bugün

sevgilinin ölmesi

hani bırakmayacaktık birbirimizi...

mevsimlerden kış, gün ve ay, hatta saat dahi aklımda. ama anmayacağım o uğursuz günü bir kez daha. biliyorum ki, o gün her aklıma gelişinde, katmerleniyor acım...

msn'de arkadaşlarla konuşuyorum. önümdeki kasede çekirdek, onun yanında da çöplerini atmak için aynı kaseden bir tane daha var... yarıya kadar boşalmış çekirdek paketi de boynunu bükmüş bir şekilde masanın diğer ucunda duruyor. nasıl hatırlıyorum o kadar ayrıntıyı ben de bilmiyorum ama emin olun ki istemezdim bunu...

bir telefon geliyor aniden. nereden bilebilirim ki bu melodinin bir hiçliğin habercisi olduğunu...

+ efendim?
- alo, mogosog. tuğçe kaza geçirdi... hastanedeyiz şu anda. (hıçkırıklarla sarsıldığını fark edebiliyordum.)
+ ne na-nasıl? ne oldu?
- ona araba çarp... (sustu, devamını getirememişti.)
+ iyi mi şimdi?
- i-iyi. seni görmek istiyor. gelebilir misin?
+ hangi hastane?
- xxx.
+ ta-tamam, geliyorum şimdi.

telefonu kapatıp bir an durdum. önümdeki çekirdek kasesine baktım. kendimi kaybettiğimi, düşünceler içinde boğulup gitmek üzere olduğumu fark ettim neden sonra. ne düşündüm hatırlamıyorum ama yatağımın önüne diz çöküp başımı sıcak kalorifere dayadığımı biliyorum.

kendimi dışarı nasıl attığımı bilmiyorum. önceden telefon etmişim gibi tam zamanında gelmişti taksi.

+ nereye abi?
- xxx hastanesi'ne, acele.
+ tamam abicim.

yol bitmek bilmiyordu benim için. buğulanmaya yüztutmuş camdan silik görüntüler çarpıyordu gözüme. ancak kendi önünü aydınlatan sokak lambaları, gri ve puslu duvarlar...

hastanenin içi daha ürkütücüydü dışarıdan. havadaki eter ve iyot kokusu insanı rahatsız ediyordu fakat bir süre sonra her koku gibi insanı alıştırıyordu kendine.

yanyana koltukların sıralandığı genişçe bir odaya geldim. burası daha da kasvetliydi. çocuğunu kucağına almış ona masal anlatan anneler, ağlayan çocuklar... açılır kapanır koltukların birine tam oturmuştum ki tuğçe'nin ablasını gördüm. karşımda durmuş bana anlamsız bir yüz ifadesiyle bakıyordu. yanaklarında yeni yeni kurumaya başlamış olan kristali andıran gözyaşlarını seçebiliyordum.

+ çıkalım mı?

başımla onayladım ve arkasından asansöre ilerledim. birbirimize "merhaba" gibi şeyler söylememiştik, bunu yapmamız sadece bekleme süresini uzatırdı.

en üst kattaydı odası. kırmızı renkli kapının üzerine muhtemelen bir çocuk tarafından fosfor kalemle anlamsız şekiller çiziktirilmişti.

içeri girdim ve onu gördüm... ilk kez onu gülümsemezken görüyordum. somurtmuyordu, ama gülmüyordu da... üzerindeki beyaz çarşaf boynuna kadar örtüyordu bedenini. simsiyah saçlarıyla tezatlık oluşturuyordu odadaki her şeyle...

"seni beklerken," dedi annesi fısıldar gibi. "uyuyakaldı."

bir şey söylemedim, söyleyecek takati de bulamadım kendimde. yavaşça kenarda duran sandalyelerden birini yatağının yanına çekip onu izlemeye başladım. eski günler, öpüşmelerimiz, sahilde gezmelerimiz, anılarımız bir bir canlandı gözümde.

uyanmıştı. gözlerini açıp beni görünce biraz şaşırmış göründü.

+ ya niye uyandırmıyorsun?
- biraz önce geldim, soluklandım. bir de, çok güzel uyuyordun, kıyamadım uyandırmaya.
+ yaa, tabi tabi...

birkaç kez öksürdükten sonra devam etti:

+ beni özledin mi?
- hiç özlemedim. niye özleyecekmişim?

gülüştük... anne ve ablasının yanında bu denli rahat konuşabilmemiz beni de şaşırtmamış değildi. ama nedendi bilmiyorum, kendimi ilk kez bu kadar umursamaz hissediyordum.

o akşam öyle geçti. fazla konuşmadık, uyudu yine zaten. ben yine onu izledim, annesi de gelen ziyaretçilerle konuştu. eminim her gelen bana tuhaf tuhaf bakmış, "ne işi var bunun burda?" tarzı şeyler düşünmüşlerdir. ama dedim ya, hiç olmadığı kadar rahattım o gün.

ve günler böyle akıp gidiyordu. bir türlü taburcu olamaması beni korkutuyordu. bunu birkaç kez annesine sormuştum ama doktorların kesin bir şey söylemediği bu üzgün kadıncağızdan çok şey öğrenememiştim.

bir konuşma... yalnız olduğumuz, bir tek bizim tanık olduğumuz konuşma...

+ ben ölürsem çok üzülür müsün?
- ölmezsin ki sen... sana bir şey olmaz. kötülere bir şey olmaz... eheh... (sonu ağlamaya gidecek bu gülüşü kestim)
+ ya cidden, üzülür müsün?
- saçmalama, üzülür müsün ne demek? hem bunları getirme bakıyım aklına. ne olabilir ki sana?
+ neyim var, hastalığım ne ben de bilmiyorum ama hissediyorum... umutsuzluk hiç bu kadar yakın olmamıştı bana. sanki nefes alamıyorum. ama fiziksel bir şey değil bu, hasta olmamla ilgili değil. umutsuzluk sebep oluyor buna...

dayanamamıştım şimdi. elini avcumda daha da sıkmakla yetindim. hala sıcacıktı elleri, bu da ölümün ondan uzak olduğunu gösteriyordu bana, o anda...

saçlarını okşadım şefkatli bir anne gibi... sessizce buluştu dudaklarımız, öpüştük... onun yanında daha fazla kalamazdım, kalmamalıydım. çünkü bir şeyler hissediyordu ve onun hissettikleri, benim hissettiklerime, istediklerime ve ona duyduğum sonsuz sevgiye ters düşüyordu...

evim her zamankinden daha karanlıktı sanki. daha bir düşman görünüyordu eşyalar... daha bir soğuktu duvarlar...

ve bir sabah... 8 sularında o melodi çaldı yine, yankılandı kulaklarımda:

+ tuğçe... tuğçe...

bu sefer önceki gibi değildi. hıçkırıklarla sarsılmıyor, düpedüz ağlıyordu. hem de normal bir ağlama değildi bu kez.

- neredesiniz?
+ evde...

telefonu kapatıp duvara fırlattım. pek bir şey olmamıştı telefona. ama bunla da yetinmedim. masanın üzerinde duran, daha bir hafta önce aldığım masa lambasını duvara vurup parçaladım. sonra bu sinirim geçti, sakinleştim. başımı kollarımın arasına alıp yatağa oturdum. düşünmeye başladım...

gerisini anlatmayacağım, anlatamayacağım. o günden sonra bitti belki de "ölüm" kavramı benim için. ölümün bir hiçlik olduğunu o gün anladım ilk kez. ve ilk kez o gün tattım bu acıyı...

hayat, ne orospu bir şeysin sen...