden bir ohh çekip yeniden yaslandım koltuğuma. kafamı cama dayadım ve izmire varana kadar bakamadım otobüsün içindekilere.

ama o ipneler staj istemeye gelecekler kucağıma. aklımdasınız oğlum.

çocuk parkında çocuk dövmek

askerliğin ilk günü sudan çıkmış balık gibi olur erkek. o ana kadarki entellektüel birikimi, sosyal yaşantısı, başarıları, başarısızlıkları, sarı saçı, mavi gözü tamamen önemsizdir. nizamiyeden girerken sayaç sıfırlanır ve herkes orijinden başlar oradaki hayatına.

Nizamiyeden girişte ilk olarak ne kadar elektronik alet edevatımız varsa onları aldılar. sonra sigorta için para yatırma kuyruğuna girdik. Askerde iken ölürsek ailelerimize yalan olmasın ama yaklaşık 30000 tl verileceğini beyan eden bir kağıdı imzaladıktan sonra muayene odalarına doğru yollandık. Belden yukarısını soyarak dövme ve jilet izi kontrolü yaptılar ve akabinde traşa ve duşa yönlendirildik. sırasıyla boşalan kabinlere girip ılık suyla yıkanıyor, kurulandıktan sonra bir sonraki istasyon olan aşı istasyonuna gidiyorduk. Evet istasyon. Seri üretim bandında ilerleyen boş kola şişeleri gibiydik. Her bir istasyonda durup, oradaki işlem tamamlandıktan sonra bir sonraki istasyona geçiyorduk. Evet tam bir asker üretim bandı mantığıyla çalışıyordu burası. Son olarak aşılar yapılıp askeri kıyafetleri giydikten sonra süreç tamamlandı ve normal bir insan olarak girdiğimiz nizamiyenin diğer kapısından şaşkın birer asker olarak çıktık.

insan askerdeyken özlüyor. Bazen neyi özlediğini bile bilmeden özlüyor. Ulan bi dışarda olsaydım.. diyor. Cümlenin devamı gelmiyor ama çoğu kez. Sigaranın tutuşan ucu dolduruyor o sessiz boşluğu. Bu yüzdendir ki ilk çarşı izni askerlikte kutsaldır. Silah namus ise ilk çarşı izni şereftir asker için. Daha çıkmadan günler önce başlar hayali, muhabbetleri.. herkes gideceği yerleri anlatır birbirine. Bir kısım eleman geneleve gideceği için bu grup bir süre sonra topluluktan ayrılıp ayrı bir yerde karı kız muhabbetine başlar. Bu grubun tüm üyeleri kendi şehirlerinin seks elçileri gibidir. askere geldikleri şehirdeki herkesi sikmek için uzun eleme turları sonucunda belirlenmiş olan seçilmiş insanlardır. Her biri o kadar çok sevişmiş ve o kadar çok hatunla beraber olmuştur ki muhabbet saatlerce sürer. Muhabbet sırasında iyice gaza gelen elemanlardan biri diğerini parmaklayınca muhabbet kavgaya dönüşür. Birbirlerini sikerler. Her iki haftada bir tekrarlanır bu döngü. ve kesinlikle önlem alınamaz, önüne geçilemez.

Daha önceden kafamda kararlaştırdığım gibi ilk çarşı iznimde, birliğin yüz metre ilerisindeki çocuk parkına gidip oturdum. Hava sıcaktı ama inceden ılık bir rüzgar esiyordu. Çocuklar henüz gelmemişti. Kendisi gibi yaşlı olan köpeğini gezdiren bir amcadan başka parkta kimsecikler yoktu. Hafifçe geriye yaslanarak gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım. Parkta yetişmiş türlü çiçeklerin birbirine karışmış o keskin kokusunu doldurdum içime. Artık huzurluydum. Birlikteki keşmekeşliklerden, saçmalıklardan, gereksizliklerden ve insanı yoran hiçbir şeyden eser yoktu. Uzun süre oturdum o parkta. Gelip oynayan çocukları, el ele dolaşan sevgilileri ve denizi izledim. Akşam birliğe girmeden son bir sigara içebilmek için aynı parka uğrayacağıma dair kendime söz vererek ayrıldım oradan.

