bugün

Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, hayatın hay huyundaki vasat gündemlerle örtüşmez. Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz.

Kalplerimizdeki düşleri, özlemleri üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar.

O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamayı kanıksamamız gerekir.

Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap sormaya hakkı vardır.

Sonra kalplerinizin kuytu yerlerindeki sığınaklarda kendi kendimize telkin ve terapi seanslarıyla bekleriz. Bekleriz. insanı, aşkı, olmayı, onarılmayı ve zamanın açtığı yaraları yine zamanın sarmasını bekleriz. Düşlerimizin başucunda bir tüfek gibi dikilerek bekleriz. Küçük nehirlere burun kıvırır ve hep okyanuslara ait olduğumuza inanırız.

Düşüp kaldığımız ya da itilip unutulduğumuz derin, karanlık kuytularda sabırsız ve tedirgin kederlerle beklerken, küçük sevinçler, küçük yolculuklar hep bir kenarda durur, hep erteleriz. O kitabı sonra okuyacak, akşam yürüyüşlerine sonra çıkacağızdır; hele şu işimiz de bitsin, filancalar gelip gitsindir, elbette zaman olacaktır. Her şey, her şey yoluna girdiğinde yapılacak, söyleyeceklerimiz bile sonra söylenecektir. Sonra... Sonra!

Derken zaman, yani o büyük ve gizemli güç, hayatın düşlerimizin gerisindeki kırıntılar olduğunu anlatır bize.

Belki okyanuslara gider, kasırgalarla boğuşur, ama bir damlaya yenilip döner ve zamanın, hep ertelediğiniz ne çok şeyi nasıl öğüttüğünü, küçümsediğimiz nehirleri nasıl kuruttuğunu; ihmal ettiğimiz küçük sevinçlerin, sevgilerin nasıl solduğunu ve ileride, bir gün yürümeyi düşündüğünüz ıssız yollara devasa binaların inşa edildiğini fark edince, tıpkı bir ispanyol atasözünde olduğu gibi, "Don Kişot olmaya giderken, evimize bir Şanso Panço olarak dönmek"le kalmayıp, burun kıvırdığımız o küçük şeyleri de büsbütün yitirdiğimizi görürüz.

Çünkü avuçlarına bırakılan dostlukları, sevgileri çürütür zaman. Çünkü zamana rüşvet veremezsiniz, çünkü kendinizi ikna etseniz de zamanı edemezsiniz.

Yaşadığımız gezegen milenyumu kutlarken, ben o tarihte "düşünce suçu" mahkumiyetlerimin bir yenisi için bir cezaevindeydim. Diktörtgen bir gökyüzünün altında ikinci baharımdı. Yirmili yaşlarında siyasal suçlardan mahkum olmuş altı yedi kişiyle birlikte kalıyordum.

Koğuşumuzun havalandırmasında bazalt taş duvarlar, bir basketbol potası, koridorlarda küf kokusu, kasvet ve karanlık, dışarıda ise kışkırtıcı bir bahar vardı...

O bahar, koğuş pencerelerinin tam karşısındaki avlunun taş duvarlarına boydan boya sarmaşık ekmeye karar verip, ceplerine üç beş sıkıştırdığım gardiyanlara rica minnet poşetler dolusu toprak getirttik. Duvarın dibine yığdığımız toprağa geniş suntalarla çevreleyip sarmaşık tohumlarını ektik.

Birkaç ayda gelişip uzayan sarmaşıklar, havalandırma duvarında çivilere çaktığımız iplere boylu boyunca sarılmakla kalmayıp, kimileri duvarları aşarak dışarıya göz kırpmaya başladılar.

Ancak koğuştakiler, şarmaşıklar yüzünden basketbol oynayamıyor ve o bana arada bir tedirgin bir sesle: "Top oynayabilsek çok iyi olurdu hani," diye mırıldanıyorlardı...

Yeni bir sonbahar geliyordu ve biz, bütün kışı tabut gibi daracık bir koğuşta balık istifi geçirecektik. Bu yüzden bir tercih yapmak zorundaydık.

Bir gün ranzalarına uzanmış koğuş arkadaşlarıma dönüp, "Sarmaşıkları artık sökebiliriz," dedim. Onlar ranzalarından sıçrayıp sevinçle avluya yöneldiklerinde, ben de o infazı görmemek için cezaevi kütüphanesine gittim. Bir saat kadar sonra döndüğümde, koğuştakiler sarmaşıkları yolup toprağıyla birlikte bir köşeye istif etmiş, keyifle top oynuyorlardı.

Beni görünce bir an duraksayıp yüzüme mahcup bir ifadeyle baktılar. Ben de onlara gülümsemeye çalışarak: "Sorun değil çocuklar, kışın nasılsa kuruyacaklardı," dedim...

Sonra gün be gün büyüttüğüm sarmaşıkların bir köşede büzüşüp kalmış cesetlerine burkularak bakarken, küçük, siyah tohumları dikkatimi çekti. O tutsak ve ölü sarmaşıklar, gövdelerinde bıraktıkları tohumları atıldıkları yerden sanki bir vasiyet gibi sunuyorlardı bana...

O tohumları bir kalem kutusuna bırakırken, onları bir gün, dışarıda diledikleri gibi büyüyebilecekleri bir alanda ekeceğime nedense orada kendi kendime söz verdim.

