bugün

ayrılıkta nasıl can yanıyorsa temelli gidişi kat kat daha fazla acı çektirecek ve asla unutulmayacaktır. Ağlamak, kalp çarpıntısı, mide bulantısı, halsizlik, yalnız kalma isteği belkide ölme isteği gibi yan etkileri olabilir. sevgilinin ölümünden sonra hissedilenler.
Orta son öğrencisiyken başıma gelmiş, ilk sevgilim oluşunu ve sarılıp öpemeyişimi hiç söylemiyorum bile.
bide uyuşturucu kullandığı için ölmüştü.

okul dönüşü eve geldiğinde özledim diye ağlarken, ah keşke sabah olsa da görsem Buğra'mı derken, sabah ölüm haberini alıyorsun.
allah rahmet eylesin mezarında ters dönsün
allah kimseye yaşatmasın nası bi duygu bilmiyorum ama çok çok kötü olduğu belli yani.
4 kere aldatıldığım kızın başına gelse, yine de üzülürdüm.
Zamanında öptüğüm güzel dudakları şimdi toprak mı olacak diye üzülürdüm ya la.
Ölünceye kadar hatırlanan ve sevilen sevgili,ölümsüz aşk.
seni yazmamaya cok kararliydim. hem sevgilim bile degildin ki.
sadece biraz daha zaman verseydi yukarıdaki, birbirimize hiç söyleyemediğimiz seyleri ablandan duymayacaktım.
küçücüktük, aklımıza gelir miydi bir daha gözgöze gelemeyeceğimiz, ikimizin de yolu olmamasına rağmen beraber yürüdüğümüz yollarda bir daha gozlerimizi güldüremeyecegimiz?

ben senden sonra öğrendim istediğim neyse onu almayı, neyi söylemem gerekiyorsa söylemeyi. onun bunun ahlak diye konusturmadigi kelimelerle felsefe yapmayı. içten gülmeyi, hiç gülmemiş gibi.

her gün gibi vedalasip uzun uzun bakarak ama yine itiraf edemeyerek, ertesi güne bırakmıştık kalp carpintilarimizi. operken koklardin, son seferinde hep daha uzunmus gibi gelir bana.

bilemezdim bindiğin otobüsün, ertesi gün seni benden alacağını, opemedigim boynunu kıracağını.

dokuz senedir tek pişmanlığım, sana söyleyemediklerim. cok seviyordum oysa ki. gülüşünü, ellerini, yeşile çalan ela gözlerini. benimle yalnız kalabilmek icin cabalarını, susup anlaşmalarımızı.

gittin o sabah beni bırakıp, bok var gibi her türlü haberini ben vermek zorunda kaldım okulda.
evine koşup ablana sarıldım, ben onu sevdiğimi gözlerine baka baka söyleyemedim dedim. şimdiki aklım olsa uzmezdim onları da. tanıyordu beni, anlatmışsın meğer, 'söylemesem de anlıyor zaten ama en güzel nasıl söylerim karar verdiğim gün söyleyeceğim' demişsin. o gün hiç gelemedi ama olsun. sonraki bir yil boyunca hep evindeydim. senin catalinla yemek yedim, üşüdüm deyip annene, senin hırkanı giydim. üç yılımı yürüdügün yollarda ayak izlerini arayarak geçirdim. üç yılın sonunda fotoğraflarını kaldırdım, uyuduğun yere gitmemeye başladım. artık sadece kendimle konuşuyorum seni.

