bugün

bir "michelangelo antonioni" filmi. tek kelimeyle; muhteşem.
slavoj zizek'in 'belki de son büyük modernist film' olarak nitelediği magnum opus.
michelangelo antonioni nin olaganustu guzellikteki bir filmi. turkiye`de cinayeti gordum adiyla gosterilmistir.

(bkz: michelangelo antonioni)
Antonioni'nin gerçekliği sorguladığı ünlü filmi. Film boyunca gerçeğin insanın bakış açısına göre değişeceği, tek bir gerçekliğin olamayacağı üzerinde durur yönetmen. Sondaki pandomima sahnesi de görülmeye değerdir. Bir grup gencin olmayan tenis topu ve raketleriyle tenis oynaması izleyicinin dikkatini çekecek değerdedir.
müziğin seyirci üzerindeki etkisini çok fazla kullanmamış hatta bazı sahnelerde hiç kullanmamış,ayrıca ün ve paranında insan maneviyatına yetmediğini anlatan 1966 yapımı michelangelo antonioni filmi.
anı yakalamak, hayatı fotoğraf karesine almak falan&filan vardır ya hani, blowup bir yönüyle tam da bunu anlatıyor. kalıplar içine hapsolmuş bir teknikle, zihniyetle de değil. sakin sakin, bazen coşkulu. kafasına göre yani. havasına göre. mekanlar ferah, müzikler ferah, suskunluk ferah. 60'lar ferah. daha ne olsun.

o değil de çimenler ne güzel görünüyordu be yav.
bir cinayeti gördüm ismiyle türkçeleştirilmiştir.
1966 yapımı londra'da yaşayan yakışıklı ama kızlardan sıkılan bir fotoğrafçının bir gün parkta yürürken gördüğü bir çifti fotoğraflamasıyla hayatı biraz karışır. biraz diyorum çünkü bu film festival tadında yeme de yanında yat tarzı filmlerden biridir. bir cinayeti fotoğrafladığını bilmeden bir kaç çekim yapar. sonra cinayete sebep olan kadın bunu fark eder ve napıp edip çektiği fotoğrafları yok eder. filmin sonundaki pandomim sanatçılarının konuyla ilgisini anlayamamış olmakla birlikte herhangi bir ilgisi olmak zorunda da değil zaten dememe sebebiyet vererek sona eren filmdir.

not: yönetmen çimlerin rengini beğenmediği için çimleri yeşile boyatmıştır.

edit: not 2 silinmiştir.
gerçekliği irdeleyen ünlü yapım.

Arjantin' li yazar Julio Cortazar' ın "Las Babas del Diablo" adlı kısa hikayesini temel alır. başrollerini David Hemmings, Vanessa Redgrave, Sarah Miles, John Castle ve Jane Birkin paylaşmaktadır.

--spoiler--
son sahne de tenis topu olmadan tenis oynamaya çalışan pandomimciler ile filme son noktayı koymaktadır

izleyici cinayetin arkasındaki sırları (veya cinayetin gerçekleşip gerçekleşmediğini) asla öğrenemez. Aslında film gerçeklik ve onu nasıl algılandığıyla ilgilidir. Bu bakış açısı filmin en ünlü sahnelerinden biri olan final sahnesinde vurgulanır. Sahnede iki pandomim sanatçısı tenis maçı yapıyordur bu sırada Antonioni' nin kamerası, olmayan tenis topunu takip eder ve yine topun sesi duyulur. Fotoğrafçı bir süre maçı takip ettikten sonra tenis maçının gerçekliğine girer. Korttan dışarı fırlayan topu iki oyuncuya geri atar. Sonra onun tekrar maçı takip ettiği görülür, ancak izleyici maçı artık göremez, sadece ileri geri giden topun sesini duyulmaya devam eder. En sonunda gerçekliğin başka bir versiyonu yaratılır, Hemmings parkın yeşil çimlerinde tamamen yalnız bir şekilde durmaktadır sonra aniden kaybolur, yönetmen Antonioni tarafından ortadan kaldırılmıştır.
--spoiler--

bir kadının çıplak olarak gösterildiği ilk ingiliz filmidir.

