bugün

Babam öleli 12 yıl olmuştu ve ben 20 yaşına geldiğimde babasız olmaının acısını artık çok daha iyi a...nlıyordum.
Annemle birlikte küçük ama mutlu bir dünya kurmuştuk kendimize. Mevsimlerden bahardı,sokaklarda parklarda dolaşıyordum.
Bu bahar daha bir çoşkulu hissediyordum kendimi. Birçok arkadaş edinmiştim. Mehmet,Can Canı´ın kuzeni Merve ve daha birçoğu...
Her gün belirli saatlerde buluşup eğlenceli dakikaler yaşıyorduk. Onlarla o kadar eğleniyordum ki işe dahi gitmiyordum.
Yine işe gitmediğim bir günde yalnız başıma dolaşırken arkadaşlarımla her zaman oturduğumuz parkta gördüm onu. O kadar güzeldi ki..
Bir süre çevresinde dönüp beni fark etmesini umdum ama bana hiç bakmıyordu. Tam umutsuzluğa kapılmışken son bir cesaretle yanına yaklaştım ve
"Oturabilir miyim?" diye sordum. Deniz mavisi gözleriyle bakıp ,küçük bir tebessümden sonra."Oturabilirsiniz" dedi. Kalbim heyecandan deli gibi çarpıyordu.
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Sonra kısık bir sesle,"Adım Vedat," diyebildim. Bana dönüp "Nazlı" dedi. Bir süre sonra telefonlarımızı birbirimize verdik
ve ayrıldık. Akşam olanları anneme anlattım. Annem gözlerimdeki mutluluğu fark edince çok sevinmişti.

Arkadaşları bize davet ettim
ilerleyen günlerde Nazlı ile daha sık görüşür olduk. Zaman ilerledikçe ona daha çok bağyaaıyordum. O hayatıma girdikten sonra işe gitmeye bile başlamış,diğer
arkadaşlarımla da daha az görüşür olmuştum. Arkadaşlar sitem edince kendimi affettirmeye, onları akşsam yemeğine davet ettim. ve hazırlık yapmak için erkenden eve
gittim.Anneme arkadaşlarımın geleceğini ve güzel bir yemek yapmak için hazırlığa başlamamamız gerektiğini söyledim. Akşam gelip çatmıştı. Kapı çaldı, hemen koşup açtım
Arkadaşlar gelmişti. Onları salona alıp sofrayı hazırlamak için mutfaktaki anneme yardıma gittim. Sofra hazırlandıktan sonra salona geçip onları içeri çağırdım.
Arkadaşlarımı masaya alırken annemin bakşlarındaki korku ve şaşkınlık ifadesine bi anlam verememiştim. Tam arkadaşlarımı tanıtıyordum ki annem büyük bir feryatla
masadan ayrılıp gitti. Olanları bir türlü anlayamıyordum. Arkadaşlardan özür diledim ve yemeğe başladık. Yemeğin ve sohbetin ardından arkadaşlar gitti. Annemin odasına olanları sorduğumda hiç cevap vermedi. Sadece yüzüme bakıp ağlıyordu.