son giriş saati olan 17:30'a yaklaşık yarım saat kala parka geldim. Cehenneme girmeden önceki son cennet bahçesiydi benim için. Çocuk parkı tasarlayan insan psikolojisini düşündüm bir süre. tahterevalliler.. bir çocuk durduk yere neden böyle sikindirik bi oyuncağa binerdi acaba? Bak kaydırağı anlarım. Salıncağı anlarım ve saygı duyarım ama tahtera. demeye kalmadan suratımda bir top patladı. muhtemelen Parkta top oynayan çocuklardan biri topu zımbalamış ve top tam kulağımda patlamıştı. Sarsıntının şiddetinden elimdeki sigarayı düşürmüş olmama rağmen Gülümseyerek topu yerden aldım ve sevecenlikle "biraz daha dikkatli oynayın çocuklar" diyerek gerisin geriye çocuklara attım. "nasıl oynayacağımızı sana mı soracağız lan sikik" diye bir karşılık alınca şaşırdım biraz. 10-11 yaşlarında bir çocuktu. Muhtemelen sorunlu bir çocukluk dönemi geçirmiş ve büyük bir ihtimalle pek tekin olmayan bir mahallede yetişmişti. Gülümsememi hiç bozmadan "tamam devam edin çocuklar sorun yok" dedim. "korktun mu lan" dedi. "korktun mu lan piç?"

Ben aslında sakin bir insanım. Hele kendimden küçük birine öte git dediğim görülmemiştir. Ama yüce manitu şahidim olsun ki o çocuğu orada evire çevire döverken çok keyif aldım. Öyle güzel ele geliyordu ki, zevk için dövülmek, stres topu olarak tekme atılmak için yaratılmıştı. Ama insanın arsızı yok mu, akıllanmıyor. Elimden kurtulunca 20 metre ileride durup bir yandan ağlayarak beni dayısına siktireceğini söyleyip durdu. Saldım gitti sonra, peşlemedim.

akşamına kulede nöbet tutarken gördüm dayısıyla. Sokak sokak Beni arıyorlardı. Sonra iki kişi daha katıldı bunlara. Kolunun altındaki futbol topuyla dayısına ve kim olduğunu bilmediğim o iki kişinin önüne düşmüş, bir yandan beni tarif ediyor bir yandan dayak yediği yeri gösteriyordu. Nasıl bir kin, nasıl bir nefretti bu çocuktaki? Hiç mi insan sevgisi yoktu? Beni dayısı ve dayısının arkadaşlarına siktirince ne zevk alacaktı? Emre belözoğlu'nun çocukluğu olmalıydı bu. Başka bir açıklaması olamazdı bunun.

eskişehir tren garı

duygusal yazmayı pek sevmem ya, bu gar aklıma geldiğinde bile gözlerim doluyor, bırak içinde olmayı..

bir mekan ki, sevgiliyi gözü yaşlı bırakıp arkamda, kapısını zorlanarak açtığım, dönüp arkama bakamadığım, içerisinde attığım her bir adımın bir bıçak yarası gibi karnıma saplandığı.. tren biraz daha geciksin de aynı havayı biraz daha fazla soluyabileyim dediğim, tren gelince belki son bir kez görmek için gelir diye arkama baka baka yürüdüğüm..

ayaklarım geri geri gittiği halde bindim o trene. yerimi bulup oturdum, göz yaşlarım farkedilmesin diye yüzümü yapıştırdım cama. ama yazarken bile hala yalan söylüyorum kendime. belki koşarak gelirken görürüm onu, belki ona benzeyen birini görüp, o olma ihtimali ile mutlu olurum düşüncesiydi yüzümü cama yapıştıran. ama gelmedi, ona benzeyen birini de göremedim..

o makinist düdüğünü duyduğum an ne olduysa, içimden birşeyler artık kabına sığmayıp nasıl taştıysa her bir yanımdan, aldım sırt çantamı fırladım trenden. garın kapısına kadar koştum. soluk soluğa kalmış olsam da durmadım, hızla girdim içeri, uçarcasına katettim o ufacık mekanı. rüzgar gibi açtım garın dış kapısını. hızlı olursam, hiç durmadan koşarsam belki yetişebilirdim. ama işimi şansa bırakamazdım, garın önünde bekleyen taksilerden birine binersem doktorlar caddesinin bitiminde yakalayabilirdim onu.

bir taksi ayarlayabilmek için kaldırdım kafamı ve garın karşısında mavi bisikletine yaslanmış ağlarken gördüm onu. yerimden kımıldayamadım. allah taş yapar derler ya, aynen öyle kaldım bir süre. büyülenmiş gibi izledim bi süre ağlamasını. sonra o da kaldırdı kafasını, gardan tarafa doğru. gördü beni. o ana kadar neydi bilmiyorum ama o andan sonra benim için dünyadaki en güzel şey bir insanın ağlarken birden mutlulukla gülümsemeye başlamasıdır. gülmek bir insana bu kadar mı yakışırdı.. nasıl koştum yanına, nasıl sarıp sarmaladım onu garın ışıkları üstümüze vururken, bilmiyorum.. mutluluktan konuşamadık birkaç dakika, birbirine kilitlenmiş iki çift parlayan gözden başka birşey değildik..

