bugün

(bkz: akademikpersonel org) sitesinden alıntıyla...

Bölüm-1

Araştırma görevlilerinin, diğer adıyla asistanların kendilerini bir tür ‘köle’ veya ‘mahkûm’ olarak tanımladıklarını biliyor muydunuz? Yüklü borç senetlerinin altında kamburlaşan, yuva kuramayan, kurulmuş yuvaları dağılan, ruh sağlıkları bozulan asistanların sessiz çığlığına kulak verdik.

Bizim üniversiteler, eğitim kalitesi, öğretim elemanlarının niteliği, ilmî yayınların yeterliliği gibi kıstasların esas alındığı sıralamalarda nasıl olur da dünyadaki pek çok üniversitenin gerisinde kalır diye kahırlanıp dururduk. Bilmiyor değildik, üniversite sıralarından geçmişliğimiz, kılık kıyafet yüzünden sıkıntı çekmişliğimiz vardı. Eğitime siyaset bulaştırılmıştı, görüyorduk; ama bu ‘bulaşığın’ kimlerin hayatını nasıl etkilediğinden, geleceğin doçentlerinin, profesörlerinin kariyerlerinin daha ilk adımında nasıl tırpanlandığından bîhaberdik. Mesele ‘asistan’ meselesiymiş meğer ve bu akademik yolda kimler heba olmuş kimler…

ilim adamı olayım derken intihara sürüklenenler mi dersiniz, güç bela kurduğu yuvasını dağıtanlar mı, akli dengesini yitirenler mi ya da en iyi ihtimalle bütün emeğini çöpe atıp sıradan bir memur olmayı seçenler mi? “Durum bu kadar vahim mi?” dedik, “Evet, vahim!” dediler. Asistanlar, bir diğer adıyla araştırma görevlileri, kapalı kapılar ardında neler olup bittiğini anlattılar, yüzlerini göstermeden, isimlerini belirtmeden…

Hemen tarafını belirle!

Okumaya, araştırmaya düşkün; bu yolda dirsek çürütmeye, hatta ömür boyu öğrenci kalmaya hazır; iyi niyetli, hevesli, idealist gençler, akademik kariyer yapmak istiyorlarsa başlarına ne geleceğini bilmeli. Niyetimiz gençleri ilimden irfandan soğutmak değil, çetin şartlara şimdiden hazırlamak. Üniversitede asistan olarak kalmayı düşünen kişi için ilk kural, hakaretlerden incinmemeyi öğrenmek. Hazırlıklı olun, daha ilk günden kimi hoca “Size bir şey öğretmek zorunda değiliz!” diyecektir, kimi kayıtsız şartsız itaat bekleyecektir, kimi de daha özgün bir cümle kuracaktır: “Buraya asistan niyetine bir sandalye koysak, zamanı gelince profesör olur.”

O ilk gün, yani aslında bir sandalye olduğunuzu anladığınız gün çekip gitmeyecekseniz ikinci kurala kulak verin ve bir an evvel tarafınızı belli edin. Bunu nasıl yapacaksınız? Asiste ettiğiniz hocanın yasakladığı isimlerle -ki bunlar arasında diğer asistanlar, diğer hocalar, hatta memurlar da vardır- konuşmayın, onlara selam dahi vermeyin ve hatta sağda solda söylenenleri hocanıza kelimesi kelimesine ulaştırarak bir çeşit muhbirlik yapın. Böylece hocanın koruyucu kanatları altına girer ve emin adımlarla ilerlersiniz. Bir zamanlar asistan olan ve yaşadığı sıkıntılara dayanamadığı için üniversiteden ayrılıp memuriyete geçen bir genç, ilk günkü duygularını bakın nasıl anlatıyor: “işe başladığımda özerk bir kurumda bilim yapacağımı ve bilgiyi üretme sorumluluğum dışında herhangi bir sorunum olmayacağını düşünüyordum. Çalıştıktan, öğrendikten, bilgi ürettikten sonra kimse bana bir şey yapamazdı.”

O genç, ikinci kuralı ihlal etmenin, yani tarafını seçmemenin bedelini, mesleğiyle ödeyeceğini bilemezdi elbet. Kimi zaman hocaların yumruk yumruğa kavgasıyla paylaşılan asistanların bazen ‘yanlış tarafta’, yani idarenin sevmediği tarafta durduğu da görülür. Bunu nereden anlarız? Asistan, memurlarla öğrenci kayıtlarını alıyor, kütüphanecilerle tasnif yapıyor ve bir başka asistanın koordinasyonu altında çalıştırılıyorsa yanlış taraftadır ve emin olun bu yıldırma operasyonlarından sağ salim çıkmak pek zordur. Hocası yönetimce onaylanmayan bir asistan, tecrit edilmeye, kadrosuz bırakılmaya, resmî izinlerini unutmaya, hatta odasında bulunmadığı her an devamsızlık yaptığına dair tutanak tutulmasına bile alışmalıdır. Neredesiniz? ilimle iştigal etme niyetiyle geldiğiniz bir kurumda mı, cadı kazanının içinde mi?

