bugün

yirmi iki yıllık bir öykü vardı ellerinde.
sözlük yazarlarının yazmış olduğu kısa öykülerdir.
(bkz: uludağ sözlük öykü festivali)

Usulca yürüyordu boş yolda.. Tek başına, bütün yaşanmışlıkları düşünüyordu şimdi. Ve kulaklarında kendi sesinin yankıları: "ben sevmeyi beceremedim, belki de sevilmeyi" Ve düşündü tekrar: "benim, sevmeye engel ve asla evcilleştiremeyeceğim acılarım var. Kapanmamış yaralar.. ya da kapansa bile izinin asla geçmeyeceği yaralar"

Nereye gittiğini kendisi bile bilmiyordu. Sanki o ayaklarına değil de,yollar ona emir veriyormuş gibi bir his vardı. Uzun zamandır bunu yaşamamıştı. Ne kadar da güzel bir duyguydu.

Yürüdü saatlerce.. aklındaki tek şey 'o'nun gitmeden önce söylediği sözlerdi. Haklıydı evet, o asla sevilmeyi becerememişti. Asla aşık olamamıştı. Ama bir an "hangi aşk?" diye söylendi içinden. Bir romandan esinlendiği gibi o da binlerce çeşit aşk olduğuna inanan insanlardandı. Ona göre şu an hissettikleri de bir çeşit aşktı, fakat karşındaki zavallı onu anlayamamıştı.

Eğer çok duygusal biriyseniz yaşadıklarınız sizi normalden çok daha fazla etki altında bırakır. Üzerinden ne kadar zaman geçse bile unutamayacağınız şeyler vardır. O bunları çok yaşamıştı. Çok acı çekmişti. Aslında bu acılar sayesinde olgunlaşabilmişti. Bir bakıma, bu yaşadıklarından dolayı aşka ve sevgiye olan bakış açısı değişmişti. Ona göre binlerce aşk çeşidi vardı, fakat sevgiyi sınıflandıramazdınız. Zira sevgi ya vardır, ya yoktur.

Yürürken acı acı mırıldandı tekrar:
-Asla sevildiğimi hissedemedim, bu gidişle de zor halim.. dedi.
Son on yıldır, çok sıkıldığında en çok yaptığı şeyi yaptı, cebinden sigara paketini çıkardı. Parasızlıktan aldığı ucuz sigarayı yaktı ve ilk nefesini içine çekti. Ve bıraktı kendini, bıraktı ki zehir vücudunda daha rahat yayılabilsin, kafasını dağıtabilsin birazcık da olsa..

Yürüdü.. yaptığı tek şey yürümek ve düştüğü düşünce kuyusundan tırmanarak çıkmaya çalışmak oldu.

Ne kadar zaman geçtiğini kendisi bile bilmiyordu. Muhtemelen bir saattir yürüyürdu. Yorulduğunu hissetti.

Üşüdüğünü..

Tanıdık mekanlar, tanıdık sokaklar..

Kendini birden bire aşina olduğu bir parkta buldu. Oturdu, cebinden tekrar bir sigara aldı ve ısınmaya başladı gecenin soğuğunda.

Kendini kandırdığının farkındaydı. Yürümek asla ona iyi gelmemişti. "üstelik bu lanet olası ayakkabılar da sıktı ayağımı, boşu boşuna yürüdüm o kadar" diye düşündü. Sessizce birkaç küfür etti. Ve aniden karşıdan bir silüetin yaklaştığını gördü:

-Muhtemelen hayâl görüyorum. Seni burda bulmayı hiç beklemezdim Murat. dedi karanlıktaki kadın sesi.

O sessizce homurdanmakla yetindi.

-Efendim anlamadım? Yoksa burdan bir an önce çekip gitmek istediğini mi söyledin? dedi yine o lanet ses.

-Hayır hanımefendi yanlış duydunuz. Burdan bir an önce çekip gitmenizi istediğimi söyledim. dedi. içinden bir anda nefret dalgası yükseldi. Ne demeye buraya kadar kalkıp gelmişti Dilek?!

