bugün

kadinlar ustune doktora yapmis oldugunu zanneden sahis.
çetin altan'ın yazar oğlu.kılıç yarası gibi,sudaki iz,kristal denizaltı,aldatmak,içimizde bir yer ve en uzun gece yazdığı kitaplardandır.
aldatmak adlı kitabı yuzunden bazı universiteli öğrenciler tarafından yumurtayla protesto edilen yazar.
arada yazdığı güzel yazıların, erotik icerikli yazıları yüzünden gölgede kaldığı ergenliğini yasayamamıs, doya doya mastürbasyon yapamamamıs, bu eksikliği dısavurumcu bir ifadeyle kitaplarına yansıtmıs yazar. ilgiyle izliyoruz.
boşuna gazetelerin sayfalarını meşkul eden kafayı sewişmek we aldatılmakla bozmuş olan ki bence zamanında çok aldatımış acılı bir insan,yazar.
çok popüler bir yazarımız.
"her 6 ayda bir kitabı çıkan,kalın kitap yazan,çok satan,basım rekorları kıran" ünvanı olan kişilere -iyi yazar- denilmesinin bir kurbanı.
diğer sığ sularda gezinen kitaplarını okudukça,kılıç yarası gibi ve isyan günlerinde aşk adlı birbirinin devamı niteliği taşıyan iki güzel ve kurgulanışı mükemmel kitabını babası çetin altana yazdırdığını düşündürten yazarımız.
kadınları anlayan * yazar.eğer tanrı ona baby face nasip eyleyeseydi kasanova nın tahtını sallandırabilecek çapkınlıkta yazar. (bkz: foolish kasanova)
okunmaması gereken yazarsı
tasvir konusunda çok başarılı bir yazar.
Tam tersi görüşleri savunan kardeşi Mehmet Altan'dır.
türkçe bilgisi ve türkçeyi kullanma yetisi sınırlı olan, ama buna rağmen kadın ruhundan çok iyi anlayan * , okunacak bir dünya yazar varken kitapları yok satan yazardır...
demokrat bir insan değerli bir yazar.
(bkz: en uzun gece)
(bkz: tehlikeli masallar)
Kitapları konularıyla olsun satış teknikleriyle çok satılan ve özelikle seks tasvirlerinde bana fena halde bukowski yi anımsatan yazar
türk edebiyatında önemli bir insandır. Türkçeyi çok iyi kullanarak keyifli yazılar yazar.
çıkardığı kitabı sudan ucuza satan yazar.
Zaman zaman enfes yazılar çıkarabilen değerli bir yazarımızdır.

Mesela 27 ağustos 2006 tarihli Hürrriyet gazetesinin kelebek ekinde Fatih Sultan Mehmet Han ile istanbul ilişkisini çok güzel analiz etmiştir.

http://hurarsiv.hurriyet....d=4984945&yazarid=150

Şeriatın başkenti... Bugün istanbul yok.

Müziği de yok, mutfağı da yok, kendine has tasavvuf imbiğinden geçmiş Müslümanlığı da yok, mimarisi de yok, adabı da yok.

Ölçüsüz ve örneksiz bir toplumun hoyratlığı var sadece.

Bir halife tarafından yönetilen bir şeriat ülkesi olan Osmanlı'nın başkentindeki o hoşgörülü Müslümanlığı bugün görebiliyor musunuz?

Bir şehri zaptetmek zor iştir. Hele yüzlerce yılda defalarca kuşatılmış, saldırıya uğramış, kendini savunmayı öğrenmiş, geniş surlarla ve denizlerle çevrili bir şehri zaptetmek daha da zordur.

Fatih Sultan Mehmed akıllı ve ihtiraslı bir adamdı.

Peygamberin rüyalarına girmiş bir şehri almak onun için yeterli değildi.

O istanbul'u almak değil, istanbul'un ruhunu ele geçirmek, yeniden şekillendirmek ve ona sahip olmak istiyordu.

