bugün

Bugün herhalde 1000(yazıyla bin) tane falan eksi oy vermişimdir çocuklar. Hepinize bastım kırbacı!
Bazen canım olay çıkarmak istiyor...
Bugün uzun zamandır yaşamadığım bir duyguyu yaşadım: gurur.

Bugün bilmediğim bir telefon aradı. Genelde pek huyum değildir bilmediğim telefonu açmak ama açmış bulundum. Teeee yıllar evvel doğu’da bir yerlerde öğretmenlik yaparken üniversiteyi kazanması için çok çabaladığım eski bir öğrencim aradı. Bu yıl stajını bitirmiş ve hakim olmuş. Bu günlere gelmemde katkısı olanları arayıp sevincimi paylaşmak istedim, dedi. Bu telefon Yıllardır taşlaşmaya yüz tutmuş bu bünyeyi biraz olsun yumuşattı.
var bi hayalimiz.
Gece vakti eve yürürken köpekler havlamaya başlamıştı.
Hoşt yapınca üzerime doğru koştular. Bende deparladım tabi. Siteye kendimi atınca demir kapıyı kapattım.
Eve çıkıp odama girince altıma kaçırdığımı farkettim.
hayattan soğuttu bu dilbilim dersi, hocamız sağolsun. yemin ediyorum bir insan bu kadar çaresiz bırakılmamalı. emekli olsa keşke.
Bir kez biri haberlerdeki manyaklar gibi peşimi bırakmıyordu. Sonum cidden mezar falan olacaktı.

Ona artık şey demiştim." Lezbiyenim ben, yani gerçekten erkeklerle yapamıyorum. Kadınlardan hoşlanıyorum, elimde değil hastayım" demiştim. Defoldu gitti. Pişman değilim.
Maaşım yaşamak istediğim hayatı karşılamıyor.
Yarın el açması börek yapmaya niyetlendim. Çok heyecanlıyım. Şu ışıltılı hayata bakar mısınız? Yüreğim dayanmıyor artık.
Çocukluk ve gençlikte çok renkli, çok boyutlu, anlamlı ve keşfedilecek, ulaşılacak şeylerle dolu gibi görünen hayat büyüdükçe renksiz, tatsız, tek boyutlu ve monoton bir hâl aldı.
Ve bu durum varoluşsal sancılar yarattı.
Başka bir konu da şu ki, çok kısa bir sürede kavramlar yer değiştirdi. Dürüst olmak, iyi niyetli olmak, vicdanlı olmak gibi olumlanan kavramlar birden olumsuz bir zemine çekildi ve salaklık, enayilik olarak yeniden tanımlandı. Yani kabaca iyi olmak olumsuz, arsız ve kötü olmak olumlu olarak yeniden kodlandi. Avam kalabalık bu yeniye çok çabuk adapte oldu zira bu onların dava dedikleri şeydi zaten. iğneden ipliğe her alandaki kaliteyi olabildiğince düşür ki, normal olan, standart olan kalitesizlik olsun, böylece kendi avamligin meşrutiyet kazanır öyle degil mi...
Bir psikiyatriste ya da hiç tanımayan ve kimseye anlatmayacak birine anlatmaya ihtiyacım var.

Çekinmeden anlatıp bitirmek istiyorum içimde. Demekle de bitmiyor ki.
Kapanmakta olan yaramı açtım, bile isteye bağlamış olan kabuğunu resmen kazıdım. Bu sefer daha çok kanıyor, iyileşmesi de daha uzun sürecek. Ama daha az canım acıyor çünkü bunu bile bile yaptım, bu sefer habersiz olmadı. Kendimi hazırladım.
Utaniyorum halimden.
şuan kahvaltı niyetine lahmacun söyledim. ben leş gibi bir insanım.
çok fazla acı var.
bakışlarım kararmadan, tırnaklarım körelmeden ve hiçbir zaman denemeden anlayamadım.
Kafamın içinde sürekli aynı mantık hesabı dönüp duruyor. Bir kaç haftadır bu böyle...Bu mantık hesabı bende bir çeşit obsesyona bir çeşit istemsiz harekete dönüştü. Gece gündüz, ozellikle yalnız kaldigim zamanlarda yaptığım bu hesabın sonucu hep aynı çıkıyor. Ama ben aynı sonucu elde edeceğimi bile bile bu hesabı yapmaktan vazgeçemiyorum.
Vazgecemiyorum, çünkü adeta hayata tutunmak için bir dal ararcasina, belki bir mantık kırıntısı bulurum diye çırpınıyorum. Ama sonuç değişmiyor, bir damla bile mantık bulamıyorum...
Şimdi kısaca bu mantık hesabımdan bahsetmek isterim.
Bildiğiniz üzere, hayatta kalabilmek, devam edebilmek için bir işte çalışmak zorunda olan insanlar vardır, ki bunlar dünya nüfusunun oldukça büyük bir kısmını oluştururlar. Ben de bu insanlardan biriyim. Bu kişiler, ister müdür olsun, ister amele, ister esnaf, zamanlarını ve emeklerini kiraya verir ve bunun karşılığında belli ücretler alırlar ve bu şekilde ihtiyaçlarını karşılarlar. Simdi bunu cebimize koyalim ve ölçeği biraz daha küçültmeye başlayalım. Bir avrupalının en vasıfsız işte çalışarak elde ettiği yaşam kalitesi ile bir ortadogulununki arasında dağlar kadar fark var, bu tartışmaya kapalı bir gerçek. Hatta bir avrupalı sırf orada doğduğu için en vasıfsız işte çalışsa dahi, bir ortadoğulunun uzmanlık ya da eğitim gerektiren bir işte çalışarak kazandığı hayat kalitesinden daha yüksek bir kalite elde ediyor. Yani kısaca coğrafi ve kültürel olarak bir eksi var. Bunu da cebimize koyduk. Simdi, bir birey bu coğrafyada en vasıfsız bir işe girmeyi ve alnının teriyle ekmeğini kazanmayı istiyor diyelim. Bak her şeyi, yani en düşük ucret karşılığında en ağır işleri en ağır çalışma şartları altında yapmayı kabul diyor. Amma ve lakin, o en boktan ve en az gelirli işe girebilmek bile ya şansa ya tanidiga ya da insanüstü bir çabaya bakıyor.
Diyelim ki işe girdi. Hatta asgari ucretten de fazla maaş aldı.
Bitti mi hayır....Özel sektör için konuşuyorum, mesai sekizde başlar. Sekizde iş başı yapmak için altıda uyanmak şart. Altıda uyanıp bir kendine geleceksin, bir seyler atıştıracaksın, sonra yol var, büyük sehirlerde en qz bir saat sürer...Yani altıda kalktın sekizde işe başladın, aksam altıda iş bitti sen yedide eve geldin diyelim. Tam oniki saat dışarıda olmuş oldun. Sabah altıda tekrar kalkman için, ki on saat de çalışmış olmanın yorgunluguyla en geç akşam on bilemedin onbir gibi yatman lazım. Sana sadece üç saat kalıyor...Üç saat dışındaki tüm vaktini iş için harcamış oluyorsun. Ne için, kirani ödeyip yemek almak ve faturaları ödemek için...Bu kadar...Yani hayatta kalabilmek için çalışıyor, çalışmaya devam edebilmek.icin hayatta kaliyorsun. Ve dostum bu altmışbes yaşına kadar, ki o da işsiz kalmazsan, iş yerin kapanmazsa, ya da sağlıklı kalabilirsen, devam edecek...
Normal bir insanın ellibeş yaşından sonra mental ve fizyolojik performansı yari yarıya düşer ve düşüş hayat kalitesine de bağlı olarak düşmeye devam eder. Yani hayattan mental ve fiziksel haz alabileceğin sınır ellibeş yaşına kadardir diyebiliriz. Ve sen bütün bu süreyi tamamen ekmek parası için harcamak zorundasin. Bu sadece bedensel değil, duyusal, mental ve psikolojik de bir efor demek. Çünkü sürekli birileriyle etkileşim halinde sureklj bir koşturmaca içindesin. Kendine zaman ayırma gibi çok onemli bir kavramdan tamamen uzaksın. Ve dediğim gibi tüm bu mental, psikososyal, fiziki ve pdikolojik harcanmanin karşılığında aldığın tek şey bu efora devam edebilecek kadar yasam alanı. Yani yaşamayı degil, hayatta kalabilmeyi kazaniyorsun, üstelik bu coğrafyada...Işte tüm bunlara değer mi, zaten bitecek olan ve devam ettiğinde de pek de tadı tuzu olmayan bu iç gudusel çaba gerçekten mantıklı mı diye sorup duruyorum kendi kendime. Bana göre değmez. Çünkü gider yani harcanan seyle elde edilen tatmin birbirini tutmuyor. Neyse çok uzattım....
Itiraf gibi itiraf yazın şuraya, yok daraldım, yok aşık oldum falan filan. Sıkıldım.
Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim...
ibrahim Tatlıses’in böyle ani duygulanmaları vardı ya ağlardı hemen falan. Aynı öyleyim artık. Toplu taşımada çok güzel gülen bir kız çocuğuna gülüp göz kırptım öpücük attı karşılık verdim neyse. Sonra gözlerim doluyor. Kabus gibi duygusallık. Bu kadarı da fazla.
yetiştirme yurdun da büyüdüm11 yaşındayken yurdun büyükleri(yaş olarak ) dediğimiz o çocuğunun biri önce kendine masaj yaptırdı sonra da yavaş yavaş(az çok anlaşılmıştır) tecavüz etti bu böyle 1 sene devam etti sonra reşit olup yurttan çıkınca kurtuldum hala aklıma gelir kendimden utanırım pek çok kez hayatı sorgulatmıştır.
Evet sevgili arkadaşlar şimdi müsaadenizle ölüm hakkında konuşmak istiyorum biraz. Boktan bi konu. Hakkında pek düşünesi ya da konuşası gelmez insanın. Şimdi ölümden korkup korkmadığım konusunda kendime karşı dürüst olmaya çalıştım. Elde ettiğim cevap, genelde çok duyduğumuz o delikanlı nidalarındaki gibi “ben ölümden korkmuyorum” şeklinde değil. Ama tam olarak ölmüş olmaktan da korkmuyorum. Ölümle alakalı korktuğum bazı konular var benim.