Eve gelen misafir
Aradan 3 ay geçmişti. Arkadaşlarla ve özellikle Nazlı ile görüşmelerimiz iyice sıklaşmıştı.
Bir ara anneme sözü Nazlı´dan açıp onunla birbirimizi ne kadar sevdiğimizi ve evlenmek istediğimizi
anlattım. Annem mutlu olmamdan gülüyordu. Ama gözündeki korkuyu ve acıyı hissedebiliyordum. Öbür gün iş
dönüşü eve geldiğimde bir misafir vardı. Tanıştıkve annem o arada kayboldu. O adam bana tuhaf sorular
sorup durdu. 1-2 saat oturduktan sonra annem gelip misafiri yolcu etti.Anneme gelenin kim olduğunu sorduğumda
doktor olduğunu söyledi."Yoksa hasta mısın?" dedim. Annem doktrun benim için geldiğini ve sadece genel bir
kontrol yaptırmak istediğini söyledi. Sabah erken kalkıp hastaneye gittik ve bir çok testten geçirildim.
Bir kaç saat sonra doktor gelip hiçbir şeyimin olmadığını söyledi ve annemi odasına çağırdı.Akşam eve
geldiğimde annemin gözleri ağlamaktan şişmişti. Ne olduğunu sorduğumda, "Bir cenazeye gittim,çok etkilendim,"dedi.
Artık Nazlı ile hemen hemen her gün görüşüyorduk. Her geçen gün ona olan aşkım içimden taşacak gibi oluyordu.Eve erken
döndüğüm bir gün misafirler olduğunu gördüm.kimse beni fark etmedi. Mutfağa gidip atıştırırken ister istemez konuşulanlara kulak misafiri
oldum.Konu bendim ve annemin niye böyle üzgün olduğunu o an anladım. Meğer hastane , doktor hep bu yüzdenmiş.Meğer ben şizofreni hastasıymışıım
adını bie bilmediğim bu hastalık beni hayal dünyasında yaşamama neden oluyomuş. Misafirler gidene kadar ortaya çıkmadım
Annem onları geçirince beni arkasında gördü ve "Birşey duydun mu?" der gibi yüzüme bakıyordu. Ona, "herşeyi duydum," dedim.
Kadıncağızın gözleri dolmuştu ve bana sarılarak ağladı. Ona üzülmemesini ve kendimi çok iyi hissettiğmi söyledim ama gerçekten korkmuştum.
Bana arkadaşlarımı davet ettiğim gün hasta olduğumu anladığını söyledi. Annemin anlattığına göre benim hiç arkadaşım yoktu. Eve davet ettiğim
kişiler tamamen hayal ürünüydü. Annemin hazırladığı sofrada sadece ben oturmuştum ve sanki arkadaşlarım varmış gibi saatlerce o hayali varlıklarla konuşmuştum.
Ya Nazlı da hayalse?
Hiçbirşey umurumda değildi. Her şey, bütün bir Dünya hayal olabilirdi ama ya Nazlı...Ya o da hayalse? Bu ihtimal beni delirtmeye yetiyordu. Annem birçok ilaç getiriyor ve bunların rahatlamam için olduğunu söylüyordu. Ama ben zaten rahattım. işten ayrıldım ve aradan 3 gün geçtikten sonra dışarı çıktım. Her zaman gittiğimiz parka gittim.Arkadaşlar yine
oradaydı.Aslında belki oradan hiç ayrılmamışlardı.Onlarla konuşurken parktaki diğer insanların alaylı alaylı güldüğü fark ettim.O gülen insanlara,"Siz gerçek değilsiniz!" diye bağırdım.
Ama onlar sadece gülüyorlardı.Peşimi bırakmalarını söyledim.Nereye gidersem onlarda benimle beraberlerdi.ilaçlar beni iyice dağıtmıştı.Düşüncelerimi toplayamıyordum.Arkadaşlar da yavaş yavaş benden uzaklaşıyorlardı. Nazlı´yı aramaktan korkuyordum. Çünkü ararsam Nazlı diye birinin olmadığını anlayabilirdim. Bir gün dayanamayıp aradım ve her zamanki yerimizde buluştuk. Ona bir yandan başıma gelenleri anlatırken diğer yandan da çevredeki insanları süzüyordum. Yine bana gülmelerinden korkuyordum.. Eğer bana gülüyorlarsa bu Nazlı´nın olmadığını gösterecekti. Evet çevredeki
insanlar yine bana alaylı bakıyorlardı ama bu defa gülmüyorlardı. Nazlı olayı beni gün geçtikçe bitiriyordu.
Bir gün anneme Nazlı´yı eve getireceğimi söyledim. Annemin gözleri kocaman oldu. Yine bir hayali eve getireceğimden korkuyordu. Ama ben kendime güveniyordum. Nazlı bir hayal değil gerçekti.
Annem isteksiz olsa da benim ısrarımla kabul etti. Öbirgün Nazlı´yla buluştuk ve ona ,"Seni biraz sonra anneme götüreceğim," dedim. Nazlı çok telaşlandı. Hazırlıksız olduğunu söyledi ama ben ısrar edince kabul etti. Artık geri dönüş yoktu. Biraz sohbetin ardından eve doğru yola koyulduk. Sokağa gelip eve yaklaştığımızda son bir kez kulağına eğilip "Seni çok seviyorum," dedim. Eve geldik,kapıyı çaldım. Annem
kapıyı açtığında ben önden girip ayakkabılarımı çıkardım ve Nazlı´yı içeri aldım. Anneme bakıp gözlerimle Nazlı´yı işaret ederken kalbim duracaktı sanki. Annemin gözlerindeki yaşı görünce olduğum yere yığıldım.
Demek yine hayaldi...Ama annemin ağzından çıkan şu kelimeler benim için o an bir dua kadar kutsaldı; "Hoş geldin, güzel kızım,,,"
bir hikaye

uzun bir hikaye değil, benim hayatımın sessiz geçen her anı.

Herkes iz taşır. bir bitiş cümlesi gibi gelse de bu başlangıçtı henüz, daha 9 yaşında küçücük bir çocukken yanıma oturduğunda onun ilk aşkım olacağını biliyordum. bir lösemi hastasıydı ve daha düne kadar göz kamaştıran kıvırcık sarı saçlarını kestirmek zorunda kalacağını, ikimizin de bilmediği, görmediği, anlamadığı çocuk günlerimizin sonuna geliyorduk.

odamdayım saat sabahın yedisi. dünüm bugünle karıştı, göz kapaklarım direnci zorluyor. gözümün önünde duran paslı bir raptiye ve soğuk çayın sessizliğinde dalıyorum yine bir rüyadan diğerine, şimdiki zamanı anlatıyorum. anlatıyor muyum?

