bugün

entry'ler (22)

dövme sildirmek

yakın bir gelecekte, dövme yaptırmak kadar kolay olacak işlemdir.
bkz: https://clearit.tattoo/ https://m.facebook.com/ClearItTattooRemoval/

Abd’li bilim insanları, dövme sürecini tersine çevirmeyi başarmışlar. Lazer tabanlı olmayan, sağlıklı hücrelere zarar vermeyen, geride kalıcı iz bırakmayan bir sistemle, dövme pigmentleri etkisiz hale getirilerek derinin dışına çekiliyor. Böylelikle lazer işleminde olduğu gibi, kimyasalların vücuda yayılması da söz konusu değil. Sistem, yalnızca tek bir seansta, her renk dövmeyi, acısız bir şekilde, geride yalnızca geçici hafif bir morluk bırakarak tamamen ortadan kaldırıyor.
Fda onayı aşamasındaki sistemin, 2020’de Abd’de, 2021’de Avrupa’da, 2022’de ise dünyanın diğer ülkelerinde kullanıma girmesi planlanıyor.

Fda onayı almış bir diğer önemli buluş için bkz: https://www.soliton.com/

das leben der anderen

günlerdir ne başka bir film seyretmek istiyorum, ne kitap okumak, ne de yemek yemek. bu öyle bir film.

gazi üniversitesi hukuk fakültesi

bir sene anadolu üniversitesi hukuk fakültesi'nde okuduktan sonra buraya yatay geçiş yapmış birisi olarak: hayatımın en büyük pişmanlığıdır. bir senelik üniversite hayatından sonra yeniden dönülmüş lise gibidir, liseden de beter bir yerdir.

olric

kitapla alakası olmayan uydurma sözlerle incitilen karakterdir. incitilen yazarın iç sesidir.

bu konuda ekşi sözlükte açılmış bulunan "internette oğuz atay'a izafe edilen korkunç sözler" başlığının okunmasını oldukça yararlı buluyorum. o başlığı açan ve ısrarla tespitlerine devam eden arkadaşı tanımıyorum ama ona ulaşabilmek, ona şöyle sıkıca bir sarılabilmek isterdim. ne güzel insanmışsın sen.

bütün bu saçmalıkları uydurma cüretini gösteren ........ varlıklarla, aynı havayı soluduğumu bilmek bile beni rahatsız ediyor. "Onlar"a ne diyeceğimi bilemiyorum.

işbu entrynin üst kısımlarında da rahatlıkla görebilirsiniz onları.

oğuz atay

kendisiyle hiçbir alakası olmayan uydurma sözlerle incitilen yazardır.

bu konuda ekşi sözlükte açılmış bulunan "internette oğuz atay'a izafe edilen korkunç sözler" başlığının okunmasını oldukça yararlı buluyorum. o başlığı açan ve ısrarla tespitlerine devam eden arkadaşı tanımıyorum ama ona ulaşabilmek, ona şöyle sıkıca bir sarılabilmek isterdim. ne güzel insanmışsın sen.

bütün bu saçmalıkları uydurma cüretini gösteren ........ varlıklarla, aynı havayı soluduğumu bilmek bile beni rahatsız ediyor. "Onlar"a ne diyeceğimi bilemiyorum.

tutunamayanlar

kitapla alakası olmayan uydurma sözlerle incitilen eserdir.

bu konuda ekşi sözlükte açılmış bulunan "internette oğuz atay'a izafe edilen korkunç sözler" başlığının okunmasını oldukça yararlı buluyorum. o başlığı açan ve ısrarla tespitlerine devam eden arkadaşı tanımıyorum ama ona ulaşabilmek, ona şöyle sıkıca bir sarılabilmek isterdim. ne güzel insanmışsın sen.

bütün bu saçmalıkları uydurma cüretini gösteren ........ varlıklarla, aynı havayı soluduğumu bilmek bile beni rahatsız ediyor. "Onlar"a ne diyeceğimi bilemiyorum.

as i lay dying

William Faulkner'ın bilinç akışı tekniği ile yazdığı, Murat Belge'nin dilimize kazandırdığı, ABD'nin güneyinde yaşayan yoksul bir ailenin ölen anneleri için giriştiği son görevi ve yolculuğunu konu alan ve kanaatimce mükemmelin de ötesinde bir roman. Okuduğum en iyi şey diyebilirim. Romanda 15 farklı anlatıcı ve 59 bölüm bulunmaktadır ve toplamda 214 sayfadır. Her bölümde farklı bir insanın zihninden bakarsınız olaylara, iç seslerine şahit olur ve giderek bütüne yaklaşırsınız. Fakat bazı noktalar her şeye rağmen karanlıkta kalır bu romanda. Faulkner'ın bu romanda en çok yaptığı şeylerden birisi de bir sözü sürekli olarak tekrarlamak, farklı sayfalarda yeniden karşınıza çıkarmak ve böylece zihninize kazımak, kalıcı bir tat bırakmaktır. Bazı betimlemeler sınırlarda dolaşır, sınırları fazlasıyla zorlar, garip bir izlenim bırakır zihninizde. Her şey öyle apaçık anlatılmaz. ip uçları, semboller verilir, örneğin çok önemli bir şeyden yalnızca bir kez ve üstü kapalı bahsedilir gerisi okuyucuya bırakılmıştır. Bütün bir kitap boyunca, basit cümlelerle, o hep anlamı bilindik basit kelimelerle koca bir dünya, canlı bir atmosfer yaratılır, Faulkner bu anlamda zor olanı yapmaktadır. Birken, on altı olmanın en kısa yoludur bu kitap, insanları biraz daha anlamanın. Cash, Jewel, Vardaman, Dewey Dell, Darl, Addie, Anse ve diğerleri sanki çok iyi tanıdığınız, kanlı canlı bireylermiş gibi zihninizde yer alır ve hiç bitmeyecek bir yolculuk boyunca hikayelerini zihninizde yaşatırlar. Gülmekten devam edemeyeceğiniz fakat bir sahne sonrasında gözlerinizi dolduracak kadar karanlıklaşan sahnelere gebedir.

iletişim yayınlarından.
Orjinal adı: As I lay dying.

l etranger

sayfaca bu kadar az olmasına ve bu kadar sade bir anlatımla yazılmasına rağmen devleşebilmiş bir eserdir kendisi. sanatın yüceliğini biraz da burada aramak lazım diye düşünüyorum. sayfalarca betimle betimle nereye kadar dimi raşya?

kahramanımız Meursault saçmanın felsefesi içinde anlamsızlaşmış, duyarsızlaşmış ve cehenneme bile çoktan razı olmuş bir adamdır. Ona göre hayat yaşamaya değmez ve bir şey öyle de olur böyle de olur, farketmez.
Albert Camus ise bunu bir başlangıç olarak görmektedir. Yani ona göre insan hayatın yaşamaya değmez bir şey olduğunu, düpedüz bir saçmalık olduğunu eğer en başından kabullenirse, bundan daha kötüsü olamayacağından, olan bitenlere daha fazla şaşıramayacağından, onun için daha yaşanılır bir hayat söz konusu olacaktır. yaşama ölümle başlamak gibi bir şey.

okuma işinin sonrasında zeki demirkubuz'un yazgı filmi de mutlaka izlenmelidir. Önce filmi izlemek gibi bir yanlışa katiyen düşülmemelidir.

"...yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim."

matmazel noraliya nın koltuğu

peyami safa'nın iki bölümden oluşan ilginç bir romanıdır. okumanın,üzerine düşünmeyi ve eleştiri yapma hakkını da beraberinde getirdiğini bilerek bir kaç noktaya vurgu yapmak istiyorum. o dönemle bu dönem bir değil tabi,o da ayrı konu. Eserde bağnazlık ile tamamen maddeci bir ilim ve felsefenin birbirinden farklı olmadığı, her ikisininde eksik ve kainatı anlamada yetersiz kaldığı vurgulanmaktadır. Bu da ilim ve felsefe ile izahı mümkün olmayan bir takım mistik olaylar ile pekiştirilmek istenmiştir. Fakat eserde mistik unsur ve olaylar o kadar fazla yer bulmuştur ki bir süre sonra kendi kendini yer bir hale bürünmüştür gözümde. Halen anneannesinin dizinde dua dinleyen, bu dualarla manevi bir huzura kovuşabilen bir insanım fakat... bu kadar saniyelik mi her şey? bu kadar fazlaca ve peşpeşe mi? dilinizde tekrarlaya tekrarlaya eskittiğiniz dualarla yine aynı yerde kaldığınız hiç olmamış mıdır? be adam sen de! bu sonuçta bir roman. gerçek ve sanatı neden bu kadar uyumlulaştırma derdindesin, diyebilirsiniz. işte o vakit,evet bu bir roman diyerek, romana dair beklentilerimden bahsedebilirim size. salt bilgi üzerine kitaplar okuyan, okuduğum romanların yalnızca zaman kaybı olduğunu her fırsatta ifade eden birtakım arkadaşlarım :
-Yahu sahi bu kitaplarda ne buluyorsun? neden zaman kaybediyorsun? hem çoğu uydurmaca! dediklerinde,verdiğim cevap şu şekildedir :
-Evet, bilgi kitapları okuyorsunuz. kendinizce doğru olanı yapıyorsunuz. ama o bilgiler o kadar katı ve yığılmış bir halde ki okuduklarınızın ne kadarını gerçekten hazmedebiliyorsunuz? zihne girmedikten sonra okuma eyleminin ne önemi var ? romanlar mı? bir romanda bir yazar salt bir bilgiyi, olayların akışı içerisinde o kadar yerinde ve o kadar canlı bir şekilde ifade eder ki, bu bilgi kavranmış,hazmedilmiş ve hatta yaşanmış bir bilgi değerindedir,bir ömür davranışlarınızı şekillendirebilecek güçtedir. bu veya buna yakın cümleler işte.
Gelelim Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'na. bilgiler,bilgiler,bilgiler. eseri,olayları,kahramanları,romanın dokusunu aşan tartışmalar,kavramlar. sanki yazar bir ömür susmuş da bütün bir derdini bir roman eşliğinde fakat bir romandan uzaklaşarak haykırmış gibidir. Hazmı o kadar zor ki. anlamadan geçilen mesele,kavram ve tartışmalara gerçekten üzülüyorum. eserde cemil meriç kanaviçe'si de yok üstelik.
esere yöneltilen genel eleştiri ikinci bölümün,birinci bölüme nispeten bir roman açısından daha başarısız olduğu yönündedir. Ben ise birinci bölümde boğulmuş,ikinci bölümü okumaktan bir kaç günlüğüne korkmuş fakat kitap bittiğinde ikinci bölümü daha sevilesi bulmuş bir okuyucuyum. zira ikinci bölümde mistik ve bilimsel unsurlar birinci bölüme nispeten daha dengeli yürütülmüştür.
şüphesiz ki peyami safa büyük bir romancıdır. ötüken'den çıkma yalnızız adlı eserinin 27. ve 56. sayfaları bende her zaman hayranlık uyandıracak ve peyami safa gerçekten büyük bir romancı dedirtecektir. ötüken demişken... Yahu üstadın bütün romanlarını basıyorsunuz ve bu kitaplar yazım yanlışlarından geçilmiyor. bir değil,üç değil,beş değil. bazı kısımlarda öyle yazım yanlışları var ki cümleyi ve manayı bir hiç ediyorsunuz. nasıl gözden geçirip,nasıl bu şekilde basabiliyorsunuz anlamış değilim !

cemil meriç

ne vakit maddiyat üzerine düşünsem yahut maddiyata dayalı bir durumla karşılaşsam, kelimelerle anlatılamayacak bu büyük gönül ve düşünce zengininin şu sözleri zihnimde yankılanır :

-Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderili'yi hiçbir zaman gülünç bulmadım.
Cam, altından çok daha asil. israil peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın.
Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı.
Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir.
Deli ibrahim, Osmanoğulları'nın en akıllısı. inci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı,
denizlerde ne işi vardı?

aylak adam

-Nasıl kolayca söyleyiveriyordu bunu. Sevmek!
Kelimelere herkes kendine göre bir anlam,bir değer veriyor galiba.
Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?
-Evlenmek!
Can sıkıcı dairelerden birinde,tanımadığımız bir adamın bizi birleştirmek görevine boyun eğmek...