-Güldürme beni koca adam. Benden nefret ediyormuş gibi konuşmalarına inanacağımı bekleme!

-Kanma zaten. Sadece çık git başımdan! dedi Murat.

Sıkıldı.. canı hakikaten sıkıldı bu konuşmaya. "oysa o onu pohpohlamama o kadar çok alışıktı ki.." diye düşündü Murat.

Bu onun tarzı değildi zaten. Dilek gecenin bir yarısında onu görmek için taa buralara gelecek ve hala aynı ilgiyi bekleyecek öyle mi? Bu kız gerçekten problemli olmalıydı.

Fakat Dilek'i buraya çeken bir şey olmalıydı. Bu kesindi. Vicdan azabı? Yok,yok. Onda o duygunun olmadığını birkaç gün önce öğrenmişti zaten.

Acaba söylemek istediği neydi?

Sessizlik uzadı. O da düşüncelere dalmış gibiydi. Belki bininci kez onun ne kadar güzel olduğunu düşündü Murat. kumral saçlar, hem de fazlasıyla.. Ela gözler, kusursuz bir yüz.. Ve insanın içine işleyen o umursamaz tebessüm..

Kendisine şaşırmadı ben bu insanı nasıl sevebildim diye. Cazibesine kapılmamak imkansızdı. Gülüşü ve o masum bakışlarıyla ilk günden hayran kalmıştı ona. Zaten aksinin gerçekleşmesi imkansızdı.

-Ne istiyorsun Dilek?

Hala sessizlik.. ve onu aniden bölen bir damla gözyaşı..

Ardından da derin bir iç çekiş..

-Dilek, sana bir şey sor-

-Sus artık!

Gecenin bir yarısı gelip onu araması onun tarzı değildi.

Ama bu, onun tarzıydı.

Ne olduğu anlamadan onun elini kendi ellerinde hissetti. Burnunun akmasını duyuyordu.

Nefes alış verişlerini duyabiliyordu.

"hayır bu kadarı çok fazla. Onun elini tutmayacağım!" diye düşündü içinden saniyeler boyunca.

Görünen o ki elleri emirlerine uymuyordu.

Zaten ağlaması onu çok kötü yapmıştı. Dudak bükmesine ve damla damla gözyaşlarına alışık değildi. O hep neşeliydi, hep güleçti..

"Hayır, lanet olsun sana! Aptal kadın, neden buraya geldin! Birkaç damla gözyaşında gidişini unutturabileceğini mi? Yoksa seni seviyorum deyip herşeyin eski haline mi gelmesini bekliyorsun?" dedi iç sesi Murat'a. Fakat o biliyordu bu düşüncelerin yalan olduğunu..

-Sen gittikten sonra çok düşündüm Murat. ve inanır mısın tıpkı az önceki gibi ağladım saatlerce. Anladım benim için ne kadar değerli olduğunu.("ah hayır buna nasıl direnç gösterebilirim") Ve aşk üzerine söylediklerini düşündüm. Haklısın. Senin hislerin de bir çeşit aşk. Benim seni sevmem de aşk.. Gitme nolur! Lütfen gitme! Boşluğunu doldurabileceğimi sanmıyorum. Hayatım boyunca pişmanlık duyacağım bir hata da yapmak istemiyorum. Biliyorum saçmaladım. Ama sen hep demez miydin saçmalıkların senin özündür diye? işte özümü yarattım ben de! Dedi ve tekrar sustu..

Sessizlik..

Ve hayakırıklığı..

Dilek'in hemen cevap beklediğini biliyordu o. Bu sessizliğin onu çıldırttığını da biliyordu.

Yüzünde hafif bir tebessümle Uludağ'ın eteklerine baktı. Işık demetini gördü. "keşke zirvede tek başıma olup deliler gibi bağırabilseydim." diye mırıldandı..