Büyük iskender'in Yunan kültürüyle diğer kültürleri karıştırarak kurduğu Hellen Uygarlığı gibi bir yeni uygarlık kurmak istiyordu sanırım.

istanbul'u aldığında, kendisiyle çarpışmış olan Bizanslı komutanları ve Bizanslı saray erkanını yanına alarak onları Osmanlı'ya kattı.

Anadolu'nun her yanından kendi işlerinde başarılı olmuş zanaatkarları istanbul'a topladı.

Yeni bir uygarlık için istanbul'da yeni bir harç kardı.

Osmanlı, Bizans, Ceneviz, Türk, Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt, Arap, levanten bu yeni başkentte yeni bir kültür oluşturdu.

imparatorluğun diğer bölgeleri, özellikle Anadolu istanbul'a ayak uydurmakta zorlansa da, bu kentin kültürü herkesin örnek aldığı, benzemeye çalıştığı, imrendiği bir insan türü ve kozmopolit bir hayat tarzı yarattı.

"istanbul beyefendisi" de, "istanbul kabadayısı" da, "istanbul kadını" da bütün Osmanlı için bir efsane haline geldi.

Fatih Sultan Mehmed, bir toplum ve bir kültür için en önemli şeyi, "benzenilmek istenen örneği" yaratmıştı.

Doğu Roma imparatorluğu'nun başkentinden sonra Batı Roma imparatorluğu'nun başkentini de ele geçirerek bütün dünyayı saracak büyük bir imparatorluk ve içinde hem doğunun hem batının değerlerinin bulunduğu evrensel bir kültür yaratma hayali, gizemli ölümüyle yarıda kaldı ama istanbul şehri macerasına tek başına devam etti.

Müslüman bir kimlik şehrin dokusuna hakim renk olarak sinerken diğer dinlerin ve dillerin varlığı da hep beslendi.

Yavuz Sultan Selim'in hilafeti alıp getirerek istanbul'u "şeriatın başkenti" yapması da önemli bir değişiklik yaratmadı.

Müslümanlığın "eğlenceli bir özeleştirisi" gibi olan Bektaşilik hoşgörülü bir mizahı hep hayatın içinde tuttu.

Tekkeler, zaviyeler, tarikatlar dinin değişik yorumlarıyla hayatı bir tür kaneviçe gibi oyarak dinin üstüne ağırbaşlı bir dantel gibi serildi.

Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kuyumcu, mimar, terzi, tavernacı, tüccar, sarraf olarak şehir hayatını hareketlendiriyorlar, Osmanlının mutfağına, giyimine, modasına, eğlencesine, mimarisine, ziynetine değişik tatlar katarak bu "emperyal" yapıyı gerektiği gibi zenginleştiriyorlardı.

Pera ise meyhaneleri, kerhaneleri, kumarhaneleri, balozları ile bu "şeriat başkentinin" eğlence merkeziydi.

Osmanlı oraya hiç dokunmadı.

Bütün büyük dinler gibi ağır kuralları olan Müslümanlığın demir bir kapak gibi toplumun üstüne kapanmasına izin vermedi, bir kaçamak noktasını hep açık tuttu.

Müslüman mahallelerin "namusu" biraz da Pera sayesinde korunuyor, kabadayılar, fahişeler, kumarbazlar, ayyaşlar Pera'da "kurtlarını döküp" evlerine biraz utangaç, biraz mahcup ve epeyce günahkar olarak dönüyorlar, kendi mahallelerini tedirgin etmemek için azami itina gösteriyorlardı.

Dar bir kalıba sığmakta zorlanıp kabaran insani zaaflar mahallelerin uzağında arıyordu tatminlerini.

Pera'nın en keskin bitirimleri, en ünlü aşüfteleri mahalle imamının elini öpüyor, ihtiyarlara hürmette kusur etmiyordu, muhtaçlara yardımdan kaçınmıyordu.

istanbul, üstüne kurulduğu yedi tepe gibi çok değişik dinlerin, kültürlerin, dillerin üstünde dengesini bulmuştu.

Bu dengeye de kimse dokunmadı.

