bugün

erdemli insanların hiçbir zaman akıllarından çıkarmaması gereken hayat düsturudur.
çok sıkı laftır. duyanlar duymayanlara söylerse az zamanda çok büyük işler yapabiliriz.
sokrates'in söylediği ve orijinali "bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir" olan söz.
bir septiğin "onu nerden biliyorsun" diyerek sizi göt edebileceği söz*.
neo'nun, kahinin "kendini bil" tabelasını göstermesine cevabıdır. ama wachowski biradeler tatsızlık olmasın diye sonradan filmden bu sahneyi çıkartmışlar.

(bkz: götünden sallamanın en güzel örnekleri)
çelişkili bir felsefik söz.
"bildiği tek şey hiçbir şey bilmediğiyse,o zaman bir şey bilmiş olmaz mı?" diye düşündüren,kafa karıştıran,sonunda nihilist olup çıkmayı sağlayan söz.
sokratesin en bilgili insan benim çünkü atinalılar hiçbir şey bilmiyorlar ve bu cahilliklerinin farkında değiller oysa ben hiçbirşey bilmiyorum ve bunun farkındayım ve bu nedenden ötürü ben atinalılardan daha bilgiliyim sözünün özlü hali.
- bildigim tek sey hicbir sey bilmedigimdir
- bende zaten senin bir bok bilmediğini biliyordum
herhangi bir sınavda yanıt olarak ideal bir cümle.
bilginin gorece olmadigi ve kosullara ya da kisilere gore degismeyen evrensel gerceklerin, dolayisiyla gercek bilginin bulundugu inancini tasiyan sokrates'in en unlu sozu. ayrica sofistlere kapak niteligindeki sozdur.
(bkz: ben bilgisayar bilmiyorum telefon biliyorum)
-ahmet bey firmanın gidişatı...
-bildigim tek sey hicbir sey bilmedigimdir
-ooo sen bi muhasebeye uğra canım. hadi...
hiçbir şey bilmediğimi bildiklerim sayesinde biliyorum demek gibi bir şey .bu bir paradoks aynı zamanda.
plenus otokonsomasyonu... yani mi? yanisi: tevazu ayağına yatıp mükemmeliyet reklamı yapma.
felsefe boş adamların işidir sözünü doğrulayan socrates ten inciler niteliğinde söz.
(bkz: koskoca filozof bilmiyor ben nereden bileyim)
"sonuçta yine bir şey bilmiyorum yine bir şey bilmiyorum." demek.
bilgiye açık, herzaman öğrenmek isteyen insan sözü.
(bkz: sokrates)
agzı sürcmüs burda sokretesin;

'ne kadar cok sey bilirsem o kadar az sey biliyorum demektir' diyecekti.*
tevazu derininde felsefe yapmaktır ki derinliği çocuk havuzu boyutundan başlayıp okyanusa kadar uzanır...
Giovanni Papini diye ünlü bir italyan yazarı vardır. Bundan otuz yıl önce rahmetli Fikret Adil, Papini'nin "Gog" adlı bir yapıtını çevirmişti Türkçe'ye.

"Gog" devletler satın alacak kadar zengin bir adamın akıl hastanesine düştükten sonra yazdığı anılardır.

Yapıtın mültimilyarder kahramanı, çağın tüm konularına karşı zapt edilmez bir merak duymakta ve etek dolusu paralar vererek, çeşitli düşünce akımlarıyla, geliştirilmek istenen yeni kuramları, bunları yaratan ve öncülüğünü eden kişilerin ağızından öğrenmeye çalışmaktadır.

Bu arada aklını Einstein'ın "Görecelik Kuramı"na taktırır ve bunun ne menem bir şey olduğunu anlamak için Einstein'la görüşmeye gider:

- Sayın bilgin, der, ben ne fizikten, ne de felsefeden hiç bir şey çakmayan bir insanım. Ancak, yine de sizin tarafınızdan geliştirilen ve binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı son doruk nokta olduğu herkesçe onaylanan "Görecelik Kuramı"nızın özünü öğrenmek istiyorum. Sizden tek ricam kuramınızı benim hemen anlayabileceğim bir dille anlatmanızdır. Açıklayın bakalım, nedir bu "Görecelik Kuramı"...

Einstein, kendisiyle görüşebilmek için ileri sürdüğü öneriyi hemen benimseyerek israil devletine milyonlarca dolar vermiş olan zengin deliye, bir hayli karmaşık olan "Görecelik Kuramı"nı üç beş sözcükle nasıl özetleyebileceğini biraz düşünür. Sonra da:

- Bakın, der, bizim bulduğumuz gerçek, sizin anlayacağınız dille şudur; "Bir şey kıpırdıyordu"...

Deli zengin:

- Nasıl, nasıl, der, binlerce yıllık insan düşüncesinin vara vara sonunda vardığı doruk bu mu? Bula bula bunu mu buldunuz siz? "Bir şey kıpırdıyordu"...