Düşündü.. cebinden bir sigara daha çıkarıp yaktı. Sol eli hala onun ellerindeydi.

Düşündü.. sigarası bitti ve söz sırası ona geldi. Asla iyi bir konuşmacı değildi böyle durumlarda. Zaten konuşmadı da.

"Hayır, yapmamalıyım! Elini tutmamalıyım! Kendimle çelişmemeliyim! Ama, ne var ki gururumu zorlasam? Hayır, kanmamalıyım!"

Usulca sokulup onu öptü. Ve dudaklarından,sonradan çok pişman olacağını hissettiği iki kelime döküldü:

-Seni seviyorum.

Hala kendine söz geçiremiyordu.

Ve hala, onu deli gibi seviyordu.

not: anlatım bozukluğu yaptıysam affola.
(bkz: kısa öykü)
küçükken malın tekiydim, sitenin birine görkeminetör olarak kaydoldum. ogünden beri aynı nicki kullanıyorum, allah belasını versin seviyorum nickimi. sözlüğe üye oldum, vazgeçemez oldum, yazıyorum, durduramıyorlar. güneşin doğuşunu izlemek içinde geceden beri how i met your mother izliyorum nerdeyse 15 bölüm izledim. az kaldı görücem doğduğunu.*
-otursana şöyle yanıma,
+bak dolunay var, güzel değil mi?
-ses tonun çok etkileyici, içimi titretiyor...
+benimde içim titriyor ondandır *
-off hiç değilse bana yapma bunu
+tamam susuyorum, sadece dolunayı izleyeceğim :/
-hayır, konuş ama bana takılmadan
+sana takılmasam burada olurmuydum? *
-çok iyisin *
+hayır, sadece az kötüyüm *
-neden böylesin, yani nedir sırrı bu manyetik alanın?
+bende kalsa daha iyi, herşeyi anlatırsam manyetik alan kalmaz...
-hmm...
+ama şu kadarını söyliyeyim, ben sadece içimden geçenleri söylerim,
-peki nasıl böyle oluyor?
+etrafındaki insanları seçerek...
-hmm...
+bak insanın akrabalarını seçme şansı yoktur, fakat arkadaşlarını seçebilir...
-güzelmiş. *
+işte bu güzellik oradan geliyor, ben sadece istediklerimi yanaştırırım etrafıma.
-diğerlerinden mahrum kalmak niye?
+nsan sevdiği insanların yanında rahat olur, rahat olunca açılıp, saçılır; bütün marifetlerini sergiler ben bu alanı böyle oluşturdum... kaybetmiyorum, kaybettiriyorum...
-bence iyi bir kelime oyuncususun,
+hayır, sadece bir sonraki sorunu kestirebiliyorum *
-:) bu kadar basit mi insanları çözmek?
+çözmek değil, çözülmek basit... işimi kolaylaştırıyor bu durum... ben ne kadar samimi olursam, sende o kadar olursun... ben sana küçüklüğümde hiç sopa yemedim dersem, sende biranda çocukluğunda sopa yememiş bir insan olursun... halbuki ben iyi biliyorum çocukların tamamına yakını bir tokat bile olsa payına düşeni almıştır... ben sana gerçeğimi anlatıyorum, bu durum karşısında sen kendini ağırdan satamıyorsun, bir bakıma istemeye istemeye anlatıyorsun... çünkü beni yalnız bırakmak istemiyorsun... teskin etme psikolojisi...
-çok kötü birisin o halde?
+bende zaman zaman böyle olduğuma inanıyorum... ama bunlar bütün insanların bildiği şeyler; yalnızca biraz kafa yormak gerek, emeksiz yemek olmaz...
-peki seni yenen insanlar oldu mu?
+tabi ki çok fazla hemde *
-kimlerdi bunlar?
+ben yaşlı insanlara karşı hayranlık besliyorum... yaşanmışlık, o eski sohbetler, eski anılar, azıcık eskiciyim sanırım... bu yüzden yaşlı insanlar her zaman beni yeniyor... hayran olduğunuz insanlarla yarışamıyorsunuz... onlara karşı başarısızlık bile çok şey katıyor, mutlu ediyor... çünkü onlarda böbürlenme yok. neden sizi küçük düşürsünler ki? buna ihtiyaçları yok. hangi güzel kadını elinizden alacaklar?
-ilginç

edit: gülücük işaretleri swh olarak çıkmış swhına sokayım.
Yazarların yazdığı kısa hikâyelerdir. Kaleminiz bol olsun.