Zaman geçti, içeriden çıktım. Sonraki üç yıl oturduğum evlerin hiçbiri o sarmaşık tohumlarını ekmeme uygun olmadı. Arada bir onları barıktağım kalem kutusunu açıp bakıyor, o tohumlara dokunuyor ve bir gün her tohumun artık dışarıda, özgürce bir evin duvarlarını nasıl da boylu boyunca kaplayacağını düşlüyordum.

Dördüncü yıl taşındığım müstakil evde bir ilkbahar, o tohumları evimin duvarının ön cephesindeki toprağa ektim. Üç günde bir sulayıp sabırla bekledim. Bekledim, fakat filizleri bile görünmeyince, dört yıl boyunca sakladığım sarmaşık tohumlarının çürüdüklerini anladım.

Şimdi dönüp geriye, upuzun yıllara bakıyorum; aşklar vardı, dostlar vardı, gidilecekti Söyleyeceklerim aklımın, yazacaklarım kalemimin ucundaydı; pet çoğu kalbimin ve zamanın avuçlarından nasıl da kayıp gittiler.

Gittiler. O dostlar, şimdi görmek istediğim dostlar değil, eskiden okuyacağım kimi kitaplar artık okumayacaklarım, o yıllar yapmak istediklerim şimdi yapmayacaklarım. Örneğin, eskiden kalabalık olmak isterken, şimdi yalnız kalmayı yeğliyorum. Beğenilerim, tutkularım, rüyalarım, yaşam üslubum -bile- değişmiş...

Oysa tam sorunlarımı çözdüm, işte oturdum ve artık gidebilirim derken, bir baktım ki gitmek istediğim pek fazla yer de kalmamış. Bu yüzden siz olun, tutkularınızı, düşlerinizi, sevgilerinizi ve yolculuklarınızı hiç ertelemeyin; çünkü çürürler.

Çünkü dokunduğu her şeyi çürütür zaman. Her şeyi çürütür zaman...

(bkz: yılmaz odabaşı)
ilk ortaokulda hayal ettim seni. koyu renk uzun saçlar biçimlendirdim sana kocaman kahverengi gözler. hiç mavi gözlü olmadın. çünkü ben çikolata rengi gözleri seviyordum. sıcak bir kahve gibi. bazen ela oldu gözlerin ve bazen yeşil kum taneleri koydum gözlerine. sessiz bir duruşun vardı senin. benim gibi değildin. ayakların yere basardı. sana şarkılar tutardım türk pop müziği yeni patlamıştı. tarkan musti kenan dinlerdik kızlarla. ve dedikodu yaparken asla sınıftaki erkeklere bakmazdım. sıradanlardı hep. bir gün derdim karşılaşacağız ama ne zaman.

seni bulmak için yıllarca bekledim. bir hayaldin hep. adını blmiyordum. aşka gelmekten aşkın e hali dedim sana. ismin e ile başlıyor muydu bilmiyordum. sana şiirler yazıyordum ama hiç yoktun. düşlerime alıyordum seni, hiç konuşmuyorduk.

kalın kaşlar ekledim sonra sana babamınki gibi. boyunlu kazaklar giydirdim. bana şarkılar söyle istedim. söyledin. gitme dedim hep gitme ama sen gittin.

hala düşlüyorum seni. adını bildiğimi sanıyorum bazen. adını söyle bana. bekliyorum. yazın gelmesini istiyorum.

yaş başını almış gidiyor. ben hala ortaokuldaki küçük kız gibi seni düşünüyorum. en son üniversitede gelirdin aklıma. sonra kovdum seni aklımdan. yine geldin. bu kez ben seni çağırmadım. kendin geldin. ben sadece oyalanıyordum hayatla. ve yine girdin kalbimin oyuklarından çünkü sen hınzır adam tüm yolları biliyordun. sensiz olamayacağımı. seni sevmekten vazgeçmeyeceğimi.

tanım: zaman en büyük değirmendir diyen şarkı.*
sözüm ki tek sana geçmez, celladımsın ey zaman.
(bkz: oyle bir gecer zaman ki)
Gercekten zaman herseyi cürütüyor hicbirseyi ertelememek lazım hayatta elimizden geldigince.
abes olmadığı sürece istediklerinizi yapmaya, söylemeye çalışın. hayattaki her güzelliği 70 seneye sığdırmak zor.
--spoiler--
Kalplerimizin kuytu yerlerinde bize özel sığınaklar vardır; o sığınakların gündemleri, hayatın hay huyundaki vasat gündemlerle örtüşmez... Orada bazen buruk, ağlamaklı, bazen de kasırgalar gibi dolaşır durur düşlerimiz.
Kalplerimizdeki düşleri, özlemleri üşüttüğümüzde, ateşi bilincimizi sarar ve o ateş, giderek içimizin sokaklarında bir kaos başlatıp iç barışımızı bozar.
O zaman ya düşlerimizin iniltilerini teskin edip o ateşi düşürmemiz veya hep acıyan, acıtan o ateşle ve içimizin sokaklarındaki tedirgin sorularla yaşamayı kanıksamamız gerekir.
Çünkü düş oldukça peşi sıra insandır; çünkü en çok düşlerimizin bize hesap sormaya hakkı vardır.
--spoiler--
doğrudur.
tek şey kalır geriye:yüzündeki sayısız kırışıklık.