Tekrar söyleyelim; bu mücadelede tarafsız kalmak söz konusu değildir ki yukarıda sözünü ettiğimiz asistanın mesleğini kaybetmesi bu yüzdendir, yine kendisinden dinleyelim: “Ben gri bölgede tutunabildiğim kadar kalmayı tercih ettim. Verilen tüm işleri yapmaya, göze batmadan herkesle selamlaşmaya, hiç kimseyle bir kahve içimliği kadar bile konuşmamaya dikkat ettim. Sonuçta, iki tarafın da işine yaramadığım için doktoraya geçişim ve tez jürim de dâhil olmak üzere her aşamada ihtar aldım. Dersten bırakıldım, tezim son üç güne kadar okunmadı, tez konumla hiç ilgisi olmayan bir jüri tarafından sınava tabi tutuldum. Sonunda bunalıma girdim, kullandığım ilaçlar yüzünden hayattan koptum. Psikolog istifa etmemi tavsiye etti. Başvurduğum avukat, kalmak istiyorsam güçlü olmam gerektiğini söyledi. Ama direnecek mecalim kalmamıştı, istifa ettim. Şimdi 657’ye tabi bir memurum ve eskisinden çok daha özgürüm.”

Yüklü borç senetleri

Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde hâlen görev yapan asistanlar, kendilerini neden ‘köle’ olarak tanımlıyor? Doktorasını tamamladığı hâlde kadro açılmadığı için yardımcı doçent olamayan bir asistan mesela neden “En büyük sorunumuz özgürlük sorunu.” diyor? Burada karşımıza, biri diğerinden bağımsız olmayan iki tür kölelik çıkıyor. ilki epeyce trajik; kendi üniversitesinde doktora programı olmadığı için başka bir üniversiteye gönderilen asistanlardan (onlar kendilerini kanun maddesine atfen ‘35’likler olarak tanımlıyor) tekrar dönmeleri ve diğer üniversitede kaldıkları yıl boyunca kendi üniversitelerinde de çalışmaları isteniyor.

Dışarıdan “Ne var ki canım?” denilebilir: “Doktoralarını yapsınlar, sonra dönsünler. Kölelik bunun neresinde?” Kölelik, asistanlara geri dönmeleri için zorla imzalattırılan yüklü borç senetlerinde ki bu senetler fahiş faizlerle katlanarak altından kalkılamaz bir hâl alıyor. Şimdi, doktora yapmak üzere gönderildiği üniversitede ‘dışarlıklı’ muamelesi gördüğü için bütün ayak işlerine koşturmuş ve bu yüzden doktorasını ancak 6-7 yılda tamamlayabilmiş ve sonra da kendi okuluna dönmüş bir asistana yakından bakalım. Dönmüştür; ama bir tür “Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı” sendromu yaşamaktadır, bir kez dışarıya çıktığı için tam olarak içeride değildir. Doktorasını tamamlamıştır; ama kadrosu olmadığı için belki yıllarca asistan olarak kalmaya devam edecektir. Tıpkı, bazı üniversitelerde doçent olduğu hâlde kadro verilmediği için uzatmalı asistanlık yaşayan meslektaşları gibi… Giderken zoraki imzaladığı ve dışarıda geçirdiği 7 yıla mukabil, bir 7 yıl daha eline verilmeyecek o senet yüzünden başka bir üniversiteye de geçemeyecektir. işin kötüsü, o senet zaman içinde iyice semirecek ve muhatabını her söyleneni yerine getirmeye hazır bir ‘emir eri’ kıvamına getirecektir ki bu durumdaki asistanın kendisini ‘köle’ ya da ‘mahkûm’ gibi tanımlaması gayet anlaşılır bir durumdur. Ve bir asistanın av tüfeğiyle kendisini vurmasında diğerinin de akli dengesini yitirmesinde bu mahkûmiyet hissinin payı epeyce büyüktür.

Ya bahçıvansın ya özel şoför!

Araştırma görevlilerinin YÖK tarafından belirlenmiş görevleri var; ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim-öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak, proje hazırlıklarını yönetmek, bilimsel araştırmalar yapmak vs… Liste uzun değil; ancak son maddede bir tanım var ki epeyce muğlâk: ‘diğer görevler’… Yaşadığı sıkıntılar yüzünden YÖK’e başvuran ve ‘Bölüm başkanımın bana istediği her şeyi yaptırma hakkı var mıdır?” diye sorarak görevlileri şaşkına çeviren bir asistan, ‘diğerleri’ tanımının kaldırıldığını orada öğrenmiş; ama araştırma görevlilerinin anlattığı trajikomik hadiselere bakılırsa, maddenin kaldırıldığından henüz kimse haberdar değil.

Yukarıda bahsi geçen, yani bölüm başkanının ona istediği her şeyi yaptıramayacağını öğrenen; ama elinden bir şey gelmeyen o asistan, doktorasını tamamladığı hâlde nelerle uğraşmış bakınız: “Bir sempozyumdaki görevim sabah saat sekizde öğrencileri belli noktalarda toplamak, yoklama almak ve onlara simit ve ayran dağıtmaktı. En son, fakültede öğrenci kaydı almak üzere görevlendirildim. Diğer memurların şaşkın bakışları altında, öğrenci dosyalarını kontrol edip kasaya yerleştiriyordum.”