--bir hafta--
Yağmurlu bir sonbahar aksamıydı. Gecenin bitmek bilmeyen karanlığında, yalnız kaldırımla yürüyordu. Sokak lambasının titrek ışığı, gecenin örttüğü yalnızlığını acık ediyordu. Yağmuru severdi. Ama gece yağan hafif yağmuru ayrı bir severdi. Yağmur sokağı ıssızlaştirir, gece ise yalnızlığı örterdi. Bu yüzden ayrılmaz bir ikiliydi, gece ve yağmur.

hiçte seri olmayan adımlarla evine vardı. Her zaman yaptığı gibi zili çaldı, ancak kapıyı açan olmadı. Hiç ihtiyacı olmayacakmış gibi çantasının en altına attığı anahtarını çıkardı. Kapıyı açtığında koridordan hafif bir ışık geldi.annesinin odasından geliyordu. "iyi geceler anneciğim" deyip yatağına girdi. Annesinden cevap gelmedi. Tam bir hafta olmuştu. Yalnız kalalı bir hafta olmuştu. Annesi öleli bir hafta olmuştu.
sıkıldım. hemen hemen her yerde anlattığım hikayemdir.
--spoiler--

Mutluluktan Korkar Bazıları - 1

1.80 boylarında, bıyıklı, bronz tenliydi. Kumral saçları genç yaşına rağmen yavaş yavaş beyazlamaya başlamıştı. Irsi olduğundan bahsederdi hep. Desensiz, sade gömlekler giymeyi tercih ediyordu. Uzun saça dayanamazdı. Ağırlık yaptığını düşünürdü. Ve bazen öyle bir ağırlık ki kafasında yarım ton taşıyormuş gibi hissettirecek cinstendi, bu yüzden hep saçlari kısaydı. 5 numara traş makinesi ucunu her berbere gittiğinde yanında götürürdü, bulunmazdı çünkü. Kısa saçları, hafif kirli sakalıyla kendisini kombine ederdi. Cumadan sakal traşını olurdu ve yeni traşlanmış yüzüyle dışarda görünmek istemezdi, hafta sonları da dışarıya çıkmazdı. Sakallarını genelde hafta içi kullanmayı tercih ederdi.

17 Ağustos Cumartesi 2013

Bu gece uzun uzun sustuğunun farkındaydı. Yine konuşuyordu aslında ama kendisinden başka duyan yoktu. Belki tam da şuan kendisinden ne istediğini merak ediyordu. Derin bir nefes aldı, verdi. Devam etti: ”Bir insan bir insana en fazla muhabbetiyle dokunabilir. Muhabbetini özlediğim insanlar varken beceremiyorum, odaklanmaya… yaşama.”

Saat 2:03. Çok düşünmekten olsa gerek varlığını reddetmiştim tanrının. Şimdi bakıyorum da, çok düşünmeyen insanların hayatlarına. Ortada düşünce var, yandan geç. Basit bir hayat şekli, dayanakları maneviyatları. Hiç ulaşmasa mıydım bu bilince? Geri dönemem! Ama delirebilirim. Sahte geliyor yaşam. Kendime acımıyorum, alıyorum kendimi karşıma, saatlerce uyumama cezası veriyorum. (Hallaç pamuğuna dönene kadar düşüncelerimi dövüyorum diye devam etti. Delirmekten korkmuyordu, beynindeki elektriksel kaçağın farkındaydı #içses)