çok geçmeden ne olduğunu bilmediğim vital fonksiyonları giderek bozulmuş ve kalbiyle ilgili problemlerin baş göstermesi sebebiyle daha fazla okula gelemeyeceği söylenmişti bize.

kemal hadi sen yap bu soruyu diyen matematik hocamın tek istediği tahtaya çıktığımda bu kez olsun düzgün kelimelerle anlatıp, soruyu arkadaşlarıma nasıl çözdüğümü güzelce açıklamamdı. heyecanlıydım, bir lise son sınıf öğrencisine göre. karşımda hoşlandığım kızın sessiz bakışları, üstelik başka yöne.

kimse girmedi hayatıma, birkaç günlük ilişkilerden ibaret insanları tanıma sanatım ve aşk denen şeyin dünyadaki adalet gibi, en az ihtiyacı olan insanlar tarafından hak edildiğini öğrenecek kadar çok yaşanmışlık, hayal kırıklığı ve her seferinde daha çok ihtiyaç duyulan mutluluk...

düzgün insanlar mı mutlu? konuştuklarının anlamı olmayan, boş boğaz, bencil, üç kuruşluk ve beni iki dakika da satabilecek olmasına rağmen kendini hala arkadaşım sanan, kafamı yastığa koyup da sesini kıstığım o oda arkadaşım. otobüslerde kesiştiğini iddia ettiği kızları facebookta bulup onlarla konuşmaktan mutlu, dahası bununla bize hava atmaktan.

onu hastaneye kaldırdılar. benim de aralarında top oynadığım bir günde, gökhanın attığı şut göğsüne gelmişti. adeta bir kurşun saplanır gibi onu mosmor ettiği her saniye elimden hiçbir şeyin gelmeyişi benimde göğsüme saplanıyordu, gözlerim ıslanıyordu, bağırıyordum, başım dönüyordu... gökhan ve diğerleri ve arkadaşlarım hepsi ne kadar düşüncesizdi, insanlar!! hayatımda ettiğim ilk ve son kavgaydı. fakat ne dayak yiyeni vardı ne döveni, ne bir ses, ne bir gürültü kafamı kaldırdığımda öfkeme karşı koyabilecek kimse kalmamıştı. etrafımda sağıma soluma baktığımda yoktular...hala yoklar.

koştum son birkaç aydır içimde kopan fırtınaları daha fazla bastıramadan. koştum o fırtınanın beni alıp yıllarca oradan oraya sürüklemesine karşı koyacak gücüm olmadan. koşmaya devam ettim, nereye gittiğimi bilmeden

beni savurduğu ilk yer olan parkımıza koştum. buldum kendimi orada, çakıl taşlarıyla dolu parkta soğuk bir kış günü diz çöktüm, 6 ay önce olduğu gibi. henüz 10 yaşında, altı ay önce yaz sıcağında maç yapmasıyla beraber başlayan aşırı kaşıntısı ve teri yüzünden, habersiz yakalandığı ve o an için ne tür bir hastalığın içinde olduğunu bilmediği suçiçeğinden dolayı istiklal marşı töreninde birden dökülen saçlarının -neredeyse hepsini- elinde bulduğu günden bu yana geçen altı ayın sonunda yeniden buraya gelen o çocuktu benim hikayemin geri kalanı ve bu soğukta, belki ısınırım umuduyla, daha ilk kışında bozguna uğradı.

***

hastaneye yattığı günden bu yana geçen kim bilir kaçıncı gündü. onu ne çok özlüyordum, burnumda tütüyordu beraber geçirdiğimiz, her okul çıkışı oturduğumuz salıncaklarda ne kadar da iyi anlaştığımız onca vakit birbirimize anlattığımız hikayelerle dolu ve ikimizin de birbirini kırmamak için gösterdiği özenin ne de paha biçilmez bir değeri varmış. bana saçlarımın zaman geçtikçe yeniden çıkmaya başladığını ve eskisinden de yakışıklı olduğumu söylüyordu... bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyorduk ikimizde, ama bunu bana hiçbir zaman söylemedi.