2.5 yıl önceydi. şimdi ayrıyız. o parıldayan gözlerden eser yok şimdi. ama o gar hep orada duracak. hayatımın en hüzünlü ve en mutlu anını aynı gece yaşamama şahitlik eden o gar her seferinde hatırlatacak bana mavi bisikletli sevgiliyi..

sözlükçülerin stadyumda izlediği ilk maç

yıllar önce oynanmış bir göztepe-galatasaray maçıydı. 4 arkadaş paramız olmadığı için galatasaray tribününe bilet alamamış, göztepe taraftarları arasında "sesimizi keser izleriz noolucak" düşünceleriyle yerlerimizi almıştık.

ilk başlarda daha önce maça gitmemiş olmanın verdiği tecrübesizlik ile ne yapacağımızı bilemeden sessiz sakin oturup çiğdemimizi çitliyor, gelişen galatasaray ataklarında içten içe, çaktırmadan coşuyorduk. aslında mutluyduk. bize karışan yoktu çünkü. örgütlü göztepe taraftarı gol atamamış olmanın verdiği sinir ile sadece galatasaray taraftarına ve futbolcusuna küfrediyor, sağıyla soluyla ilgilenmiyordu. ne olduysa göztepe'nin ilk golünden sonra oldu. göztepeliler, takımının attığı gol ile büyük ikramiye kazandıktan sonra sevinen milyarder mesut ve ailesi gibi coşmuş, kendinden geçmişti. bütün stat ayaktaydı ve zıplıyordu. birden çok sırıttığımızı farkettim. herkes ayakta zıplıyorken biz sessiz sakin oturuyorduk. az daha bu şekilde durursak yaşanması muhtemel dehşet anları gözümde canlandı birden. piç tipli bir göztepe taraftarı bizi farkediyor ve bizanslı görmüş malkoçoğlu gibi ortalığı velveleye vererek üzerimize saldırıyordu. sonra açık tribünde bulunan ve "galatasaraylı var koşun" talimatını almış yaklaşık 20 bin kişi bizi sikmek için kuyruğa giriyordu.

kurduğum hayalden çabucak uyandım ve oturduğum yerde kendiliğimden, kontrol dışı alkış tutmaya başladım. sağıma ve soluma bakınca tek oturanın ben olduğumu farkedince ayrı bir şoka girdim. arkadaşlarım durumun ciddiyetini anlamış ve çoktan kalkıp zıplamaya, "şarabıda içeriz, esrarıda çekeriz, ulan ibne simbombom ananı da s...." adlı esere ritm tutmaya başlamışlardı. refleks olarak bende zıpladım yerimden ve onlara katıldım. çünkü hemen arkasından topluca "bağırmayan taraftar sktirsin gitsin, zıpla zıpla zıplamayan ipne" adlı potpori esere geçmişlerdi.

biz kendimizden geçeduralım göztepe ikinci golü attı. kırk yıllık göztepeli gibi sarıldık birbirimize, utanmasak sevinç gözyaşları dökecektik. çok duygusal bir ortamdı. sanki 40 bin kankardeş toplanıp maça gitmiştik. hep birlikte, sinirden kuduran galatasaray taraftarını yadırgadık. hıncımızı alamayıp analarına küfrettik. galatasaray tribünlerine yabancı madde fırlatıp geri dönmüş göztepe taraftarlarını seferden dönmüş akıncılar gibi karşıladık. maç 2-0 bitti ve dağıldık. yolda kimsenin ağzını bıçak açmadı, kimse birbirinin yüzüne bakamadı. eve geldiğimde babam "yenildik be evlat" dedi. "sorma baba kahrolduk zaten statta" diye yanıtladım. artık daha fazla dayanamayacaktım. yorganı çektim kafama, derin bir uykuya daldım.

erasmus anıları

hollandanın nadir güneşli günlerinden birinde fırsat bu fırsattır deyip atladım bisikletime. niyetim güzel vlissingen sahilinden geçerek sahilin bittiği noktada başlayan, yeşilliği, içinden geçen mükemmel nehri, nehir üzerindeki adacıkları ve daracık bisiklet yolları ile bir doğa harikası olarak kabul ettiğim parkta bi sigara içip biraz da kafa dinlemekti.