Mesela ölmeyi bekler bir halde yaşamaya mecbur kalmaktan korkuyorum.

Eğer öyle olursa, kendimi zamanın kollarına teslim edip sefil ve aciz bir şekilde azrail’in gelmesini beklemek yerine kendi tercihimle ona gitmek isterim. Bu dünyadan umudumu kesersem; bilincime, hislerime ve anılarıma ev sahipliği yapan sevgili bedenim artık bana hizmet edemeyecek duruma düşerse, ya da dışarıdaki koşullar var olmaya dair umudumu yok etmeyi başarırlarsa şayet; elimden almak isterlerse özgürlüğümü ve benim benliğimi var eden niteliklerimi, beni hayata bağlayan ideallerime meydan okuyarak beni çaresiz bırakacak kadar güçlülerse... Onların beni nefessiz bırakmasıyla yıllar içinde yavaş yavaş ölmeyi değil; ölümle kendim yüzleşmek isterim.

Ya da heyecanın olduğu yerde;

beklenmedik bir anda, aniden, hızlı bir şekilde ölmek isterim. Ansızın olup bitsin. Ucuz yırtmak gibi görünüyor gözüme. Çok boktan bir durum biliyorum, öyle bir anda ölüvermek... Geride kalan herkesin şaşkına dönüp haline acıması, ağzının tadıyla yarıda öylece bırakıp gittiğin işler falan... Ama onca ihtimal içinde bir anda aradan çıkarmış oluyorsun işte ölüm derdini. Hayatta yapılacaklar listesindeki en büyük şey değil mi sonuçta? “ölmek!” Listenin herhangi bir yerine koymazsın ama en büyük sorumluluğun olduğunu bilirsin. O ihtimalleri saymaya gerek yok sanırım, haberlere baktığınız zaman zaten binlerce çeşidini güncel olarak görebilirsiniz. Aniden ölen ben için üzülecek insanların başına gelme ihtimali olan şeyler. Aslında kendileri için endişelenseler keşke. Bileti kesilmemiş olanlar onlar ne de olsa. Bilmiyorum.

Kesin olan şey şu: Ölümle alakalı en korktuğum şey sevdiğim birinin ölmesi.

Son olarak, daha önce de söylediğim gibi; ölüm anında erişeceğim olgunluğa şimdi erişmek isterdim. Hayatımı o gözle görmek, değerini ona göre anlamak... Ama imkansız. O yüzden pek takmıyorum kafaya. Yaşamaya devam.
2009'da yanımda arkadaşım varken karşıdan karşıya geçiyorduk sakızı çiğneyip bak şimdi adamın kafasına atıcam demiştim sakızı tükürüp ayağımla vurdum kel adamın tam kafasına geldi.
Başım çok ağrıdığında alnıma bengay sürüyorum geçiyor. Bunu ilk duyan ce şahit olanlar gülme krizine giriyorlar.
Geçen bir maske düşürdüm üfff!
Bravo yeni normal kendim.
Hak edenlerden çekinmemeye, yüzsüzlerden utanmamaya, arsızlarla mesafeni kendin belirlemeye aynen devam!.