yağmurda ıslanmak

sabahın 7.30'unda başlar gün. üç sevilen insanla * üsküdar yolculuğu başlar, ve sırf şarkıya uysun diye başlamışçasına yağmur damlaları düşmeye başlar yüzümüze. 4 kişiye düşen tek şemsiye sadece iki bedeni koruyabilir yağmurdan, diğer ikisi sadece kapşonlarına güvenerek yağmura meydan okurlar. aşılmaz görünen trafik alt edilir ve su birikintileriyle boğuşa boğuşa üsküdar'a varılır. vedalaşılır dostlarla, toplum gönüllüleri binasından içeri girilir. abiye verilen sözleşme saatine yetişilip yetişilemeyeceği iç kemirme hususunun gündemindedir. derken abi geliverir pat diye, soğuk ortam ısınır, aydınlanır. artık kendisinden bir tane daha vardır, başına gelecekleri bilmeden gülümser öylece. tog çıkışı yol kaybedilir, avrasya maratonuna katılanlarla sohbet edilerek yol bulunur. dolmuş durağında yağmur ısrarla saçlarımı bozmaya çalışırken abi bünyesini gerer yağmura karşı ve korur beni. dolmuşa bineriz, üsküdar iskelesine 200 metre kala ineriz ve yine yağmur cebelleşir abimin inatçı bünyesiyle. bırakırız en sonunda kendimizi yağmurun kollarına, varsın ıslatsın istediği buysa deriz ve yolumuza devam ederiz. herkesin kuru saçlarıyla tezat olarak farelere dönmüşüzdür ama bu, büyülü pazar gününü hiç mi hiç etkilemez. taksim'den cihangir'e muhabbetşinas bir taksici eşliğinde ulaştığımızda karşımızda duran susam kafe sıcacık ortamıyla bizi yağmur damlalarından koruyacağına söz veren haliyle selamlar. gireriz içeri, kuruluruz masamıza. kahvaltımız gelir, benimki özel bir antika kutu içinde özel bir hediyeyle, yusufçukla. ince bir ruhtan gelen ince bir hediyenin güzelliğinden ince hastalığa yakalanmakta olan minik bünyem hoşnut kalır, sevinir, mutlu olur. gözlerimizin içi güler birbirimize o küçük şeyleri yedirirken. o kadar çok konuşuruz ki yağmur unutulur gider sel olan kelimelerimiz arasında. çok özlemenin en güzel yanı da budur; saatlerce hiç susmadan konuşacak kadar çok şeyin birikmesi ve o tatlı muhabbetin hiç sekteye uğramaması. saatler su gibi akıp giderken yağmur da durulmuştur biraz, daha seyrek tanelerin altında taksim'e tekrar yürünür, oradan da bütün dükkanları inceleyerek galata kulesine giden yol aşılır. yolculuk esnasında kitap molası verilir ve abim kendisine aldığı kitabı paketlettirir, "insan kendisini de şımartmalı." diyerek. ardından hoş bir müzik mağazasına girilir, iki tatlı dedenin işlettiği. biraz darbuka çalar abi, biraz sohbet ederiz, ve yine yağmur eşliğinde yolumuza devam ederiz. yüzlerce şemsiyeli ordusunun saplarından sadece elleriyle korur beni abi, hiç bir zarar görmeden varırız galata kulesine. istanbul'un en güzel yerleri ayaklarımız altındadır, metrelerce yukarıdan istanbul'a, en az istanbul kadar özel bir varlıkla bakmanın verdiği keyif hiç bitmesin isterim. ama biter, anılar sadece fotoğraflanarak saklanır o an için, ıslanmış bedenlerimize rağmen mutluluğumuzun kanıtları olsun ve seneler sonraya uzansın diye. kuleden inişte iki kartpostal alınır, birbirimize yollamak üzere sözleşiriz ve ıslanma faslımıza devam ederiz. herkese inat yolun tam ortasından şarkı söyleye söyleye, ıslık çala çala gideriz. edith piaf'tan la vie en rose en çok yakışan eserdir bu güzel güne. iliklerimize dek son bir defa ıslanarak trafiğin kitlendiği noktalara ve de günün bitimine ulaşırız. hem de pastadan bir ısırık bile almadan günü noktalayarak.

hasta olmaktan deli gibi korkmasına rağmen deliyle deli olan, bir güne en çok sevgi nasıl sığdırılır sorusunun cevabı, her hareketiyle her kelimesiyle geçen dakikalara doyamadığım abime teşekkürler...