öncesinde öğretmenim sınıftakilere biraz dinlendikten sonra iyileşeceği yönünde vaatte bulunmuş olsa da, artık okula daha fazla gelemeyeceği haberini almamın içimde açtığı yaraya engel olmadı. haberi veren de güzel öğretmenim, bütün derslerine 5 verdiğini söyleyerek başladı sözlerine. karnesini götürürken kendisiyle beraber gelmek isteyip istemediğini sorduğunda yetmiş dört gün sonra yeniden merveyi görecek olmamın mutluluğuyla ama bir yandan buruk ve solgun bir şekilde takıldım öğretmenimin peşine.
Beni bu şekilde görmemesi gerektiğine dair yol boyunca öğretmenimin telkinleriyle arabaya binip giderken önümüzde yaklaşık 50 kmlik yol vardı ve ben ilk kez böyle güzel bir arabaya binerken buluyordum kendimi. öğretmenimin eşi zengindi bildiğim kadarıyla ve kendisi de uzun boylu yakışıklıydı mervenin söylediğine göre. birkaç sefer evlerine gittiğimizde bizi her seferinde kapıda karşılayan bu çiftin en sevdiği öğrencileriydik. beni sınıf birincisi seçeceğini ilan ettiğinde yine bizi evine çağırmış ve bunu fısıldayarak söylemiş olmasına rağmen mervenin de duyabileceği bir şekilde adeta gülümsüyor ve beni mutlu ederek onu da mutlu edeceğini biliyordu. nitekim yüzünde açan güllere bir yenisini ekleyerek boynuma sarıldığında merve, öğretmenimiz de aramıza girmek için debelenirken, eşi de her fırsatta olduğu gibi yine hülya öğretmenime sarılarak uzun süre bizi izlemeye koyuluyorlardı. ve salıncağımızda sallanırken hayalini kurduğumuz bir evliliğin somut örneğiydi onlarınkisi; mervenin istediğiyse fazladan 4 çocuktu sadece. onların neden çocukları olmadığını çok sonradan anlayacaktım. mervenin de çocuğu olmayacaktı; ama bunu ona hiçbir zaman söylemedim.
ibni sina hastanesinin o karmaşık, korkutucu ve devasa koridorlarında kaybolmamak için adeta hülya öğretmenimin eteğine yapışmış onu takip ederken kafamdaki bütün düşünceleri bir kenara bırakmam gerektiğini biliyordum. yetmiş dört gündür, benim daha girer girmez korkmaya ve panik yapmaya başladığım bu hastane koridorlarında, yetmiş dört gündür kim bilir neler yaşamıştı, kim bilir ne kadar kendini yalnız ve bir o kadar hasta hissetmişti. onu bu pis ve enjektör kokan hastalık dolu mikropların dolaştığı hastanede kaderiyle bir başına bıraktığım için kendime ve onunla burada kalmama engel olan herkese kızıyordum. sisteme karşı koyamadığım ilk durumdu ve son değildi

Kapıyı hafif aralamadan önce önünde durup, hülya öğretmenimin vurduğu kapının ardında mervemi yeniden tüm güzelliğiyle görecek olmamın heyecanını yaşıyordum. içeri giren ışık süzmesi pereden yayılarak içeriye puslu bir hava katıyordu. kapı hafif aralandığında karşısında öğretmenimi gören diğer ziyaretçilerin hemen hemen hepsi tek bir ağızdan sessizce selam verdi. ben kapıdan kıpırdayamıyorken, öğretmenim çoktan mervenin başucuna gitmiş elini alnına koyarakbiricik kızım diyordu. önünde duran annesi tüm açımı kapatıyordu. mervenin karşısında hülya öğretmenimi gördüğünde ne tepki verdiğini göremiyordum, ne kadar sevindiğini. sevinmiş miydi? yoksa uyuyor muydu, neden herkes bu kadar sessizdi? bir hastane odasına göre burayı karanlık ve insanların ona neşe vermek için orada olduğunu düşünürken herkesi bu kadar sessiz bir halde oturuyorken üzgün bulmak sinirlerimi bozuyordu. ama neyse ki ben gelmiştim, mervemin yanına sessizce sokulup ona sürpriz yaptığımda onu buranın kasvetli havasından kurtarabileceğimden neredeyse emindim yanına doğru yavaş ve heyecanlı adımlarla ilerlerken..

6 ay önce yalnız başıma parktayken dökülen saçlarımın paniğinde ne yaptığımı bilmeden kendimi çakıl taşlarının üstünde bulmuş vaziyette başımı iki elimin arasına alıp saçlarımı kontrol ediyor ve bunun bir kabus olmasını istiyordum. daha ne kadar dökülebilir ki diye düşündüğüm her saniye kafamda çıplak kalan deri parçasından hala ellerime dökülen kıl parçalarının sonu gelmiyordu. tören sırasında kızların ve çocukların hayretle izleyip beni birbirlerine parmakla gösterdikleri bir suçlu gibi hissediyorken bir yandan dökülen saçlarım konusunda ne yapacağımla ilgileniyordum. artık gitmişlerdi ve elimde duran bir yumak saçımı eski yerine koymam imkansızdı. o elimdekileri yere atıp en azından -ne kadar tepemde garip bir ağırlık hissediyor olsam da- saçlarımın gerisinin yerinde kaldığını kontrol etmek için, kaldığını umut etmek zorunda olduğum için! elimi tekrar kaşınan başıma koyduğumda işte bu kez.. çok ama çok utanıyordum. çünkü deminkinden daha büyük bir yumak elime geldiği gibi kafamı eğmemle beraber geri kalan saçlarım da yere doğru akıp gidiyordu, herkesin gözü önünde.. sanki altıma kaçırmış gibiydim.. kimsenin yanaşmak istemediği!