Einstein:

- Evet, der, sonunda bu gerçeği saptadık. "Bir şey kıpırdıyordu"...

Deli zengin, biraz kazık yemiş gibi hisseder kendisini ama, üstünde durmaz. Fizik ve felsefenin erişebildiği en tepe noktanın "Bir şey kıpırdıyordu"dan ibaret olmasına şaşarak geçip gider.

* * *

Yarım yüzyılı aşkın bir yaşamdan sonra insanın bazen vardığı gerçekler de "Bir şey kıpırdıyordu" türünden olağanüstü bir basitlik taşıyor.

Örneğin on binlerce yazıdan sonra sezebildiğim tek doğru ne oldu biliyor musunuz? Kimsenin kendi toplumunu doğru dürüst tanımasına olanak bulunmadığı doğrusu...

"Biz şöyleyiz, biz böyleyiz" deyip duruyoruz ama gerçekten öyle miyiz, değil miyiz bilmiyoruz.

Örneğin Tanzimat'tan bu yana söylenip yazılmış olanların, toplum üstündeki etkileri ne olmuştur?

Kestirmek kolay değil.

Belki de Tanzimat istanbul'da belirli bir çevreyi etkileyebildi sadece. Ya müşrutiyetler, onlar hangi kesit ve bölgeleri ne kadar etkiledi?

Belki Kuşdili Çayırı'nın çevresi ile Fatih, Taksim ve Beşiktaş yörelerini...

O dönemin romanlarıyla edebiyatı dahi geniş kitlelere yansıyamadı. "Aşk-ı Memnu" ile "Rubab-ı Şikeste"yi kırksekiz milyonda kaç kişi okumuştur ki?

"Mecelle"nin dahi ne anlama geldiğini bilmeyenler bir hayli çoğunluktadır her halde... Bizim düşünce yapımızı biçimlendiren en güçlü olgu, sanırız aile biriminde de kendini iyice belli eden "Ataerkillik" olgusudur.

"Ataerkillik" biçimlenmesinin boyutlarını "Cumhuriyet'in taze rüzgarlarıyla ne kadar genişletebildik, onu dahi tam bilemiyoruz.

Yüzyılı aşkın bir süreden beri çeşitli aralıklarla denemeye giriştiğimiz demokrasinin mayasında sık sık bir formül sakatlığı çıkıyor. Ataerkillikle Cumhuriyet ve demokrasiyi aynı kaba koyup çalkalamaktan oluyor belki de bu... Belki de bu formül sakatlığına, endüstrinin yeterince gelişmemiş olması yol açıyor...

Bunun yanında zeka ve yaratıcılık dozlarını da saptamak olanağı yok... Ayrıca, "basmakalıp", "orta grat" ve "beylik inançların" yeniden gözden geçirilmesine de pek yatkın durmuyoruz.

* * *

Evde yeni yetişen genç, azıcık değişik bir müzik çalmaya kalksa tepemiz atıyor:

- Kes ulan şu gürültüyü, diye bağırıyoruz.

Bizim kafamıza uymayan, aklımıza yatmayan her şeyi, "zıpırlık", "zibidilik" ve "kendini bilmezlikle" suçluyoruz... Kendi davranışlarımız gayet olağan geliyor kendimize... Ve kendimizi tanıma olanaklarına da sahip değiliz...

Tanzimat'tan bu yana yetişen yazarlar, ozanlar, sanatçılar, düşünürler, bilim adamları bize kendimizi tanıtacak kadar koşullanmaları sürekli ırgalamaya dönük bir birikim sağlayamamışlar. Gösterdikleri çabalar da dar çevrelerde şöyle bir esinti yaptıktan sonra uçup gitmiş.

insanlık düşüncesinin vardığı son nokta, "Bir şey kıpırdıyordu"...

Bizim de elli yıldan sonra gelebildiğimiz yer, "Kendimizin ne olup ne olmadığını" yeterince bilmediğimiz...

Bu kadar engin bir bilgisizliğe erişebilmek için, ne kadar çok çalıştık, tahmin edemezsiniz...

çetin altan
celiskinin allahi vardir benzerleri icin:

(bkz: asla asla deme)
felsefe sınavında yazmak istediğim cümledir.
hiçbir şey bilmediğini bilme durumu. bu genelde, geçiş dönemlerinde olur sanırım. örneğin; kıştan bahara geçerken, geçen seneden bu seneye geçerken, bir ilişkiyi istemeden bitirip yeni bir ilişkiye geçerken gibi gibi gibi durumlarda, sınama gözden geçirme hadisesi yani.
cahil bilge, çünkü ne de olsa neyi bilmediğini biliyor da diyebiliriz ama o öyleyse tüm genellemeler yanlıştır sav'ı nolucak. *
' bilmediğimiz şeylerin farkında olabilseydik çok şey bildiğimizi iddia etmezdik. ' diye kendimce yorumladığım anlamlı bir cümledir.
(bkz: sokrates aramızda) *
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar