bugün

vaudeville for vendetta'nın dikkat çekmesi sayesinde "harbi laaa" ve "he valla" karışımı bir ruh haliyle idrakine vardığım jargondur.

"Asr-i saadet" dediğimiz mutluluk dönemi anlamına geliyor olup, Hz.Muhammed ve dört halife dönemini kasteden bir ifademizdir. Önce bunu bilelim. sonra bilmemiz gereken şey, derdimizin arapça ile olmayıp, asr-i saadet anılarının türkçe tercümeleri ile olduğudur. Üçüncü olarak bilinmesi gereken bu başlığın ve entrynin islama laf çakma çabasında olmadığıdır.

Şimdi,

Hz.Muhammed döneminde yaşanmış olayların anlatımı esnasında bu tercüme ekolü olarak da adlandırılabilecek jargon kullanılır.

Bu jargonun en temel özelliği doğal olarak kemkümlere ıı-mıı tarzı geçiştirmelere yer bırakmaksızın, tıpkı bir tiyatro oyunu gibi karakterlerin düşüncelerini ve içinde bulundukları durumu "kendi ağızlarından" net ve kesin şekilde anlatmasıdır. Rivayet olduğu için de yine doğal olarak bir ana karakter vardır ve olay onun ağzından anlatılır. Örnek vermek gerekirse: (dindar arkadaşlarımızın incinmemesi için gerçek isimler kullanılmayacak, yerlerine islam tarihi ile alakasız isimler eklenecektir)

"George bin Greg rivayet etti ki:

Beni François kabilesinin adeti olduğu üzere senede bir kere çıktığım aslan avı günlerinin birinde atımı Uhud dağının yamacındaki iki tepenin arasında bulunan kayalıklara sürerken, Beni Noah kabilesinden Robert bin Marc'ı, büyükçe bir kayanın üzerindeki bir hurma ağacının dibine çökmüş, öylece otururken gördüm."

ilgili sahne gözümüzde canlandı sanırım. Bu tür asr-i saadet rivayetlerinde bir tiyatro sahnesini dekore eder bir hava vardır çünkü. Bu durum, ravinin hoşsohbetliği sebebiyle lafı uzatması kaynaklı olabileceği gibi, çevirmenlerin bok yemesinden mürekkep de olabilir. Veya yer-zaman kanıtı çabası diyenler çıkacaktır ki rivayetin yapıldığı dost sohbetlerinde bu ihtimale pek ihtimal vermiyorum (nasıl bir cümle bu ya).

Yani amca, "bir gün sahrada giderken, robert bin marc'ı gördüm" dememektedir. Olayın geri kalanında hiçbir işlevi bulunmayacak hurma ağacı, aslan avı, atın rotası, kayanın boyutu gibi ayrıntılarla süslenmektedir mevzu.

Diğer bir özellik ise anlamı bozmayacak ya da anlama ciddi bir katkı yapmayacak kelime eklentileridir tercümelerde. Mesela: "öylece".

"... hurma ağacının dibine çökmüş, "öylece" otururken gördüm."

"... otururken gördüm" demek ile "... öylece otururken gördüm" demek arasında pek bir fark bulunduğunu sanmıyorum.

Bu jargonun başka bir özelliği insanların durmaksızın, gerekli-gereksiz, önemli-önemsiz herşey için yemin etmeleridir:

"Kasem olsun ki burda oturmuş şu koyunun ağırlığı hakkında konuşmaktayız"

"Yemin ederim ki buraya gelirken john bin howard'ın evinin önünden geçtim"

Gayet basit, konuşmaya bile değmeyecek ayrıntılar için yeminler gırla gitmektedir. Sanırım bunu da arap kültürü olarak tanımlayıp işin içinden sıyrılabilir çevirmenler ama bu kadar çok yemin etmek acayip ya yine de. Yeminle diyorum bak.

Bir başka özellik de isimlerin başındaki hitaplardır. Türkçeye "ey" diye çevrilebilen ama "yâ"(a nın üzerinde fötür var) olarak çevrilmesi tercih edilen bu hitap rivayetlerin toplam kelime sayısında kallavi bir yüzdeye sahiptir. Gerçi ey de arapçadır ama, neyse işte.

"yâ mike, yâ vladimir, yâ nicolas" gibilerinden.

Daha var tabi ama o değil de ben sonucu bağlayamadım.

Yani, hayat ilginç işte... Öyle...
asr-ı saadet jargonu' u değilde,bu filmlerin ilk çevirisini yapan kişican' ın jargonu, gibime gelen hede. vaktı zamanında bu kişican afçkk * ' nı yazdığı için, bütün çeviriler bu kitaba bağlı kalınarak yapılıyor kanımca. bu jargonun bazı püf noktaları, olmazsa olmazlarından biride; hayatın slovmoşın sürmesidir. slovmoşın yürünür, slovmoşın konuşulur. hadi bunları anladık ,slovmoşın savaş edilir!

normalde şartlarda ,yolda biriyle karşılaşsanız; "naber moruk,nasıl gidiyor" felan gibi cümleler kullanırsınız. fakat bu jargona göre muhtemelen karşılaştığınız kişi size şöyle cevap verecektir;

-gökteki yıldızlar ve çölün kumlarına kasem ederim ki, güneşin rahmeti üzerine doğsun, ya ebu ikircik.