boğazımın düğümlenmesi, gözlerimin dolması geçmiştir sanıyordum, dokuz sene sonra herkesin ortasında ağlayacakmışım meğer. seninle öyle yarım kaldık ki, adını bilmediğim ama ciğerin tam ortasına çöreklenen şey taze tutuyor seni, bana öğrettiklerini. kimse bilmez ama rüyalarda buluşuruz.
sevdiğin, değer verdiğin birilerinin vefat etmesidir.
(bkz: allah korusun)
(bkz: allah yazdıysa bozsun)
aslında kişi üzülmemelidir. çünkü öbür tarafta mutlaka beraber olunacaktır hem de sonsuza kadar. burada zaten sınırlı bir beraberlik yaşarsın ama öbür tarafta sonuna kadar gidersin. o yüzden gidenin ardından gözyaşı değil sadece dua edin. *
unutulmayan ve hep iyi anılarla hatırlanacak sevgilidir.
allah kimseye yaşatmasın. çok ama çok kötü bi durum olmalı. düşüncesi bile gözlerimin dolmasına sebep oluyor.
her gidiş biraz da ölmektir aslında.. sevgililer ayrıldığında da ölüden farkı kalmaz. sesini duymaz, aramaz, konuşmaz, görmez, haber alamazsınız.. hatta bazen başkasıyla olduğunu düşünmek insanı kahreder ve "keşke severken ölseydi." bile dedirtir insana. * *
(#10721003)
'nefes alsın yeter' ifadesini öksüz bırakan olaydır. lakin bazıları için yeni ölmüş bile olması yeter, yani o soğukluk henüz gelmemişken, son bir defa... hımsssffff..

ulu kasıyo inci'den devam edelim.
öncelikle (bkz: allah korusun)

tahmin edilemez derecede acı verici bir durumdur. hatta daha beter bir senaryo olarak eğer ki bu ölüme sizin sebep olmuşluğunuz var ise -araba kazası gibi- ve kollarınızda can vermiş ise acının yanında dayanılmaz bir vicdan azabı ve daha beterlerinin sizinle olacağı durumdur. hayat artık o andan itibaren eskisi gibi asla ve asla olmayacaktır.

tekrar (bkz: allah korusun)
tam şekerli bir helva yenerek üstesinden gelinebilir. dünya da daha nice helvalar vardır ayrıca...

+ıma çok kalpsizsin kaaamillll!
gözünüzün içine içine gülen, hasta olduğunuzda ilacınızı, çorbanızı yapıp içiren, kusarken bile sizin yanınızda durup saçınızı, yüzünüzü öpebilen, sizinle uğraşıp başkalarının yanında sizi koruyan, devamlı sizin geleceğinizi düşünen, en ufak göz dalmanızı fark edip bir gözünden ötekine sakınmayan birisi bir gün aniden, son bir kez seviyorum diyemeden, yüzüne dokunamadan, saçlarını düzeltemeyip nefes alıp verişlerini dinleyemeden, güldüremeden, sinirlerini bozamadan, veda edemeden giderse. nefes alıyor ya da almıyor bu önemli değildir. size hiç beklemediğiniz -yine- o anda yapmaz dediğiniz şeyleri yapmışsa bu durum sevgilinin ölmesi diye adlandırılır.
kalbi durmuşsa (anatomik olarak) ağlarsınız, kendinizi parçalarsınız, onsuz ne yapacağınızı düşünürsünüz, mezarına gidersiniz bir ay, bir yıl, beş yıl. çiçek bırakırsınız. inancınız varsa dua edersiniz. arada fotoğrafına bakıp iyi hatıraları anıp hüzünlenirsiniz. belki çocuklarınıza onu anlatır, hatta belki onlara adını falan koyarsınız.
peki kalbi gerçek anlamda durmuşsa? yine ağlarsınız, bu sefer delirirsiniz, gideceğiniz bir mezarı yoktur, nefes alıyordur, yerini bildiğiniz halde gidemezsiniz. aranızda elli santimlik mesafe varken bakamazsınız, konuşamazsınız. iyi şeyleri silmek zorundasınızdır, ya da kendisi silmiştir ölürken. onun adı geçtiğinde aklınıza sadece ruhunu öldürdüğü ve size yaptığı güven kırıcılık gelir. onun adına falan koyarsınız.
hadi "hayat devam ediyor" de de öldüreyim seni tesellici pezevenk. *
söz verdiğim gibi yaptım, gidişinden tam 2 sene sonra sana en çok benzeyen adamı buldum. o beni pek önemsemiyor farkındayım ama sana söz verdim bir kere. o sana çok benziyor, bırakamam. ama her fırsat bulduğumda sana koşuyorum, dayanamıyorum. farkında birşeyler olduğunun, onu aldattığımı sanıyor belki de.

