bugün

Ebru Drew yazısı. paris te iki gün filmini anlatmış yazar ve filmin anlatmak istediklerini.. film de kadın diyor ki;

insanların birbirlerini delice sevdikleri günden birbirlerine karşı hiçbir şey hissetmedikleri güne doğru ilerlemeleri beni şaşırtıyor.

Beni de... Ama yapacak bir şey yok. Aşk böyle istiyor. Biriyle geliyor, kulağımıza kısıtlı zamanın var, beni iyi kullanırsan seninle daha çok kalırım ama bozuk para gibi harcarsan giderim diye fısıldıyor. Duymuyoruz coşkudan, sonsuzmuş gibi, hiç gitmeyecekmiş gibi yaşıyoruz aşkı.

Ama aşk sözünü tutuyor, gidiyor geldiğiyle birlikte.

Sonra... Bir başkasıyla yine geliyor, yine gidiyor, yine geliyor, yine gidiyor. Bedenler değişiyor, değişmeyen tek şey aşk aslında. Biz o hayatımıza giren adamlara/kadınlara âşık olmuyoruz, onun bedeninde can bulan aşkın peşinde böyle per perişan dolanıyoruz. Gidenlere fazla üzülmemek gerek dolayısıyla. Bilmeli insan, her gidenin ardından bir yenisi gelecek. Aşkla...

Yapamayanlara...

Paris te iki Gün, satır aralarında ilişki üzerine nice yazı konusu barındıran bir film. Ne de olsa bir kadın bakıyor olaya. Başroldeki Julie Delpy, aynı zamanda senaryonun da yazarıymış.

Biraz da bu yüzden olsa gerek fazla detaycı bir film. Yorgan altı sevişememeleri bile öyle gerçekçi ki. Bilirsiniz o iş genelde en estetik şekilde yansıtılır beyaz perdeye.

Güzel vücutlu kadınlar adamlar birbirleri üzerinde görsel şov yaparken, seyirci de dalar hayal alemine. Bu filmde öyle estetik sahneler yok, gerçek hayatta olup biten neyse o.

Sevişme var ama göremiyorsunuz; çünkü sevişme öncesi yatak fısıldamaları tatlarını kaçırıyor. Birinde adam, diğerinde kadın yapamıyor!

işte bu film, yapamamaları başarısızlık olarak algılayıp, hayatını zindan edenlere de tavsiye...