''ortalığı sapsarı yapmışsın'' dedi gülümseyerek. ne zaman geldiğini fark etmediğim bir anda önüme diz çöküp, iki elimi bileklerinden tuttuğu gibi kavradı.
''rahat bırak beni.''
''asıl sen rahat bırak kendini!'' diyerek beni azarladı ''oynama şu saçlarınla, dokunma!'' hala direndiğimi gördükçe daha güçlü şekilde sıkmaya başladığı bileklerim acıtıyordu ve o yaşlarda bir kızla erkek arasında güç farkı denen şey tam oturmadığından direnmemin işe yaramayacağını nihayetinde fark edip bıraktım.

Kafamı kaldırdığımda karşımda, gözleri tören sırasında hayrete düşen kız kurularından daha farklı daha masum ve şefkat dolu ve daha güzel birini gördüm. sarı ve kıvırcık saçlarıyla her zaman dikkatimi çekmiş olan; ama benim gibi fırlama birine göre sınıfın hastalığı dolayısıyla çekingen ve korkak kızlarından biri olduğu için pek yakından tanıma fırsatımın olmadığı merve. ''sakin ol'' dedi ve tekrar, ben sakinleşene kadar. bileklerimi çoktan bırakmış, o yumuşacık parmaklarıyla kafa derimi inceliyor ve bana durumun o kadar da korkutucu olmadığını açıklamaya çalışıyordu. ''yaraların var kemal'' dedi. gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda ''doktora gitmemiz gerek.'' diye devam etti. ''bütün bu yaralarını kaşıyarak mı yaptın bilmiyorum, ama senin ilaç alman lazım. ''sonrasında ise bütün bu kafandaki yaralardan kurtulunca saçların yeniden çıkacaktır.''
''neden bana yardım ediyorsun?'' diye sordum.
omuz silkti. ''işte''  ''nasıl işte?'' deyip ona doğru döndüm.
''sen...sen bana karşı hep iyi davrandın.'' neredeyse duyamadığım bir ses tonuyla bunu söylüyordu ve yüzü kızarmıştı. sonra aniden kalkıp ''kemal hadi, gerçekten çok fena terlemişsin ve senin başını kaşımaktan vazgeçeceğin yok gibi, gidiyoruz. dedi.
nereye diye sormadım.
ve hayatımda ilk kez ben, biz olmuştum. beraber eve gittik, ardından hastaneye ve neredeyse yaz tatilinin her günü o parka; beraber eğlendik, güldük, sohbet ettik, sallandık

***

kapıdan yavaşça geçtiğim sırada mervenin yüzündeki o gülümseyi bulamayacağımı ve beni ne olursa olsun hayal kırıklığına uğratırsa bile onu anlayışla karşılamam gerektiğini biliyordum.
Odaya ilk adımı mı atmamla beraber ortama sinmiş pis koku kemirdi burnumu. yüzümü ekşitmeden ve kokunun daha fazla üstüme gelmesine izin vermeden o pis kokunun eşiğinde hastalığın pençesinde iyice zayıflamış merveye yaklaştım. başında sarılı bir boneyle yatağında gözlerini zorlukla açabiliyordu. yüzünde morluklar, solmuş teni ve üşüdüğü her halinden belli haliyle titreyerek üzerindeki kat kat battaniyelere sıkıca sarılmış yatarken konuşmak için ağzını araladı. ama konuşmak yerine tekrar sustu.

onu izlerken, aklıma gelecek parlak bir fikrin ikimizi de kahkahalara boğmayacağını anlamıştım. o ölüyordu ve herkesin birini beklemenin hoşnutsuzluğunu yaşadığı gergin anların içindeydik. bu sonunda oturulacak güzel bir sofraya başlamak için birini beklemek gibi değildi, bu hıncının kimseden çıkarılabileceği bir durum değildi. bu sonunda kimsenin mutlu olmayacağı karanlık bir kuyunun dibine vurmak için düşmek gibiydi, çok can acıtacaktı.

''nasılsın?'' dedim. sade ve sessiz bir şekilde ona böyle boş bir soru sormak dışında yapabileceğim hiçbir şey yokken, beni susturup o titrek sesiyle yaşadığıma sevinmem gerektiğini mırıldandı. ''ölmenin bedeli ağırmış.''

''şhhh''
''aylardır buradayım kemal.''
Kafamı kaldırıp ailesine baktım, sonra öğretmenime ''onu buradan çıkartamaz mıyız?'' diye sordum.
Çok net bir şekilde karşımda kafasını iki yana sallayan gözleri hırstan sulanmış kadın annesiydi, bu izin vermemekten ziyade bir meydan okumaydı. kafamı öne eğip tekrar merveye döndüğümde hayal kırıklığına uğramıştı. ''annen izin vermiyor.''
''en azından evime gitmek istiyorum.'' diyerek ağlamaya başladı, ama o kadar sessiz ve içliydi ki sadece ben görebiliyordum onun gözyaşlarını. elimi eskiden sapsarı saçlarının olduğu yerde şimdi duran bonenin üstüne koydum. onu sakinleştirmek için ağzımdan çıkan sözler vardı, ne olduğunu benim bile tam olarak duymadığım bir tür mırıldanmaydı ve herkesin düşüncelerinin ilk defa beynimin içine girmesine izin verecek kadar güçsüz ve aciz kaldığım içindi. ''merveciğim bir müddet daha burada kalmak zorundasın. bak ne kadar güzel bir oda, her şeyin var, çok da iyi bakılıyor sana. evde böyle bakılmaz lütfen huysuzluk yapma ve bizleri üzme,'' dedim.

Bazı acılar yaşandığında önce kendini belli etmez. önce ince ince sızlar, sonra şiddetle artar ağrısı, gittiğinde ne çok kırdın beni merve, şimdi her yerim paramparça, her yerim kırık dökük odaya elinde enjektörle giren hemşire ''hastamızın uyku vakti geldi.'' ikazını yaptığında ona son kez baktım. gözlerini kaçırdı. kaçırmak zorundaydı. filmlerdeki gibi birbirini çok seven iki insanın, ikisinin de aynı anda göğsüne bir şey saplandı.

***

kim bilir kaç saattir bu haldeydim. en son hatırladığım öfkelendiğim ve gökhanı yakalamak için peşinden koştuğumdu.

Kafamı kaldırdığımda ise buradaydım, dalmışım, karşımdaki manzara yan yana duran iki kırmızı salıncak ve kış ayıydı. en son o iki salıncakta beraber yan yana durduğumuzda ise yaz. diz çökmüş vaziyette salıncakların altındaki ıslaklık ve çamurun üzerindeydim. o kadar uzun süredir oradaydım ki; çakıl taşları dizimi kanatmaya başlamıştı. daha sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir halde yıllar boyunca ne zaman öfkelensem kendimi kanatma gibi bir alışkanlık kazandığım ilk yılların içindeydim.

neden diyordum, sürekli. neden o ölmek zorundaydı, anlamama yardımcı olmuyordu, bu kez o hasta yatağında yatarken gözyaşımdı bana eşlik eden...

Kafasını kaldırdığında çocuk, iki salıncakta boştu.

yıllar sürdü bu. o çocuk hala parkta, başını dik tutamayan, iki büklüm, diz çökmüş ve daha önemlisi önündeki iki salıncak da boş, yalnız ve solgun halde...
Şeyhin biri müridiyle giderken bir köyün yanından geçmişler. Efendi hazretleri demiş ki:

- Evladım. Ben şu incir ağacının altında biraz nefesleneyim, sen de al şu testiyi, git köyün çeşmesinden dolduruver bir zahmet.

Mürid gitmiş çeşmeye. Bir de ne görsün çeşmenin yanında dünya güzeli bir kız testisini dolduruyor. Takılmış peşine. Yolda aşkını ilan edivermiş. Kız da ondan hoşlanmış, babamdan iste beni, demiş. Delikanlı da gidip babasından Allah'ın emriyle, Peygamber'in kavliyle kızı istemiş. Adamın gözü delikanlıyı tutmuş, verdim gitti demiş. Derken çocukları olmuş, aradan yıllar geçmiş, çocuklar büyümüş, hatta en son gelip babalarına demişler ki:

- Baba bize destur ver de gidip rızkımızı arayalım.

Çocuklar gitmişler, derken bizimki iyice yaşlanmış. Bu sırada kayınpederi vefat etmiş, çok geçmeden hanımını da kaybetmiş ve öylece yalnız, tek başına kalmış. Birdenbire incir ağacının altında unuttuğu Şeyhini hatırlayıp, eyvah, demiş, ben ne yaptım? Hemen koşup bir testi almış ve çeşmeye gidip testiyi doldurduktan sonra koşa koşa incir ağacının yanına gitmiş.
Bir bakmış ki Efendi hazretleri hâlâ ağacın altında ayaklarını uzatmış oturmakta. Tebessüm ederek şöyle demiş bizim delikanlıya:

- Evladım, nerede kaldın? Az kalsın ben de gidecektim.
görsel
Kar yağmıştı. Sokağın affedici beyazlığı içini ferahlattı. Boğazına çöken huzursuzluk dağılmaya başlıyordu sanki. Bakışlarını sokaktan çevirip, sanki kendisinin değilmiş gibi yabancı gözlerle baktı karnına. Eliyle dokunup gerçekliğine inanmaya çalıştı bilmem kaçıncı kez. içerideki, bu yabancı bakışı hissetmiş olmalıydı ki, küçük bir tekme attı tam da eliyle dokunduğu yere. Sıkıntılı bir tebessüm uyandı Elif’ in yüzünde…
Kocasını seviyordu Elif ama evli olma haline yeni yeni alışıyordu. Kocası ona kadın olmayı öğretmişti ve şimdi de, yeni bir ödev vermişti. Anne olmak üzereydi… Mehmet onu hep çocuk kadın haliyle sevmişti. Onun gel-git hallerine, kendi içine çekilişlerine, bazen kendi dışına taşma çabalarına müdahale etmemişti. Mehmet’i sevmekten korkup kaçtığı zamanlarda da bırakmamıştı onu. Elif’i de böyle ikna etmişti evliliğe. Ya bebek? O da sevecek miydi bu çocuk kadını? Değişmeli miydi, yoksa kendi istemese de değişecek miydi? Ya sevmezse bebek onu? Büyüyecek, sorular soracaktı hayata dair. insanları anlatması gerekecekti Elif’in. işte bundan korkuyordu… Çocuğuna anlamadığı bir hayatı nasıl anlatacaktı? Kendisinin bile bilmediği, bilse de anlamadığı, anlasa da kabul etmediği kuralları nasıl öğretecekti ona? Buna bakılırsa, Mehmet anne olmaya kendisinden çok daha hazırdı. Son düşündüğü ona kesik küçük bir kahkaha attırdı. Kocasını uyandıracağını hatırlayıp sustu hemen. Mehmet’le konuşmalıydı belki bunları.
Sadece benim bebeğim olmayacak ki! Mehmet kalabalığın kurallarını bilir. Yola devam etmesini, gürültünün içinde güçlü ve sakin kalabilmesini öğretir. Babasını tanıyınca vahşi bir annesi olduğunu düşünecek! Belki ne benim, ne de babasının yanıtlayamayacağı başka sorular üretecek. Kim bilir belki kendi kendine bulur sorularının cevabını. Hatta bana da söyler! Unutmadan, artık Mehmet’e kendisini ufaklık diye çağırmamasını da söylemeli. Tamam, olgun bir kadın gibi davranmaktan hiç hoşnut olmayacağım ama, çocuğumun yanında “ufaklık” diye çağırılmayayım artık. Annelik otoritesine yakışmaz. Nasıl da otorite oldum hemen!
Bu bebeği istemişti. içten içe bir sebep arıyordu kendine. Bir yol, bir mucize. Annesinin evlendiğinden beri söyleyip durduğu, kendisinin de duymazmış gibi yaptığı konuşmalar yankılanıyordu zihninde: “Bir bebek doğurmayacaksan, kadın olmanın ne anlamı var? Sevilen ve seven nadir kadınlardansın. Ne kadar kaçarsan kaç, artık bir kadınsın Elif. Böyle davranmaktan vazgeç artık…” Annesi uzun söylevlere başladığı zaman hep kaçsa da, annesinin soruları peşini bırakmazdı bir türlü. Bu sefer haklıydı. Şanslı olduğunun farkındaydı. Hem Mehmet de istiyordu bir çocuk, çok üstelemese de.
Nasıl yetiştirmeliydi çocuğunu? inandığı tek şey hayatın dev bir soru işaretinden ibaret olduğuydu. En iyi bildiği şeyse, soru sormak. Ama soru sormanın bedeli ağırdı. Bir kere sormaya başladın mı, cevabını bulmadan bırakamaz, bulduğun zaman ise cevaba kayıtsız kalamazdın. Aramak, bulmak ve bilmek, sorumluluk isterdi. “Dans eden bir yıldız doğurmak isteyen kişi, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır.” Belki de bebeğim benim dans eden yıldızım olur! Tüm bu kaosa, kaçışa sorulara rağmen doğuramadığım yıldız, belki de gerçekten, gerçek bir bebektir! inat etmesini, kendi insanlarını aramasını mı öğretmeliydi? Ama tek başına kalmasını istemiyordu bebeğinin. Kendi kadar şanslı olmayabilir, onu anlayacak bir adam, kadın bulamayabilirdi. Hem kolay değildi… Çoğu zaman Mehmet bile çare değildi Elif’in yalnızlığına. Ne kadar severse sevsin, ne kadar sevilirse sevilsin, tek başınalık duygusunu atamıyordu içinden. Bu duyguyla baş etmek için verdiği çaba bitkin bırakıyordu Elif’i. Hata yapmaktan korkuyor, kendi doğrularını bulmak için debeleniyor, ama hep aynı noktaya, başa dönüyordu. Kaybetmekten korkuyordu belki de. Kendini, mehmet’i… Ama daha doğmadan bu kadar anlam yüklemek bir bebeğe, haksızlık değil miydi?