doğum günündü o rüyayı gördüğümde, gelme diyorsun artık sakın gelme. oysa ben ellerinsiz yapamam bilirsin. izin istedim senden son bir kez için,razı oldun.

rüzgarlı bir istanbul akşamında, doğduğun günde -ne önemi varki doğduğun günün- iş çıkışı sana koşuyorum. son kez damlayacak gözyaşlarım toprağına, huzursuzum. telefonum çalıyor; o arıyor, sana benzeyen. eve gidiyorum, çok yorgunum diyorum. ona senden bahsedemem, böyle konuşmadık mı seninle?

güneş batmak üzere, işte yanıbaşındayım sevgilim. her zamanki gibi senin hatrını soruyorum önce, anlamaya çalışıyorum el sürerek karanlık sessizliğinde toprağın. telefonum çalıyor. seninle son kez buluşuyorum, vakit kaybedemem. anlatmalıyım herşeyi. öncekileri, bundan sonra olacakları. doğum gününü kutlayacağız daha, yeni sözler vermeliyim sana bu akşam.

bir mesaj sesi...

rüzgar sert esiyor. ben anlatırken sen kıpırdanıyosun, mutlusun biliyorum. sürpriz kahvaltı hazırlama çabalarım geliyor aklıma. sessizce çeviriyorum anahtarı, evine giriyorum, doğruca mutfağa geçiyorum. kahvaltını hazırlayıp uyandırıyorum seni. halbuki daha anahtarı kilide soktuğum anda uyanıyorsun, sürprizim bozulmasın diye yatakta kıpırdanıp duruyorsun.

hava ne kadar aydınlık bu saatte! içimdeki ışığın aydınlatıyor dünyamı. ışık demişken... gülüyorum, kalbim buruk biraz da. ortak noktamız ve bana vereceğin ışık düşüyor aklıma. etraf daha da aydınlık artık, ama nasıl olur, saat kaç?

inanamıyorum, gün bitmiş, sabah olmuş. ve ben mezarın başında bu bahar akşamında hiç üşümedim, saati farketmedim. ertesi gün olmuş, işe gitmek için az zamanım var. hemen anlatmaya koyuluyorum bundan sonra sana gelmeden nasıl yaşayacağımı, sensiz kalmayacağımı.

ellerinin üzerindeki toprağına uzanıyorum, avuçlarımda toprağın sımsıkı tutuyorum ve yanıma aldığım beyaz poşete dolduruyorum. artık üzülmeyeceksin bana çiçek almayı aksattığın için.

veda vakti sevgilim, segilimmmm!

---------------------

kadırgada bir cam ustası... ahşap kapısı aralık yine, biraz gürültü yaparak giriyorum içeri, çay içiyor taburesine oturmuş. baştan aşağıya süzüyor beni, darmadağınığım, üzerimde dünden kalan takım elbisem. suratımda manasız bir mutluluk; konuştuğumuz gibi cam bir vazo istiyorum diyorum elimdeki toprak dolu poşeti uzatarak.

sabırsız bir bekleyişin ardından kavuşuyorum tekrar ellerine. terminalde beni bekleyişin geliyor aklıma istanbul dönüşlerinde. bir asırdır ellerine kavuşmak için buradayım derdin sevgilim, hala orada mısın?

Başucumda yeri hazır vazomun...

terminalde beni beklerken kırmızı gerberaları tutan ellerin şimdi toprağından yapılmış cam bir vazo masamda ve yine içinde kırmızı gerberalar...
sizin de ölmenizi beraberinde getiren olaydır. allah tabiki kimsenin başına vermesin.
düşüncesi bile ürpertir insanı.

bu durumda olanlara allah sabır versin.
TOPRAK

sevdiğine dokunamamak...

ne demek bilir misin ?

üşüdüğünü anladığında sarıp sarmalarsın

avuçlarınla ellerini,

üstünedeki ceketi verirsin

o üşümesin diye,

kıyamadığındır o senin...

sonra gelir alırlar birgün canını

kıyamadığının.

şimdi uzaklardadır,

dokunamayacağın kadar

ve yine üşüyordur

ama bu kez senin yerine

topraklar sarmalamıştır bedenini ...

merve yıldız
hani bırakmayacaktık birbirimizi...

mevsimlerden kış, gün ve ay, hatta saat dahi aklımda. ama anmayacağım o uğursuz günü bir kez daha. biliyorum ki, o gün her aklıma gelişinde, katmerleniyor acım...

msn'de arkadaşlarla konuşuyorum. önümdeki kasede çekirdek, onun yanında da çöplerini atmak için aynı kaseden bir tane daha var... yarıya kadar boşalmış çekirdek paketi de boynunu bükmüş bir şekilde masanın diğer ucunda duruyor. nasıl hatırlıyorum o kadar ayrıntıyı ben de bilmiyorum ama emin olun ki istemezdim bunu...

bir telefon geliyor aniden. nereden bilebilirim ki bu melodinin bir hiçliğin habercisi olduğunu...

+ efendim?
- alo, mogosog. tuğçe kaza geçirdi... hastanedeyiz şu anda. (hıçkırıklarla sarsıldığını fark edebiliyordum.)
+ ne na-nasıl? ne oldu?
- ona araba çarp... (sustu, devamını getirememişti.)
+ iyi mi şimdi?
- i-iyi. seni görmek istiyor. gelebilir misin?
+ hangi hastane?
- xxx.
+ ta-tamam, geliyorum şimdi.

telefonu kapatıp bir an durdum. önümdeki çekirdek kasesine baktım. kendimi kaybettiğimi, düşünceler içinde boğulup gitmek üzere olduğumu fark ettim neden sonra. ne düşündüm hatırlamıyorum ama yatağımın önüne diz çöküp başımı sıcak kalorifere dayadığımı biliyorum.

kendimi dışarı nasıl attığımı bilmiyorum. önceden telefon etmişim gibi tam zamanında gelmişti taksi.

+ nereye abi?
- xxx hastanesi'ne, acele.
+ tamam abicim.

yol bitmek bilmiyordu benim için. buğulanmaya yüztutmuş camdan silik görüntüler çarpıyordu gözüme. ancak kendi önünü aydınlatan sokak lambaları, gri ve puslu duvarlar...

hastanenin içi daha ürkütücüydü dışarıdan. havadaki eter ve iyot kokusu insanı rahatsız ediyordu fakat bir süre sonra her koku gibi insanı alıştırıyordu kendine.

yanyana koltukların sıralandığı genişçe bir odaya geldim. burası daha da kasvetliydi. çocuğunu kucağına almış ona masal anlatan anneler, ağlayan çocuklar... açılır kapanır koltukların birine tam oturmuştum ki tuğçe'nin ablasını gördüm. karşımda durmuş bana anlamsız bir yüz ifadesiyle bakıyordu. yanaklarında yeni yeni kurumaya başlamış olan kristali andıran gözyaşlarını seçebiliyordum.

+ çıkalım mı?

başımla onayladım ve arkasından asansöre ilerledim. birbirimize "merhaba" gibi şeyler söylememiştik, bunu yapmamız sadece bekleme süresini uzatırdı.

en üst kattaydı odası. kırmızı renkli kapının üzerine muhtemelen bir çocuk tarafından fosfor kalemle anlamsız şekiller çiziktirilmişti.

içeri girdim ve onu gördüm... ilk kez onu gülümsemezken görüyordum. somurtmuyordu, ama gülmüyordu da... üzerindeki beyaz çarşaf boynuna kadar örtüyordu bedenini. simsiyah saçlarıyla tezatlık oluşturuyordu odadaki her şeyle...