-Yoksuldan çalıp tanrıya verdi!
-Tanrıya değil,bilirsin.Hem ben çalmadım.
-Ama verdiğin çalınmış paraydı.
-Ne yapsın insan,kaldırıp denize mi atsın kendini?Bu dünyada onun başka türlüsü yok!
-Var! Alın terinin kazandığı...
-Sus! Onları da bilirim.
Çalamadıkları,kolayını bilmedikleri için terlerler...

-Eve gelirken on paket sigarayla bir deste kibrit aldı.
Odasının ışığını yaktı.
Elindekileri karyolanın altına, boş bavula koydu.
Çevresine bakındı,yoktu.Oturma odasını da aradı.Orada da yoktu.
Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu.
Kadınlar da böyleydi.Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama,yalnız bir teki yoktu...

Bir Yusuf Atılgan şaheseri. Beklentilerin,tutunamayanların romanı.
O günden sonra bir 'B'nin varlığı sarar,kemirir içinizi.
Hiç olmadık kişilere yüklersiniz bu sıfatı, hiç olmadık beklentiler taşırsınız,
ve hiç olmadık kırılmalar yaşama ihtimaliniz bir hayli yüksektir.

anayurt oteli

-istasyon alanından otele çıkan sokağın başında bir çam ağacının gövdesine tenekeden kesilmiş,koyu yeşil üstüne ak harflerle OTEL yazılmış ok biçimi bir gösterge çakılı, ama yıllar sonra çivilerden biri çürüyüp kopunca okun ucu aşağıya dönmüş,toprağı gösteriyor,
otelin yeraltında olduğu sanısını veriyor insana.

-Niye ayırmak istediler abi?
-Bilmem. Belki sonuna dek gitmekten korkuyorlardır;
sonunu görmekten.

-Film iyiydi değil mi abi?
-iyiydi,dedi gülümseyip.
Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde: sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.

- "Ne ölüyüm,ne sağım"

-Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldılar buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu?
Kulakları mı uğulduyordu?
Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı?
Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi.
ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir,
kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi.
'Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük.'
Ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu.
Gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı.
Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden?
Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş
bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın
sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?
Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?

kürk mantolu madonna

-insanlar, birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için, bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rast gele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.

-insanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı.
Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karmaşık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!
Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında
son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?

-Şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır. Aradan aylar geçtiği halde bir türlü bu tesirden kurtulamadım. Ne zaman kendimle baş başa kalsam, Raif efendinin saf yüzü, biraz dünyadan uzak, buna rağmen bir insana tesadüf ettikleri zaman tebessüm etmek isteyen bakışları gözlerimin önünde canlanıyor. Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan,
her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız : Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor? Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.

hipokondriyak

zakkum-aforizmalar

1)Her birliktelik kalbinin emzireceği bir yeni bebektir.
Önce emeklemeyi sonra yürümeyi öğretmen gerekir.
2)Bazen hiç başlamaması bir gün bitmesinden iyidir.
Çünkü beraberlik yaşlanırken bir terkediş gençleşir.
3)Aslında dostluklar da kardan adam gibidir.
Eriyecekleri bile bile inşa edilir.
4)Yalnız kalmak bir ilaç mıdır yoksa hastalığın ta kendisi mi?
5)Bir şeye çok uzun süre bakarsan onu görmemeye başlıyorsun.
6)Hayat, keşke bu kadar etobur olmasaydı...
7)işte sen! Kurbanlarından korkan kanlı zalim bıçak...
Sen! Kendi gölgesinden bile korkan bir paranoyak...
Sen! Kırık cam üstünde yalınayak ve çırılçıplak...
Kalbi çoktan iflas etmiş kimsesiz bir kardiyak !