Ta ki tarihin Osmanlı'yı batırmakla görevlendirdiği ittihatçılar sahneye çıkana kadar.

Cumhuriyeti de zehirleyecek olan büyük kırılma onların döneminde başladı.

Şeyhülisamının meyhaneye övgü şiirleri yazdığı, Ermeni diplomatının dışişleri bakanı olduğu, Yahudi subayının bölük komutanlığı yaptığı Osmanlı'daki "büyük kültür hazinesi" ittihatçılar tarafından yağmalandı.

Onlar Müslüman Türklüğe ağırlık verdiler.

"Ekalliyetin" zenginliğine, parasına puluna, evine, ticaretine "kötü gözle" baktılar.

Ticareti "Türkleştirmeyi" bir politika olarak benimsediler.

Kültürel zenginlikten de rahatsızdılar, kendi "harsımıza" dönecektik.

O "emperyal" yapının dengesi böylece bozulmaya başladı.

Önce Ermenileri kaybettik ittihatçılar döneminde.

Sonra "laik" cumhuriyet geldi.

Aslında "ittihatçı zihniyetin ve kadroların" devamı olan Cumhuriyet, "varlık vergisi" faciasıyla "gayrimüslimleri" perişan etti.

Çoğu kaçtı gitti.

Çok partili dönem ise "6-7 Eylül"le kalanları da püskürttü.

Tek dinli, tek kimlikli "insan fakiri" çıplak bir ülke olduk.

Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun değişik akıntılarından, kültürlerinden, dinlerinden kendine bir şeyler alıp, aldıklarından herkes tarafından özenilecek "bir örnek" yaratmayı başaran ve hiçbir kültür karşısında ezilmeden asırlarca mutfağıyla, müziğiyle, mimarisiyle, eğlencesiyle, terbiyesiyle, nezaketiyle, adabıyla, edebiyle, beyefendisi, kabadayısı, kadınıyla herkese ölçü olan istanbul yüzlerce yıllık varlığını kısa sürede kaybetti.

Fatih Sultan Mehmed'den bu yana oluşturulan istanbul uygarlığı hoyratça savruldu gitti.

Toplum "örneksiz" kaldı.

Ne Müslümanlara edep erkan öğreten o süzülmüş şeyhler, ne "adam gibi içmeyi" öğreten Pera terbiyesi, ne kabadayılığın raconunu öğreten delikanlılar...

Bugün toplumun "ölçüsüzlüğünden" yakınanlar o ölçüyü kendi elleriyle parçaladıklarını düşünmezler bile, bütün büyük imparatorlukların o "emperyal" kültürü "örnekleriyle" yarattıklarını, Paris'siz bir Fransa'nın sadece bir köylü topluluğu, Londra'sız bir ingiltere'nin kaba ve soğuk denizciler, Berlin'siz bir Almanya'nın gürültücü işçiler, Petersburg'suz bir Rusya'nın içkici mujikler kalabalığı olarak kalacağını akıllarına getirmezler.

Bu büyük "emperyal kültürler" örnek bir kentin çevresinde şekillenmiş, kalabalıklar o şehrin hayatından kendilerine özenilecek dersler çıkarmışlardır.

Bugün istanbul yok.

Müziği de yok, mutfağı da yok, kendine has tasavvuf imbiğinden geçmiş Müslümanlığı da yok, mimarisi de yok, adabı da yok.

Ölçüsüz ve örneksiz bir toplumun hoyratlığı var sadece.

Bir halife tarafından yönetilen bir şeriat ülkesi olan Osmanlı'nın başkentindeki o hoşgörülü Müslümanlığı bugün görebiliyor musunuz?

Yeni Bektaşi şakaları çıkıyor mu toplumdan?

Dinden de dinsizlikten de korkan ürkek bir kalabalık olduk.

Birbirine benzemeyenler birbirlerine gittikçe daha çok düşman kesiliyor, herkes hayat tarzını diğerine zorbalıkla kabul ettirmeye çalışıyor.

Çok dinli, çok kültürlü toplumlar varlıklarını sürdürebilmek için hoşgörüye muhtaçtır, siz her şeyi teke indirirseniz hoşgörü kaynaklarını kurutursunuz.