Antonioni'nin Jane rolü için ilk tercihi isveçli oyuncu Eva-Britt Strandberg idi, ancak oyuncuyu MGM patronları istemediği için rol Vanessa Redgrave'e gitmiştir.

not: okuyun, ögrenin, izleyin. * *
üzerine yazılan bir yazı içinde bir birine tamamen tezat iki anlatımı örnek gösterebileceğiniz kadar karmaşık bir film. *

edit: *
1966 yapımı bir film. Fotoğrafçıyı david hemmings canlandırıyor.

güzel filmdir, sondaki pandomimli sahneler çok iyiydi. ama ben pervanenin filmle ilgisi ne, onu anlamadım.
Kafamda deli sorulara sebep olan michelangelo antonioni filmi. Bir insan ne zaman gercekligi kaybeder sorusuna guzel cevaplar veren bir film. Cortazar amcayi cok severim zaten de the passengerdan sonra antonioniyi de cok sevmistim. O yuzden cok heyecanli izledigim bir filmdi. Filmi izledigimin ertesi gunu bi oyku okudum. Oykude bi arkadasinin kiz kardesine ona ayarlamak istedigini soyledikten sonra deli gibi asik olan bi adam vardi. Oykunun sonunda aslinda adamin kizkardesinin olmadigini anliyorduk. Yani dusundum de iki hikaye de birbirine cok benziyordu .aslinda hepimiz kafamizda yarattigimiz dunyalarda yasiyoruz. Bu dunyada hangisi gercek anlamak guc. Iste bu noktada fotografcimizi gercege donduren hadise pandomim sanatcilari oluyor. Bu filmin anlatmak istedigi seylerin alt kumelerinden sadece biri. Ama bana guzel seyler anlatan bir alt kume. Gercekligimiz aslinda kafamizda kurdugumuz dunyalarin bir sonucu ve takintilarimiz bizi yonetiyor cunku onlar bizim varolusumuzu sagliyor.
günümüz filmlerine ve oyunlarına da sık sık konu olan bir mevzuyu dile getiren film. çoğu insanın hayalindeki hayatı yaşasanız bile gündelik hayat insanı önünde sonunda bunaltıyor. bu bunalış elbette bir kaçışa sebebiyet veriyor nihayetinde. filmin dikkat çeken güzel yanlarından biri ise çekimlerinin de nuri bilge ceylan'ı aratmaması. bir fotoğrafçıyı fotoğrafçı gözünden göstermek sizi ortamın içine daha iyi adapte ediyor. ayrıca yardbirds'ü görebilmek de gözlerden bir damla yaş akıttı. konserde put gibi durup gitar sapı için çıldıran kitle çok güzeldi, insanların keyif almadığı şeyi bi şekilde topluluk psikolojisiyle metalaştırması ve bunu çer çöp dediğimiz somut şeylere yüklemesi güzel aktarılmış. 50 yıldan fazla olmuş bu film çekileli, bugün hala aynı boku yiyoruz. birtakım kimseler gidip özel star wars figürü alıyor 10000 dolara. neden? en sıkı fanlar bile modern üçlemeden nefret ederken, neden bu üçlemeyle tekrar piyasaya pompalanan çer çöpe tapar hale geliyorlar? 50 yıldır bir sebep bulamamışız demek ki buna. filmin bir başka güzel yani da diyalogları asgari düzeyde kullanması. ana karakterin elinde makinenin olmayışı ile bile anlayabiliyorsunuz neler döndüğünü. bütün işi güzel kadınların fotoğrafını çekip onlarla birlikte olmak olan bir adam bile bıkabiliyor hayatından, antika dükkanının sahibi gencecik bir kız bile bırakıp gidebiliyor her şeyi. bu bıkkınlık elbette kabalığa ve hiçbi şeye değer vermemeye yol açıyor. modellere kötü davranan bir fotoğrafçı, mallarını satmak istemeyen bir antikacı yapıyor sizi. elbette bu kaçış filmdeki gibi soyut bir şekilde kafayı sıyırarak gerçekleşmemeli. herkes kendi kaçışını buluyor sonuçta, birileri nepal'e gidiyor, birileri paris*'e düşüyor, birileri ise aklını yitiriyor. herkes kendi kaçış yolunu bulmalı hayatın üstümüze bindirdiği yüklerden.