bugün

eziyet gibi bir şeydir sanırım ya da bana öyle gelir zira ben anılara bakınca kahrolan bir insanım.
şehri bir sis mi kaplar, melankoli şehrin paçalarından mı akar, akasyalar, gürgenler, çınarlar, kestaneler, ceviz ağaçları ve kara dut bu ağaçlar şehrin griliğine battığı vakit ve yıllanmış şehir yapıları yani bir cümle tarih sisin, yağmurun ve erken çöken günün alacalı bulacalı atmosferine battığı vakit bilin ki şehir en duygusal en ağlamaklı haline bürünmüştür. çünkü şehir doğduğu mahalleye dönmüştür. kaç hayat eskitmiş kaç yıllanmış şarap kaç yıllanmış aşk kaç kadın köşede duran ahşap evden baktı, şehir bunları bir yaşar. şehirlerinde insanlar gibi bir ruhu var sanırım ama insanlardan daha ölümsüz daha gerçekçi ve daha acılar içinde kıvranan.

misal bursa'da bir çınar vardır. yaşı 600 küsür yıl. dalları öyle uzar ki gökyüzüne insan dona kalır, baka kalır. gövdesinin önünde eğilir. kaç insan gördü? kaç hayat gördü? kaç tımarlı sipahi burdan geçti kaç efe yüz sürdü. acaba bizim gibi miydi yeni doğduğu vakit. ilk nasıl açtı gözlerini? hangi dalı ilk fırladı lüverinden? ve o dal şimdi altında oturup çayını içtiğimiz dağlara sevdalı sevdalı bakar mı acaba. bu çınar o dağın gövdesinde ölecektir. bütün bir haşmetiyle çökecek belki bir gün. hemen altında 2 sokak dibinde duran kelepir evin balkonundaki yeşil fesleğen de muhtemelen bu hazin devrilmenin etkisiyle kendini boşluğa bırakacaktır. kadın balkona fırlayacak, adam belki yatağından kalkamayacak genç bir elini camın demirin uzatıp ah diyecek. aynı mahallede doğup aynı mahallede büyüyüp aynı mahallede ölecek.

ben yıllar önce sonradan geldiğim bir mahallede henüz küçümencik çocuklar "cilli" oynarken... küçümencikti o çocuklar. yıllar sonra gidipte gördüğüm, boş arsalarında cilli oynadığımız mahallenin iyice betonarmelere gömüldüğünü görünce şehrin değişen yüzünün yanında o küçücük çocukların da değişen yüzlerine tanık olunca, aynaya bakma gereği duydum. alnımda bir iz çıkmış, saçlarıma epey bir aklar düşmüşken gördüm kendimi. nice şehirlerden geçtim. ishak paşa sarayının hemen dibinde çay içtim, akdamar kilisesinin duvarlarına yaslanıp ölü keşişlerin sesini dinledim, bir sabah mersin adana arasında kendimi portakal bahçeleri arasında buldum. alaplı'da açtım gözlerimi bir kız karşıladı, kocamandı gözleri. sığındım limanına. tuttu elimden şehre girdik. bir boğaz vardı ölüm gibi soğuk. yepyeni yüzler. merhaba dedik yukarıda duran adam. sonra izmir'de hiç bilmediğim şimdi hiç hatırlamadığım bir sahilin akşamüstünü kovalarken yoruduk ve uzandık banklara. yine bir el vardı elimin içinde trabzon'da sümela manastırında çarpıyordu kalbi. kalktım ayağa ufka daldım. yürüdü insan kayboldu ufukta. derken ankara'da kendimi yolları adımlarken buldum. ben o şehiderde denizin olmamasına o kadar geç alıştımki. yoktu benim yurdum. nereye esse rüzgar çırpı takıp önüne götürüyordu beni.

ben, mahallesinde doğup büyüyüp ve ölüp giden insanların hikayelerini dinlediğim vakit öyle bir hüzne gark olur ki yüreğim... işte mahallesinde doğup, mahallesinde büyüyen, mahallesinin bakkalından alış veriş yapan, kendinden sonraki nesle hep bir şeyler öğreten, o mahallede evlenip o mahallede çocuk sahibi olan bütün acılarını sevinçlerini o mahallede yaşayan insanların hayat karşısındaki ısararcılığı karşısında şaşırırım. çünkü benim ayaklarım, ellerim, kalbim hep göçebe yaşadı.