Saat 2:08. Balkon kapısının ağzına hoparlörlerimi getiriyorum. Yağmur hafif çiseliyor. Bir apartmanın en son katındayım. Balkon karosunun üzerinde oturuyorum, ayaklarım demirliklerden çıkmışken sırtım duvara dayalı. Hemen sırtımla duvar arasına diklemesine yastık yerleştiriyorum. Parmak uçlarım ıslandığını hissediyorum. Hafif ürperten bir soğuk vuruyor yüzüme. Anathema/ Temporary Peace çalıyor. Bu şehirde beni duyan kimse yok. Bu şehirde beni benden başka duyan yok. Bu şehirde herkes beni dilsiz ve sağır zannediyor. Sansınlar. Karşı apartmanın 4. katının ışığı aniden yanıyor ve bir hışımla bağırmaya başlıyor 45 yaşlarında, iri popolu teyze. ”Sen ne utanmazsın be, kapat şunu”. Hemen ardından 25 yaşlarındaki oğlu balkona çıkıyor ”Kapat ulan şunu” Hep bir gün dinlediğim bir müziğin bütün insanlığa dinletilmesini istemişimdir. Dinleyin ulan işte. Çıkmıyor sesim. Duymuyorum sizi, sadece ağzınızı okuyabiliyorum. Bu şarkıyı en son 3 yıl önce dinlemiştim, güzeldi en son dinlediğimde. Sonra aklımdan silindi gitti, nasıl bir şarkı olduğunu da unuttum. Senin de sesin aklımdan silinmek üzere. Bundan sonraki mücadelem bu yönde olacaktı. Hatırladığım bende kalan tek cümlen de şuydu ”kırılırsan şayet bana, sarıldığım zamanları hatırla.” Ben de sana parça parça bölündüğüm zamanlardan bahsediyordum. O konuşmamızdan sonra bulduğum en güzel cümleleri sana saklıyordum. Bazen bir dostun ağzından dökülürdü, masada sohbetin eksiliğimdi. Bazen altı çizilen bir kitap satırlarıydı, beynimde kalan 2-3 kelimelik ses tonunla yonta yonta ses çıkarmadan okurdum kendime. Benden başka kimse duymazdı.

Saat 2:27. Yağmur daha sert yağmaya başlıyordu. Müzik yağmurun ahengiyle birleşince bağrışmalarda susuyordu. Beni anlamaya başlamışlardı diye umutlanıyordum. Sonra evin terasına çıktım. Birbirine çarpan yağmurla poşetleri parçalanan bira şişeleri karşılıyordu beni. Biraz daha ilerledikten sonra demirlikleri tutuyordum, sokak lambası ışığında yağmur damlalarının arnavut kaldırımlı sokağın eğimli tarafına biriktiklerini görüyorum. Yağmur sesiyle yaşamı sevmeyi hatırladığımı anımsıyorum. içimi ısıtacak bir şey düşünürken hiç başlamama rağmen aklıma sigaranın gelmesi garipti. insan böyle zamanlarda büyüyor. Tıpkı iyice kurumuş toprağın, su verilince bitkisini büyütmesi gibi. Ölüme susamıştım. insanın son bir dayanağının ölüm olması ne enteresan. Bu düşüncelerle biraz vakit geçirip, yağmur altında kaldıktan sonra eve merdivenlerden inerek odamın yolunu tutuyordum.