Aptalım ben! Kesinlikle öyleyim! Daha karnımdasın… Bense senden bir kurtuluş, bir mucize, bir cevap olmanı bekliyorum. Hatta dans eden bir yıldız olmanı! Özür dilerim bebek. Ah bir tekme daha öyle mi? Tamam, hak ettim! iyi bir anne olacağım. Elimden geldiği kadar hızla büyüyeceğim hatta. Mehmet evde iki çocukla baş etmekten kaçabilir…
Gözleri yaşardı Elif’in. Önce usulca akan yaşlar, yerini hıçkırıklara, coşkun gözyaşlarına bıraktı. Sarsıla sarsıla ağlıyor, ağladıkça kasıklarına inceden bir sızı giriyor, canı acıyor, daha çok ağlıyordu. Gözyaşları yanaklarından çenesine süzülüyor, boynundan göğüslerine ve hatta karnına iniyordu…
Salondan gelen hıçkırıklar uyandırdı Mehmet’i. Kalkıp salona geldi, salonun kapısında durup, camdan, ağlayan karısının aksine baktı. Doğum yaklaştıkça daha çok oluyordu bu Elif’e. Üzülüyordu, ama endişelenmiyordu artık. Bazen kendi kendine neden karısının da diğer kadınlar gibi olamadığını düşünüyordu. Herkes için doğal olan olayları, bir şekilde anlaşılmaz kılmayı beceriyordu karısı. Her şeyi kendi için en zor hale sokuyordu. Sonra, Elif’i neden sevdiğini hatırlıyordu hemen ve böyle düşündüğü için kendine kızıyordu. Karısının yanına gidip, karnı izin verdiği ölçüde sarıldı. Hiçbir şey söylemedi. Elif biraz sakinleşince, koltuğun kenarına oturup karısının başını kendisine yaslamasını sağladı. Elif ağlaya ağlaya uykuya, Mehmet de karısının yüzüne daldı, gitti.
Kollarında uyuyan bu kadın, karısı… Saçları ter ve gözyaşına bulanmış boynunda, ıslanmış. Kirpikleri ıslak, sokaktan vuran karın ışığıyla da, olduğundan daha uzun, daha kara görünüyor. Karısının yanakları iyice şişmanlamış, kolları tombullaşmış, sanki teni saydamlaşmış… Hamilelik küçük çocuklarınki gibi sarkık duran alt dudağını daha da dolgunlaştırmış. Nasıl da öpmek istedi şimdi Elif’i… Ama uyanmasın. Karısı hamile ama bu haliyle her zamankinden daha çocuk bir ifade var yüzünde.
Mehmet çocuk için de, karısı için de endişe duymuyordu aslında. iyi bir eş olduğuna da, iyi bir baba olacağına da inanıyordu. Bir şeylerin muhakkak değişeceğini de biliyordu fakat neyin nasıl değişeceğini kestiremiyordu. Çoğu zaman, fazlaca sakin bir adamdı. Elif’in aksine, kalabalık güven verirdi Mehmet’e. Aslında, kendisinin de olmak istediği gibiydi karısı. Durmadan çalkalanan bir su kütlesi… Hırçındı. Hatta gözü kara bile denebilirdi onun için. Bünyesi hiçbir şeyi kabul etmeye çalışmaz, uymuyorsa atıverirdi dışarı. Karısının kendi kendisiyle mücadelesini seviyordu. Belki de bu yüzden karısının hep olduğu gibi kalmasını istiyordu. Sert köşeleri dayanılmaz acılar veriyordu Elif’e farkındaydı Mehmet. Bu uçları törpülemek için bir neden arıyordu kendine. Bu bebek, biraz da bu yüzdendi. Durulmak sakinleşmek istiyordu. Mehmet’den başka kimseyi umursadığı yok gibiydi Elif’in. Bu, Mehmet’le kendisini, aslında olmadığı kadar güçlü hissettiriyordu. Karısının yanında kolları daha kuvvetli, zekâsı daha işlek, hayat daha parlaktı sanki. Yok, büyümezdi Elif. Ya büyürse? Ya kalabalığa karışmaya karar verirse artık? Haksızlık ediyordu. Elif’in değişmesini istemiyordu çünkü Elif, kimseyi sokmadığı dünyasına bir tek kocasının girmesine izin veriyordu. Her şey bir savaştan ibaretken Elif’te, sadece Mehmet’le savaşmıyor, böyle bir neden yaratmıyordu. Mor koltuktan sonraki tek sığınağıydı karısının. Tüm bu ayrıcalıklardan yoksun kalmak istemiyordu. Çoğu zaman bu düşünceler baba olacağı fikrini geride bırakacak kadar yer kaplıyordu zihninde. Bebekten daha fazla neleri düşünüyor, neler için endişeleniyordu… Ağır bir pişmanlık yerleşti üstüne.
Sanki karısı bunları hissedecek, kollarından buharlaşıp uçuverecekmiş gibi dudaklarını Elif’in kafasına yapıştırıp, öptü. Şimdiden süt kokuyordu karısı. Elif’in sayıkladığını duydu. “Büyüyeceğim Mehmet Söz, iyi bir anne olacağım…” Kehanet gibi geldi bu sayıklama Mehmet’e:

—Büyüme ufaklık… Büyüme n’ olur…