bugün

(bkz: göğü delen adam)

--spoiler--

Papalagi denince beyazlar ya da yabancılar anlaşılır. Ama sözcüğü sözcüğüne çevirilirse 'göğü delen' anlamına gelir.
Samoaya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmişti. Yerliler bu beyaz yelkenliyi ufukta bir delik olarak gördüler, Beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, göğü delip gelmişti.

--spoiler--

Bu kitaba ithafen ahmet Güngören diyor ki;

Papalagi sonunda göğü gerçekten delmeyi başardı, "ozon deliğinin" içinden ne tür bir yelkenlinin çıkabileceğini ise zaman gösterecek.

Kim bilir belki uzaylılar da misyonerliği keşfeder.
(bkz: göğü delen adam papalagi)
(bkz: göğü delen adam)
erich scheurmann'in, ülkemizde ayrıntı yayınlarından çıkmış kitabı.
kitap bir samoa'lının gözünden beyaz adamı ve onun dünyasını anlatmaktadır. samoalı icin beyaz adamın dünyasının nesneleri, gereklilikleri, karışık tanımlama ve anlamlandırmaları hayret uyandırmış ve cogu yerde alay konusu olmuştur.
malesef artık türkçe baskısı bulunmayan kitap.
.. çocukların kafalarına da doldurabilecekleri kadar düşünce doldururlar. çocuklar her gün düşünce hasırlarını dinlemek zorundadırlar. bir tek en sağlıklı olanları bu düşünceleri kendilerinden uzak tutarlar, bir ağın deliklerinden süzülürcesine ruhlarından salıverirler. ama çocuklar kafalarına, en ufak bir boşluk kalmamacasına ışığın zerresi bile içeri sızmamacasına düşünce yüklerler.
bunun adına ruhu eğitmek,
sonunda ortaya çıkan çılgınlığa da eğitim derler..
kendi adasından hiç çıkmayan ve uygarlığımızı tanımayan batı samoa yerlilerinin reisi misafir olarak gelir, gezer, inceler ve dünyamızı görür, tanır, sonra da dönüp yerli kardeşlerine anlatır;

"Her Papalagi'nin bir mesleği vardır. Bunun ne olduğunu anlatmak pek kolay değil. Aslında çok istenmesi gereken, ama hiç istenmeyen bir şey gibi. Bir meslek sahibi olmak sürekli aynı şeyi yapmak demektir. Mesela ellerimle kulübe yapmaktan, hasır örmekten başka hiçbir şey yapmasam, kulübe yapmak ve hasır örmek benim mesleğim olurdu...
Papalagi'nin, nehrin dibinde yatan taşlar kadar çok mesleği vardır. Yapılan her iş bir meslektir. Birinin ekmek ağacının solmuş yapraklarını toplaması bir meslektir. Birinin yemek kaplarını temizlemesi de meslektir. Bir şey yapılıyorsa orada bir meslek var demektir. Elle ya da kafayla. Kafanda düşünceler olması ya da yıldızlara bakmak da meslektir...
Örneğin bir Papalagi, ben bir tussi-tussi'yim diyorsa, başkalarına mektup yazmak dışında hiçbir şey yapmıyordur demektir. Uyku döşeğini kaldırıp katlamaz, aşevine gidip kendine bir meyve kızartmaz, kendi yemek kaplarını temizlemez. Balık yer, ama balık tutmaz, meyve yer ama ömründe ağacın dalından tek bir meyve bile koparmaz. O başkalarına tussi yazar, çünkü tussi-tussi bir meslektir...
işte, böylece rengarenk bir tussi yazabilen birinin kanoyla nehre açılması ve geri dönmeyi bilmesi gerekmez. Meslek sahibi olmak, yalnızca koşmak, yalnızca tat almak, yalnızca savaşabilmek demektir. Yalnızca bir şey yani.
Bu, yalnızca tek bir şey yapabilmek büyük bir eksiklik ve tehlikedir. Çünkü herkes günün birinde kanosunu nehirde yüzdürmek zorunda kalabilir."
"çağdaş" dediğimiz uygarlığımızın ne kadar geri, sefil ve acınası olduğunu "boş bir eldiven gibi" yüzümüze vuran bir kitap. batı samoa yerlilerine göre papalagi yani göğü delen adam, biziz, hepimiziz..

"Papalagi, yuvarlak metali ve ağır kağıdı sever. Katledilmiş meyvelerin suyunu, domuz, sığır gibi korkunç hayvanların etini midesine indirmeyi sever. Ama hepsinden çok sevdiği bir şey vardır ki bunu kavramak mümkün değil: Zaman! Onun uğruna dünyanın patırtısını kopartır, saçma sapan konuşur durur. Güneşin doğuşuyla batışı arasındakinden başka bir zaman olmamasına rağmen yetmez Papalagi'ye yine de.

Zaman Papalagi'yi hep mutsuz eder. Büyük Ruh'a yakınır da yakınır, daha fazlasını vermedi diye. Hem de her yeni günü belli bir plana göre bölüp parçalayarak Büyük Ruh'a ve onun hikmetine etmediği hakareti bırakmaz. Çalı bıçağıyla yumuşak bir Hindistancevizini boydan boya keser gibi böler günü. Her bir bölümün ayrı adı vardır. Saniye, dakika, saat. Saniye dakikadan küçüktür, dakika da saatten.

Hepsi birden bir saat eder. Bir saate varmak için altmış tane dakika, bir sürü de saniye gerekir.

Bir hastalık olduğunu düşünmeme rağmen yine de bir türlü kavrayamadım bu işi. "Zaman hiç yetmiyor!" "Zaman dört nala kalkmış kırat gibi koşuyor!", "Biraz daha zamanım olsa!" Böyle sızlanır durur beyaz adam.

Hep söylüyorum, bunun bir hastalık olması lazım. Çünkü, diyelim ki beyaz adamın içinden bir şey yapmak geçiyor. Yürekten istiyor hem de. Belki güneşlenmek, belki de ırmakta kanoyla dolaşmak istiyor. Ya da canı sevdiği kızı çekiyor. Hemen her seferinde aynı düşünceye kapılıp, bastırır bu isteğini: "Keyiflenmeye zamanım yok"

Oysa zaman orada öylece durur. O ise en iyi niyetle bile görmez onu. Zaman alan binlerce şey sıralayıp, yakına yakına işinin başına çöker. Ne zevk, ne de eğlence verir işi ona. Üstelik kendinden başka zorlayan da yoktur onu.

Sanıyorum ki çok sıkı tuttukları için zaman, ıslak elden kayan yılan gibi akıp gidiyor ellerinden. Zamanın kendisine gelmesini beklemez. Kollarını açıp, yakalamak için peşinden koşar. Zamanın huzur içinde güneşin altına serilmesini kıskanır. ister ki hep yakınında olsun, şarkı söylesin, iki laf etsin. Oysa zaman sessiz ve uysaldır, huzur ister, güneşin altında döşeğine uzanıp yatmak ister. Papalagi zamanı tanıyamadı, anlayamadı. Bu yüzden kaba gelenekleriyle hor kullanıyor onu.

Ah sevgili kardeşlerim! Biz zaman için hiç dertlenmedik. Onu olduğu gibi sevdik. Siz hiç peşinden koşmadınız zamanın. Ne dertop etmeye ne sonra parçalamaya çalıştınız. Zaman bize ne az geldi ne de bıkkınlık getirdi. Hepimizin istediği kadar zamanı var, biz de onunla yetiniyoruz."

(bkz: göğü delen adam)