devamı için: http://sertifozdemir.word...uluktan-korkar-bazilar-i/
--spoiler--
Uzun bir yol gördüğünde aklına ilk gelen yürümek olurdu bazılarının, onunsa gidilecek bir yeri olmadığı. Bu yüzden hiçbir yol o anlamsızlıktan uzun değildi...
--spoiler--
Sıra sıra dizilmiştik tozlu raflarda. Kendine has kokusu ve basık havasıyla Pablo Ibbieta’nın sahaf dükkânının hem var edicileri hem de vitrin mallarıydık. Her birimiz farklı dillerden farklı bir dile çevrilmiş ve farklılığımızı bir baskı makinesinin üstüne usulca bırakmıştık. Bizi yazanların içlerinde edebiyatçılar, sosyologlar, iktisatçılar, askerler, deliler, sanatçılar, soylular, devrimciler olduğu halde hepimiz sadece eski bir kitaptık ve bizi birbirimizden ayıran çok fazla şey yoktu. Bilahare bir kitap baskı makinesine girene kadar yazarına aittir daha sonra yayınevinin malı olur. Herhangi bir nesne yahut varlık alınıp satılmaya başladığı andan itibaren mal olmuştur artık ve mal her zaman sahibinindir.

Bizler de Bay Ibbieta’ya aittik artık ve bunun üzerinden bir nesnenin bile hafızasını sınamaya yetecek zaman geçmişti. Bizler içimizde ne yazarsa yazsın Bay Ibbieta neyse o oluvermeye başlayalı hayli zaman olmuştu. Karşı raftaki bir şiir kitabında yazdığı gibi, Bay Ibbieta ne kadar Allah’ınsa bizler o kadar Allah’ındık.

Sahaf dükkânları atılacak kitaplarla antikaya yükselecek kitapların bir arada bulunduğu son duraktır. Antikaya yükselmesine sayılı yıllar kala kıymet bilmez müşterilerin eline düşen nice kitaplar uğurladık ve bir kâğıt toplayıcısının eline atılmayı bekleyen, tüm ömrünü Pablo Ibbieta’nın kitaplara olan saygısına borçlu olan ne çok kişiyiz.

Pablo Ibbieta, bizlerin var ettiği sahaf dükkânının sahibiydi. Ustası Ramon Gris’e duyduğu saygıdan dükkânın adını değiştirmemiş ve Ramon’un babasının isminin camda yazılı olmasına bir ömür tahammül etmişti. Bu dükkânda usta Ramon’u görebilmiş az sayıda kitap varmış aslında henüz bunları tanıyan hiçbir kitapla tanışmadım ama Tanrı bilir, Bay Ibbieta onlara ne büyük saygı gösteriyordur. Bay Ibbieta saygılı, dindar, yalnız ve iyi bir adamdır. Bizlerin aksine içindeki günahlardan her an temizlenme şansına sahip ve bu şansı çok iyi kullanıyor. Bizler öyle değiliz. işlemediğimiz günahlar içimizdeki sayfalara öylesine işlenmiş ki; istesek de kurtulamıyoruz günahlarımızdan. Tövbe etmeye yüzümüz nasıl olsun ki her günah içimizde harfi harfine yazılı duruyorken. Pablo öyle değil, Pablo tertemiz. Yılların kirini saklamıyor içinde, içini dışını temizliyor. Suya alerjisi yok onun, bizler gibi. Hele Pablo’nun abdest üstüne abdest alması yok mu, aydınlatıveriyor bu loş sahaf dükkânını.

Cildi yıpranmış, yaprakları sararmış bir kitap için hayat hayli durgun ve eskimiştir. Kendimden biliyorum; ne yana baksa suyu değiştirilmemiş bir vazo görür. Sahaf pek çoğuna şirin de gelse orası terk edilmişlerin buluşma noktasıdır ve yeniden terk edilmeyecekleri hususunda hiçbir garantileri bulunmamakta. Pablo Ibbieta’nın sabah namazlarını dükkânda kılma ısrarı sayesinde Pierre’in Yeri diğer sahaflara göre daha sevecen bir yapıda olsa da kitaplar olarak biliyoruz ki bizler terk edilmişlerin şahıyız. Bizim içimize günahı nakış nakış işleyenler bizleri Tanrı’nın gazabına terk etmedi mi?