Gerçek bir örnek olmadığında herkes "örneğin" kendisi olduğunu iddia eder.

Haşemalı adam için örnek kendisidir herkes kendisi gibi olmalıdır, başı açık kadın için örnek kendisidir herkes kendisine benzemelidir, ırkçı milliyetçiliği savunan kendisine benzemeyeni öldürmeyi bile önerir.

Sonunda öyle bir hale gelirsiniz ki başbakan karısını cumhurbaşkanının evine götüremez, bikinili kadın plajda rahat yüzemez, türbanlı kız üniversiteye gidemez.

Herkes "örnek benim" diye tutturur.

Çünkü ortak kabul gören bir "örnek" kalmamıştır.

Fatih'in kurmaya çalıştığı büyük bir uygarlığın örneğini ittihatçılarla Cumhuriyet elbirliğiyle yıkıp yok etti.

Şimdi adapsız ve edepsiz bir kaos yaşıyoruz.

Üstelik yaşadığımızdan da memnun değiliz.

Kendimizle, müziğimizle, mimarimizle, mutfağımızla övünemiyoruz, aksine yediğimiz yemekten, dinlediğimiz müzikten utanır olduk.

Ne kebaptan ne arabeskten utanmak gerekirdi eğer kaymaklı pilavla nihavent de hálá yaşıyor olsaydı.

Birbirlerini tamamlar, birbirlerine tat katarlardı.

ittihatçılar da Cumhuriyetçiler de istanbul'suz bir Türkiye istediler.

"Dinciler" de doğrusu bu isteği iştiyakla paylaştılar.

Hep birlikte onun çok kültürlülüğünden nefret ettiler.

Şimdi istanbul'suz bir Türkiye var.

Kendine imrenecek bir "örnek" bulamayan bir Türkiye.

Herkesin kendini fütursuzca "örnek" diye gösterdiği bir ülke.

Her yerden yakınmalar, ağlamalar duyuyoruz.

Daha çok duyacağız.

istanbul'u öldüren bir toplum o "cesed-i muazzama"nın altında daha epey ezilir.

Tarih böyle bir cinayeti cezasız bırakmaz...

Bırakmıyor da zaten....
kadınlar konusunda çoğu erkekten daha çok bilgisi olan yazar. ülkemizde kadınları çözmüş erkek pek olmadığından meraktan okunan bir yazardır.
(bkz: türk kadınını anlamak daha zordur)
(bkz: ask yazari)
çoğu insanın kendi yetersizliğinden dolayı bir türlü anlayamadığı,yazdığı yazılardaki paradigmanın akıl yönünden yetersiz insanlarımız tarafından algılanamadığı,dilimin ucundaki cümleleri toparlayıp en güzel dille anlatan usta yazardır ahmet altan.
''bir azizeyi orospu yapar aşk, bir orospuyu da azize'' sözünün sahibi.
--spoiler--
bir kadın ben üşüyorum dediğinde söylenecek söz;
üstüne bir şeyler al değildir.
--spoiler--
kılıç yarası gibi ve isyan günlerinde aşk gibi kitaplarından sonra aynı ellerle aldakmak'ı nasıl yazdığına hala anlam veremediğim yazar.

popülistlik ve satış kaygısındandır diye düşünüp, kafamdaki ahmet altan eşittir iyi yazar kalıbını bozmak istemiyorum.

adamın tipini, şeklini, şemalini beğenmeyebiliriz ama gerçekten iyi yazmakta ve türkçe'yi sanılanın aksine çok iyi kullanmaktadır.

kitaplarında cinsellik üzerinde çok durmasının nedeni sapık olmasından değil, cinselliğin insan hayatı üzerindeki önemini ve etkisini bilmesindendir. ahmet altan'a bu konuda ayar vermeden önce, cinselliği veya cinsellik hakkında herhangi bir şeyi günde kaç kez düşündüğümüzü, konuştuğumuzu, izlediğimizi sorgulamalıyız.