15 dakika sonra oradaydım. bisikletimi kenara bırakıp parkın en büyük adacığını karşıma alarak nehrin kenarındaki banka oturdum ve cebimden sigaramı çıkarıp keyifle yaktım. bir yandan da güneşli bir gündeki ülkem sahillerinin ve yeşilliklerinin kalabalık manzaralarının bilinç altıma verdiği dürtüyle "ulan niye insanlar gelip gezmiyor bu kadar güzel bir yerde, niye görünürlerde kimse yok. aklını siktiğimin hollandalıları" diye düşünüyordum.

çok masum, sessiz ve sakin bu saklı bahçenin aslında bir fuhuş yuvası, güzel kokularıyla insanı mest eden ağaçların, çalıların ve bilimum bitki örtüsünün birer kamuflaj örtüsü olduğunu nerden bilebilirdim. 5 dakka oldu olmadı bisikleti ile oldukça yaşlı, ama giyimi kuşamı yerinde saçı başı bakımlı güneş gözlüğü takan bir amca yanıma gelerek flamanca bir şeyler söyledi. "english amca english" diyerek karşılık verince "ohhhş sorry nice guy, please forgive me" (ohhş pardon güzel çocuk, lütfen bağışla) dedi.

ohhhş mu? nice guy mı? Hassktir orospu çocuğu noluyoz lan? Diye düşünsem de buralarda böyle konuşuyorlar herhalde deyip pek fazla aldırmadım. hem zaten pratik yapmaya gelmedik mi amk konuş işte bulmuşun ingilizce bilen bi amca. neyse ilk başlarda havadan sudan konuştuk, işte Türkiye aa güzel ülke, istanbul bayılırım, Antalya her sene giderim falan klasik muhabbetler, hollandayı nasıl buldun falan fişman. baktım muhabbet uzuyor buyurun oturun dedim. dememi bekliyormuş gibi hemen oturdu. bi süre, daha çıkmaya başlayamamış genç çiftler gibi beraber uzaklara baktık. sonra birden dönerek kendisini nasıl bulduğumu, dıştan nasıl göründüğünü sordu. inceden kıllanmaya başladım ama bi yandan da ipneliğe ihtimal veremiyordum amk. 60 yaşında oldukça zengin görünen düzgün bi adam lan. bunamıştır belki diyerek o sorusuna da cevap verdim. vermez olaydım. "sende çok yakışıklısın kaslısın şöylesin böylesin" demeye başladı. hemen akabinde benim göt te titremeye başladı. sağa bakıyorum kimse yok sola bakıyorum kimse yok, yatırsa beni oraya kas mas hikaye götürür beni amca o derece iştaha geldi pezevenk. son vuruşu ise çok daha kötü oldu. Gözlüğünü gözünden çıkararak:

"erkek erkeğe denedin mi hiç?"

orda altıma sıçtım sanırsam. yaklaşık bir ay önce yol verme tartışması yaşayıp annesinin orospu olduğunu iddia ettiğim amcaydı karşımdaki. demek takip etmişti beni bir ay boyunca ve tenhada yakalamış kesin sikicekti.

Ağlamsı bir ifadeyle "noo ay ay ay do do dont yok di did didınt" dedim. bir yandan Türkiye'de kalan kız arkadaşımı, ve ertesi gün ona atacağım mesajı düşünüyorum.
"seda, biz kardeşiz artık evlenemeyiz"

ben titredikçe, korktuğumu belli ettikçe adam daha da tahrik oldu. "istersen gel deneyelim, ileride sessiz sakin bir yer biliyorum" dedi. yalvarır gibi, "nolur git nolur" der gibi baktım amcanın suratına. neyse allahtan anlayışlı adammış ısrar etmedi ve 100-150 metre ileride gördüğü başka bir erkeğin yanına doğru seğirtti bisikletiyle. derin bir ohhhh çektim. hemen bisikletime atladığım gibi uçarcasına uzaklaştım ordan. eve zor attım kendimi.