"seni beklerken," dedi annesi fısıldar gibi. "uyuyakaldı."

bir şey söylemedim, söyleyecek takati de bulamadım kendimde. yavaşça kenarda duran sandalyelerden birini yatağının yanına çekip onu izlemeye başladım. eski günler, öpüşmelerimiz, sahilde gezmelerimiz, anılarımız bir bir canlandı gözümde.

uyanmıştı. gözlerini açıp beni görünce biraz şaşırmış göründü.

+ ya niye uyandırmıyorsun?
- biraz önce geldim, soluklandım. bir de, çok güzel uyuyordun, kıyamadım uyandırmaya.
+ yaa, tabi tabi...

birkaç kez öksürdükten sonra devam etti:

+ beni özledin mi?
- hiç özlemedim. niye özleyecekmişim?

gülüştük... anne ve ablasının yanında bu denli rahat konuşabilmemiz beni de şaşırtmamış değildi. ama nedendi bilmiyorum, kendimi ilk kez bu kadar umursamaz hissediyordum.

o akşam öyle geçti. fazla konuşmadık, uyudu yine zaten. ben yine onu izledim, annesi de gelen ziyaretçilerle konuştu. eminim her gelen bana tuhaf tuhaf bakmış, "ne işi var bunun burda?" tarzı şeyler düşünmüşlerdir. ama dedim ya, hiç olmadığı kadar rahattım o gün.

ve günler böyle akıp gidiyordu. bir türlü taburcu olamaması beni korkutuyordu. bunu birkaç kez annesine sormuştum ama doktorların kesin bir şey söylemediği bu üzgün kadıncağızdan çok şey öğrenememiştim.

bir konuşma... yalnız olduğumuz, bir tek bizim tanık olduğumuz konuşma...

+ ben ölürsem çok üzülür müsün?
- ölmezsin ki sen... sana bir şey olmaz. kötülere bir şey olmaz... eheh... (sonu ağlamaya gidecek bu gülüşü kestim)
+ ya cidden, üzülür müsün?
- saçmalama, üzülür müsün ne demek? hem bunları getirme bakıyım aklına. ne olabilir ki sana?
+ neyim var, hastalığım ne ben de bilmiyorum ama hissediyorum... umutsuzluk hiç bu kadar yakın olmamıştı bana. sanki nefes alamıyorum. ama fiziksel bir şey değil bu, hasta olmamla ilgili değil. umutsuzluk sebep oluyor buna...

dayanamamıştım şimdi. elini avcumda daha da sıkmakla yetindim. hala sıcacıktı elleri, bu da ölümün ondan uzak olduğunu gösteriyordu bana, o anda...

saçlarını okşadım şefkatli bir anne gibi... sessizce buluştu dudaklarımız, öpüştük... onun yanında daha fazla kalamazdım, kalmamalıydım. çünkü bir şeyler hissediyordu ve onun hissettikleri, benim hissettiklerime, istediklerime ve ona duyduğum sonsuz sevgiye ters düşüyordu...

evim her zamankinden daha karanlıktı sanki. daha bir düşman görünüyordu eşyalar... daha bir soğuktu duvarlar...

ve bir sabah... 8 sularında o melodi çaldı yine, yankılandı kulaklarımda:

+ tuğçe... tuğçe...

bu sefer önceki gibi değildi. hıçkırıklarla sarsılmıyor, düpedüz ağlıyordu. hem de normal bir ağlama değildi bu kez.

- neredesiniz?
+ evde...

telefonu kapatıp duvara fırlattım. pek bir şey olmamıştı telefona. ama bunla da yetinmedim. masanın üzerinde duran, daha bir hafta önce aldığım masa lambasını duvara vurup parçaladım. sonra bu sinirim geçti, sakinleştim. başımı kollarımın arasına alıp yatağa oturdum. düşünmeye başladım...

gerisini anlatmayacağım, anlatamayacağım. o günden sonra bitti belki de "ölüm" kavramı benim için. ölümün bir hiçlik olduğunu o gün anladım ilk kez. ve ilk kez o gün tattım bu acıyı...

hayat, ne orospu bir şeysin sen...
yeni sevgiliye hazırlanmak demektir. Yatakta ona yer açmak lazım