II

Lucien, incelemek için eline aldığı kitabın rastgele açtığı ilk sayfasını oracıkta okumuştu. Bir sahaf bunu yanlış anlayabilirdi. Kapağı kapattı ve kitabı satın almak için kasaya yöneldi tam o sırada gözüne daha önce hiç dikkat etmediği dükkânın vitrini ilişti. Vitrinde Pierre’in yeri yazıyordu, ürperiverdi. Kasaya yaklaştı ve “Pablo Ibbieta siz misiniz?” diye sordu. Kasada duran genç adam sinirli bir bakış atıp daha soru ekinin tam olarak duyulmasına mahal vermeden “Hayır, ben Ramon Gris’in oğluyum.” dedi. Lucien herhangi bir münakaşaya karışacak havasında değildi öyle ki kafasındaki soru işaretlerine razı olarak kitabın parsını ödeyip hızlıca dükkândan çıktı.

Dükkândan çok fazla uzaklaşmamıştı ki aldığı kitapta geçen hikâyenin hangi kitabın ağzından anlatıldığı sorusuna teslim oldu. Bir bankta yeterince ışık bulamayabilirdi, vakit akşam oluyordu. Adını halen hatırlamadığı bir kafeye hızlı adımlarla girip alelacele bir çay istedi. Kitabı karıştırıp hikayenin hangi kitabın ağzından anlatıldığını çözmeye çalışacaktı. Kitap çok eski olmamasına karşın kitabın birden fazla kullanıcının elinden geçtiği anlaşılabiliyordu. Kitabı karıştırırken Ramon Gris’in oğlunun anlatıldığı bölümlerde genç adama yazılan hakaretleri zevkle okudu. Kitabı kimin yazdığıyla gerçekten ilgilenmiyordu. Altı kırmızı kalemle çizilmiş satırı okuyunca insanların ne kadar da sıradan olduğunu düşünecekti. ,

Satırda şöyle yazıyordu; “insanların pek azı kendi hikayesini okuyabilir ve yazabilecek olanlar müstesnadır. Ben yazdım ve sen okumaktan korkuyorsun.” Lucien bu dik cümlelerden rahatsız olmuştu fakat onun canını sıkan bir yazarın tahmin edebileceği zeka seviyesinin üstünde olamamaktı. Bunu takıntı haline getirmekten vazgeçerek kafeden ayrıldı.
--spoiler--

yaslicocuklar.blogspot.com
"kuşlar" dedim tırnak içinde "erken ölüyorlar". Bir şey demedi, çayından içti, sigarasını yudumladı. "şekeri az dumanın" dedi biraz karıştırdı. "Bu kadar çok şeker atma" dedim, belliydi cümlemin devamında öleceğini söyleyişim. "Kuş olmak için çok geç" dedi...
ilk yaprak düştüğünde, elleri yavaş yavaş üşümeye başladığında anlamıştı yalnızlığın ne kadar somut bir kavram olduğunu. karısının adını hatırlamaya çalıştı, gözlerini, dudaklarını.. mesela ses tonu nasıldı ? ne kadar olmuştu sesini duymayalı ? hatırlayamadı.. ne kadar acı.. insan geliştirdiği aptalca bir refleks sayesinde kendisine acı veren ne kadar çok hatıra varsa acımadan hepsini bir bir siliyor..

- sahi ya. saçların.. ne güzeldi saçların öyle..
gecegezen biliyordu.. kendisini hayata bağlayan tek şey ona olan sevgisi.. onun var olduğunu bilmenin, nefes alıyor olduğunu bilmenin gecegezen'e hissettirdiklerini anlatabilmem çok zor.. çünkü dünyasındaki her şey onunla birlikte anlam kazanıyor..
o, gecegezen'in yarattığı karanlık dünyasında parlayan tek şeydi.. ona yol gösteren ışık, karanlıkta kaybolmasını engelleyen bir işaret gibi.. biliyordu ki sonsuza kadar kendi canavarının peşinde koşamayacaktı, biliyordu ki sonsuza kadar yaraları kanamayacaktı.. bir gün, bir gün iyileşecekti o yaralar.. işte o zaman atmakta geç kaldığı adımı atacak.
ondan uzak durmasının en büyük sebebi kendi yaptıklarının ne kadar doğru olduğunu düşünse de aslında utanıyor oluşuydu.. kendince ne kadar iyi bir amaca hizmet etse de onun böyle şeyleri asla kaldıramayacağını ve onaylamayacağını biliyordu.. onun masumiyeti, karanlıkla bütünleşemezdi.. o, dünyanın genellikle iyi tarafını görenlerdendi.. biliyordu ki aynı anda hem doğru olanı hem de yanlış olanı yapmanın büyük bir laneti vardır..

