bugün

michel tournier

"kendinizi dahi hissediyor musunuz? duraksamadan yanıt verdim: "elbette herkes gibi."

evet, herkes deha sahibidir, deha kocaman, tek taş bir elmas değil, tüm insanların üstüne püskürtülmüş parıldayan bir tozdur. en doğal, en günlük bir şeydir bu. eğer bir kimse, her yaratıcı eylemin içerdiği sonsuzu çağrıştırarak, var olup da hemen deviniyor, yürüyor, gülümsüyor, eşsiz tek bir biçimde konuşuyorsa, o zaman deha oradadır. o zaman kimseyi görmek ve görünce de varlığını kutlamak bize bağlıdır. çünkü, alçakgönüllülüğün bu derecesinde, körlükle, miyoplukla, hipermetroplukla ya da yalnızca dalgınlıkla hiçliğe adanmıştır. hipermetropluk: her zaman yalnızca burnunun dibindekini görmekte toplanan bu sakatlık ne kadar da yaygın! mozart"ın don juan`ını bilmemezlik olamaz. bir kuşla bir güneş ışınının rastlaşmasında ansızın ortaya çıkan büyülü anı daha kolaylıkla kaçırabiliriz. güzellik dünyanın en yaygın şeyidir, ama günlük gereksinimlerin kölesi olmuş bakışımız onu göremez. yorgunluğumuzun dünyanın üstüne attığı o gri örtüyü yırtmak icin ressamın, heykeltraşın, mimarın ciddi bir müdahalesi gerekiyor.

böylece güzelligi, günlük yaşamdan uzakta, ayrılmış bir mahallenin içine; müzelerin, kitapların, sarayların, ustaca düzenlenmiş bahçelerin bulunduğu mahallenin içine kapatmak, hatta gerçek kokuları hiç duymamak için parfümlere boğulmak gibi, kendimizi de güzellikle birlikte buraya kapatmak geliyor hep içimizden. kimileri yürekle seksin şu biçimsizliğini bile sunuyorlar: güzelliği, sevilebilir, arzu edilebilir, cinsellik açısından heyecan verici olan şeyden ayırıyorlar. (gide , proust hakkında şöyle diyor: " bana, önce kendisini çeken şeyin neredeyse hiçbir zaman güzellik olmadığını ve güzelliğin cinsel istek ile az ilişkisi bulunduğunu düşündüğünü yanıt olarak bildiriyor. "andre gide, journal, "la pleiade", s.694, gallimard) güzelliğin böylece gettoya konulması, sakat bir zihni, kuşkusuz çocukluk yıllarında bir saldırı sonucu sakat kalmış bir zihni belirtiyor. daha genel olarak, güzellik pek bayağı saplantılarımızla bastırılıyor. bereket versin, her zaman değil. kendimi içinde kral gibi hissettiğim yalnızca bir durum var. örnegin, bir metro vagonunun kalabalığı icinde, akşamın saat altısında, hiçliğe denk olan o iğrenç, tekdüze kaygılar yüzünden bitkin düşmüş, canı çıkmış, iflahi kesilmis erkek ve kadınların ortasında olduğum durum. oysa benim de kaygılarım ve yorgunluğum daha az değildir, ama, metro treninin hızlanmalarına, hızını kesmelerine uyarak salınan yoğun insan kitlesi içinde çok güzel bir yüz keşfettim, ve bakışım, etrafa serinlik saçan bir ağaca konmuş bir kuş gibi, bu yüzün üstüne kondu. bu kapalı ve pis kokulu ortamda, bu ufacık ve canlı vahayı buldum. gizlice büyük bir zevk alıyorum. gözlerim kamaşıyor. tüm bu yoksulların ortasında ben karun gibi zenginim."
kutsal ruh kitabından

michel tournier bu cümleleri yazarken de karun gibi zengindir. modern insan bulunduğu her ortamda donuk gözlerle akıllı telefonuna, blackberry'sine ya da bilgisayarına bakan gözleriyle en büyük zenginliklerden ve güzelliklerden bihaberdir. neredeyse hepten kaybetmiştir ve farkında bile değildir. bu bile modern zamanların korkunçluğunu anlatmaya yeter. göz göze bakmayan, bakmaya ihtiyaç duymayan insan seli içerisinde; "istiklal'deki insan seli içinde bir molekül olarak hareket ederken, bu akışkanın kritik bir eşiğe ulaşacağını, faz değişimleriyle birlikte kristal kuleleri alaşağı edeceği çatallanma zamanlarını hayal ediyorum." diyen rahmi öğdül ile aynı hayali devam ettirmekten başka çare kalmıyor.