sonra çok kızdım kendime niye ağzını yüzünü dağıtmadım diye. ama yabancı bir ülke ve böylesine dumur edici bir olay karşısında resmen eli ayağı tutuluyor insanın. bizim mahallede murat diye bir arkadaş var. olayı anlatınca "olm ilk sen sikip kaçsaydın lan, zerre kadar akıl yokmuş amk sende" dedi. sevgili antalyalı kardeşlerim, her sene antalyaya geliyormuş. 1.80 boylarında, parlak yüzlü, ince burunlu, kızıl saçlı, 60 yaşlarında bir herif. ben affettim, siz görürseniz affetmeyin.

erkeklerin seks haricinde düşündükleri şeyler

araba düşünürler tabiki. sonra arabada bi hatunla öpüşmeyi düşünürler. sonra yiyişmeyi. sonra arka koltukta ateşli bir seks.. yok gene sekse bağlandı konu.

dolgun bir maaş düşünürler. o maaşla hatunlara baştan çıkarıcı hediyeler almayı düşünürler. sonra o hatunla ateşli bir.. dur bulucam sabret.

hah. terfi almayı düş.. yok bunu kesin sekse bağlarım ben.

buldum bu sefer, kesin. ölümü düşünürler. hayatın aslında ne kadar anlamsız, ne kadar boş olduğunu.. ölmeden yapabileceği kadar seks..

allah bizim belamızı versin.

sevişirken söylenecek aptalca sözler

yani düşündüm de, aslında klişeleşmiş birkaç kalıptan farklı ne söylersen aptalca gelebilir partnerine. yani onun kişiliğiyle alakalı bir şey.

şimdiye kadar olan kısım özet geç piç okuru içindi. onlar okumasın devamını. bu şekilde küfür yemeden bitirebilirim sanırım. ben de insanım alınıyorum.

özet geçme piç devam et diyenler için: (piç demeyeydin iyiydi ya neyse)

yani tabiki kafayı gömdüğün yerden birden kaldırıp "fatih terim'in gelmesi iyi oldu ya kesin toparlar bu sezon takımı" gibi söylemlerden bahsetmiyorum. bu kesinlikle aptalca olurdu evet. gelen arsene wenger falan olsa gene anlarım da fatih terim be abi. aptalca. neyse örneklere geçelim.

aşırı duygusal bir erkeksin ve sevişirken partnerine seni seviyorum dedin. partnerin de hiç bir boku beğenmeyen bir tip.

- selami daha hızlı lütfen!
+ seni seviyorum esra..
- pardon ne dedin sen?
+ seni seviyorum. senin için kaf dağının arkasına gider gelirim esram.
- ulan daha yatakta iki gidip gelemiyon, kaf dağına gidecekmiş. aptal seni. işini düzgün yap önce. seversin sonra.
+ böyle işin ta mına koyayım ben.
- önce bana, önce bana selami! işini yap!

aynı esra bağlaç olan de'yi ayrı yazmayanları sniper ile indiren, yazım ve imla kılavuzunu yemiş yutmuş, anlatım bozukluklarına savaş açmış bir tip olsun ve sen sevişirken evet de. bildiğin sıçtın.

+ evet esra evet!
- evet derken selami?
+ anlamadım canım..
- şu vitrindeki sözlüğü getir bakim bana.
+ esra nolur yapma ya burda da mı?
- getir dedim aa. ver bakayım. bak ne yazıyor. Öyledir anlamında kullanılan bir doğrulama veya onaylama sözü.
+ ee nolmuş.
- sevişirken öyledir öyledir demek biraz aptalca bir şey bence selami.
+ neyse zaten iki kuruşluk zevkimiz vardı onun da içine ettin.
- evet.

bu kez de aşırı alıngan, telefonunun ekranında smileysiz bir naber görünce iki gün ağlayan, azıcık sesini yükseltsen şase yapmış gibi yüzüne bakan ağlak biri olsun esra. bu arada giderek sinir olmaya başladım ben bu esraya.

+ esra biraz da sen üste çıkmak ister misin?
- ne o yoruldun mu? beni sevmiyor musun artık:(
+ ne alakası var canım değiştirelim az pozisyonu diye dedim.
- zaten işyerimdeki pozisyonumla da dalga geçmiştin:(

keseceksin abi sesini işini yapacaksın, en güzeli. az laf çok iş lafı burdan çıkmış olsa gerek. vay be, ne tespit yaptım. allah belamı versin.