bugün

elif şafak

artık hakkında ne diyeceğimi bilemediğim yazar. ilk başta hemen şunu belirtmeliyim ki; hayranı idimm. böyle bir kalem türk edebiyatı'nda çok az var der idim. bunun değerini bilmeliyiz der idim. çünkü pinhan ve mahrem öyle her yazarın yazabileceği kitaplar değildir. dil zenginliği en üst noktadadır. anlatımda birçok yol denenir. ve bu denemeler başarıyla gerçekleştirilir şafak'ta. vecd halinde yazar, ben de vecd halinde okurum. (ki ingilizce yazmaya başladığından beri bu kayboldu)
ben sezgisel bir güçle tanıştım onunla. bir gün kitapçıya gittim. adını daha önce hiç duymamıştım. pinhan'ı gördüm. ki şehrin aynaları ve mahrem'de çıkmıştı o zaman. iç sesim "olum bu yazara bayılacaksın kronolojik sıra ile oku kitaplarını" dedi. öyle yaptım ben de. önce pinhan, sonra şehrin aynaları, sonra mahrem, bit palas, araf, med-cezir, baba ve piç, siyah süt ve derken aşk. her eserini ayrı ayrı değerlendireceğim lakin şunu söyleyebilirim ki mahrem benim için özel ötesidir. aynı zamanda üniversitede tez konumdur, postmodern edebiyat açısından analiz olarak. pinhan ve bit palas'ı çok etkin ve yetkin bulurum. siyah süt'ü çerez, araf ve baba ve piç'i ortalamanın üstünde görürüm. şehrin aynalarını sevmem, aşk'a ne diyeceğimi bilemem. med-cezir yayımlanmış yazılarının toplamıdır. şekerleme gibidir. ilk eseri olan kem gözlere anadolu'yu ise bulamadığımdan okuyamam. yazar (elif olan) bu eserini beğenmediğinden yayımlatmaz. sorulur kendisine, siz beğenmiyorsunuz ama belki biz beğeniriz denilir. belki biz de beğenmeyiz ama o beğenmeme halini beğeniriz denir. güler ve o öyküleri çok ham bulduğunu piyasaya sürmeyeceğini söyler. eyvallah denir ne denir ki. ama sinir bozan şey aynı kadının yarım saat önce yazarların egolarının yüksek olduğunu ama olmaması gerektiğini savunmasıdır. susulur.
şimdi geriye bakıyorum, yıpranmış bir sürü kitabı var bende. altını çizmekten, defa kere okumaktan hatıralarım ve mutluluklarım yıpratmışım hepsini. şimdi şimdiye baktığımda öfke duymaya başladım ben kendisine. ciddi bir öfke.
kendisine şunu sorma fırsatım oldu: "ortaya çıkardığınız eserin reklamının ve tanıtımının sınırı var mıdır. varsa bu sınır nerde başlar, nerde biter dedim. yine sükunetle güldü. (öyle ruhsuz tepkiler verir ki zaten. bir cimdik atasım gelir. ya da bazen o iki yanındaki saçını tek hamlede kafasının tepesinde toplayasım gelir, yapmam ama) her yazar gibi ben de çok okunmak istiyorum dedi. sustum.
ama ben neden onu bir esra ceyhan'da, bir seda sayan'da görsem şaşırmayacağım. neden...abartmış olmuş olabileceğimden olabilir mi...(mış muş olmuş bilmiş)
ama ben neden inanamıyorum artık ona. neden bana samimi gelmiyor artık. aylarca kanal kanal, sayfa sayfa kitabını ve kapağını anlattıktan sonra neden gri kapak piyasaya sürülüyor. nerde kalıyor samimiyet. neymiş biz erkekler okuyamıyormuş. yazık sana. hem de çok. o zaman ne yapacaksın canım sen biliyor musun...o çok sevdiğin ötekiler-azınlıklar bir diğer deyişle eşcinseller için de mor kapaklı kitap çıkaracaksın. çıkaracaksın "aa evet diyelim bari" inancımızı daha az sarsalım bari.
zaten doğan kitap'a geçiş faciası yaşanıyor içimde. ki tencere kapağını buldu durumu. bana neyse...
bunlarla boğuşuyordu zihnim bu aralar. hala yazarın eseri benim için daha önemli diyordum tıpkı kendisinin de dediği gibi. ama duyduğum şey gerçekten tüylerimi ürpertti. yeni bir kitabı çıkıyor genç kadın yazarımızın. adı: kağıt helva.
daha önce yayımlanan eserlerindeki cümleler yer alıyormuş kitapta.
"bu aşk burada biter,
ve ben çekip giderim" dizeleri belirdi gözbebeğimde.
tüm gün nasıl yani dedim. nasıl. artık işin nedenselliğinden geçtim ben. nasıl diyorum ben.
ben yine sağda solda manidar cümlelerini göreceğim, duyacağım. ama artık ne desem kendi kendime boş olacak. biliyorum.

yıllar önce bana dediğini yapacağım artık. ne yazık ki...
"mahremin gitti mi elden
sen de gitmelisin tez elden"