çoğunluk kötü giden her şeyin bir gün düzeleceği umuduyla yaşar, gecegezen gibiler için böyle bir şey yoktur.. onlar hayal ve gerçeğin arasına keskin çizgiler çekerler..
karanlık hiçlik midir dersiniz? bence karanlık her şeydir. karanlık açgözlüdür, sahip olduğunuz her şeyi ister, ruhunuzu bile.
hayat her zaman aydınlığı kovalar. peki üzerinize karanlık çökmüşken emin olabilir misiniz yaşadığınızdan? ben eminim. karanlığı yok sayacak kadar korkusuzum. etrafımdaki, bir görünüp bir kaybolan suretler umurumda değil.
koşuyorum. yapmam gereken son bir şey kaldı, onu hemen bulmalıyım! canım yanıyor, haykırıyorum ama beni duyan yok. herkes çıldırmış durumda. birbirlerini görmüyor, duymuyorlar. sadece koşuyorlar, nereye gideceklerini bilmeden.
koşmaya devam ediyorum ama yok işte. hiçbir yerde yok. cesaretimi kaybedeceğimi bile bile kaldırıyorum başımı gökyüzüne. işte kaçınılmaz son. tanrı verdiklerini geri alıyor. insanlar karanlığı yırtarak kaderlerinin son durağına doğru yükseliyorlar. gözlerim bana ihanet ederek onu gökyüzünde arıyor. hayır, henüz değil. gitmek istemiyorum!
sonrası derin bir sessizlik. hiçbir şey hissedemiyorum. olamam gereken yerden hızla uzaklaşıyorum. karşı koyamadığım bir güç beni gökyüzüne çekiyor. demek zamanım gelmiş, artık ben de onlardan biriyim.
kulağımda yumuşak bir melodi, bana yaralı bir martının öyküsünü anlatıyor. uzakta, yaralı, terk edilmiş bir martı. durun biraz, bu sesi tanıyorum, bu onun sesi!

hikayemin bakış açısı bu noktada yön değiştiriyor. ilahi bakış açısıyla anlatmaya devam ediyorum ama hikaye yıllar önce yazıldığı için bazı bölümler kayıp. orijinal halini bozmamak adına eksik noktaları tekrar kaleme almayıp eksik haliyle yazmayı tercih ettim.

bütün hikayeleri serbest bıraktı. onların gökyüzüne yükselişini izlerken boğazının yandığını hissetti. bugünün geleceğini o da en az annesi kadar iyi biliyordu. yere uzanıp, canının yanmasına aldırış etmeden sadece izledi. özgürlüğüne doğru ilerleyen ruhlar ve yanlarında her biri mutlu sonla biten hikayeler.
anladım ki ölümden uzunum. ki uzansam cehenneme dokunacağım. az biraz gayret etsem yeteceğim zamana, zamansızlığa. yalnızlıkla adaş oluşum da bu yüzdendir belki... ama iyi biliyorum ki zamandan kısayım.
24 mayıs cuma gecesi eskişehirde teoman konserinde tanışır kız onunla ve aşık olur. Sonrada bir daha hiç görmez, çünkü aynı şehirde yaşamadıkları için görüşemezler.
Sonrası yok bazı hikayeler 1,5 saate sıgacak kadar kısa, öykü olacak kadar etkileyicidir.