herkesin içinde kendine dair bir şeyler bulabileceği,kimi eski kimi yeni aşklarınızı,dostluklarınızı,akıp giden hayatı...
ama en çok da kendinizi sorgulamanıza neden olan;
333'e kadar akıp giden sayıların,
-Kalbindeki sütü tüketmediler mi?
-Seni hiç terketmediler mi?
-Kapım neden hiç çalmıyor artık?
-Fotoğraflardaki insanlar hatırlıyor mu beni? isimleri neydi? Bunların yüzleri çok tanıdık...
-Siz ikiniz siz ikiniz benim hakkımda ne konuşuyorsunuz?
-Senin...Senin ismin neydi? tarzı soruların,
hipokondriyak-paranoyak-kardiyak tekrarlarının,ağız şapırdatmalarının
ve özellikle ve özellikle 4.10'ncu saniyede ilk girişini yapan ciddi anlamda rahatsız edici gitar sesinin
amacına ulaştığı,kişiyi bütün hücreleriyle kendine bağladığı,müthiş bir zakkum şarkısı.
ayrıca yalnızca kulak dolgunluğunuzun olduğu bazı kavramları sorgulatması açısından öğreticidir de.
(bkz: hipokondriyak) (bkz: paranoyak) (bkz: kardiyak)
zehr-i zakkum,anlıyorsun,ağlat beni gibi müthiş parçalara sahip bu grubun,hipokondriyak tarzı şarkılar yapması durumunda yerinin çok farklı olabileceğini düşünüyorum.

when nietzsche wept

ırvın d. yalom'un sıradışı romanıdır. kahramanları nietzsche, breuer, freud ve lou salome.
nietzsche ve breuer'un yollarının bir şekilde kesiştirilmesiyle roman adeta canlanıyor. bu ikilinin arasındaki felsefi sohbet öylesine canlı ki bir süre sonra kendinizi dr.breuer ve hayatınızdaki diğer bütün ikinci kişileri nietzsche olarak görmenize, adımlarınızı daha yavaş daha akılcı ve sağlam atmanıza sebep olabiliyor. kendinizi bir an da hayatı sorgularken yahut bu ikilinin arasındaki sohbetlere görüşlerinizle katılırken bulabiliyorsunuz. kitap da hafızalara kazınan derin anlamlı cümleler oldukça yoğun ;
-neysen o ol!
-doğru zamanda öl!
-beni öldürmeyen herşey beni güçlendirir!
-bir kadının bedeninde beceriksizce kıvranan bir çocuk!
-siz arzuyu seviyorsunuz arzu edilen şeyi değil!
-güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan!
-bu yaşam senin ebedi yaşamındır!
-yaşamını tamamla!
-louuuuu seni küçük pisliiiik!

bu ikilinin bir biri hakkında tuttuğu notlar ise kitapta en ilgiyle okuduğum bölümler olmuştur efendim.
ayrıca max'ın şu sözleri pis pis gülmeme sebep olmuştur ;
-her güzel kadının olduğu yerde,bir de onu düzmekten bıkmış zavallı bir erkek vardır!
daha iğrenç olamazdın dostuuuummm. ehueheuehu.
evet kitap bitmiş olabilir. ama bu ikili zihnimde sohbetlerine en kanlı en canlı ve de en heyecanlı şekilde devam etmektedirler...

age of

conquerors versiyonunda yüksek lisans ve doktora yaptığım, hatırladığım kadarıyla en az 6 senedir büyük bir zevkle oynadığım strateji oyunu.

aldatan sevgiliyi affetmek

yeniden aldatılmak için gerekli koşulu sağlamak demektir. kimisi yeniden aldatılır, kimisi de hırs yapmıştır bu sefer kendi aldatıcak, öç alıcaktır.

ankara üniversitesi hukuk fakültesi

2009 yılı itibariyle kontenjanı 600'den 800'e çıkan devlet binası görünümlü köklü hukuk fakültesi.

tımar sistemi

osmanlı döneminde bozulması itibariyle ekonomik çöküşü hızlandıran, toprak geliriyle asker yetiştirme biçimi.

batıkent

ankara'nın en sakin,en sessiz,en kendi halinde yerleşim birimlerinden. devlet hastanesi yapımı sürmektedir.