O asistan, başka şehirlerdeki, başka üniversitelerdeki meslektaşlarının ‘bilim dışı’ meşguliyetlerinden haberdar olursa birazcık teselli bulur mu acaba? Yine onun gibi doktorasını tamamlamış bir araştırma görevlisini dinlese mesela: “Bölüm başkanım istediği için fakültede sabahtan akşama kadar fotokopi çektiğimi, gün boyu sekreter gibi çalıştığımı, daha eski yıllarda hocaların vergi iadesi fişlerini doldurduğumu biliyorum. Erkek arkadaşlarımızdan, hafta sonu hocasının bahçesine çiçek dikenler, alışverişini yapanlar, ev eşyasını taşıyanlar, yolculuklarında uçak biletini alıp havalimanında karşılayanlar oldu ve hiçbiri de ‘Hayır hocam!’ diyemedi. Çünkü kadroları o hocaların iki dudağı arasındaydı.”

Araştırma görevlileri; “En büyük sorunumuz özgürlük sorunudur.” demekte haklılar anlaşılan. işte bir başka üniversite ve bir başka asistan: “Arkadaşlarımızdan biri, hocasının eşine direksiyon dersi vermek zorunda kaldı. Hocanın faturalarını yatırmak, vergisini ödemek, eşi ya da çocuklarını doktora götürmek bizim üniversitede olağan işler sayılır. Ama maalesef eşi doğum yaptığı için mazeret izni kullanan bir araştırma görevlisinin ‘mazereti’ yeterli bulunmamış ve kendisi işten çıkarılmıştır.”

Kimi asistanlar da hocalarının üniversiteyle ilgisi olmayan ‘piyasa’ işleri için eğitim notları tutmaktan ve saha araştırmaları yapmaktan muzdarip. Fakat öyle iddialar var ki araştırma görevlilerinin ucuz iş gücü olarak görülmesi sorunu bile gölgede kalabilir. Doktora öğrencisi bir genç kızın hocasının ısrarlı ‘dışarıda çalışalım’ talepleri yüzünden eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalması gibi…

02.01.2012
ÜLKÜ ÖZEL AKAGÜNDÜZ
Bölüm-2

Fakültesindeki sorunlara dikkat çeken bir asistan, başka nahoş hadiselere de şahit olmuş: “Bazı bayan asistanlar, hocaları tarafından fazla mesaiye zorlanabiliyor. Hatta içlerinde hocalarının odalarını temizleyenler, odada ya da kapının önünde saatlerce bekleyenler, hocalarıyla şehir dışı seyahatlere çıkanlar var. Ayrıca, öğleden sonraları elindeki kadehle okul koridorunu kokteyl salonuna döndürmesiyle meşhur bir hoca hakkında açılan iki taciz davasının davacılar geri çekildiği için düşmesi de dikkate şayandır.”

Mobing kurbanları

Burada dikkate şayan bir mevzu daha var; araştırma görevlileri aslında mobing kurbanı olduklarını neredeyse iş işten geçtikten sonra fark ediyor. Önceleri bölüm başkanının tavırlarını tuhaf bulmakla beraber yine de meseleye hüsn-ü zanla yaklaşan, hatta benzer hadiselerle karşılaşan arkadaşlarının ikazlarını da kulak ardı eden bir bayan asistan, “Bana yapılanın ne olduğunu artık biliyorum: mobing.” diyor. işte bu fark edişten sonradır ki hastane raporlarının ayrıntılı incelemeye tabi tutulması, çalışanların ona mesafeli yaklaşması, hak ettiği kadronun bir türlü verilmemesi, sorunlarının hep küçümsenmesi, iyi niyet ilişkilerinin reddedilmesi, odasının ansızın değiştirilmesi, eşyalarının yerlere atılması ve mütemadiyen sözlü tehditlere maruz kalması bir anlam kazanmış. Ama ne çare? Gelinen noktayı asistan hanımın kendi ağzından dinleyelim: “Amirimle ilişkim en aza indirildi, görevler yazılı bir şekilde tebliğ edilmeye başladı, üzüldüm ve bir dönem ağlama nöbetleri yaşadım. Sıkıntılar yüzünden bağışıklık sistemim çökmüş durumda. Uyku sorunlarım var, kullandığım ilaçlar yüzünden mide sorunlarım arttı. Şu an işimden ayrılmayı düşünüyorum.”

Peki, tek çare bu mudur? Yılların emeği böyle bir kalemde silinip atılmalı mıdır? Araştırma görevlileri sorunlarının çözümünü nerede aramalıdır?

Asistanlar ne istiyor?

Görüşlerine başvurduğumuz asistanların birçoğu kendini çaresiz hissediyor; ama yine de ellerinde, bir gün birisi sorarsa söyleriz, ümidiyle hazırladıkları bir liste var.

1- Yönetimler, doktorasını tamamlayan ama kadro bulamayan asistanların başka üniversiteye geçişini kolaylaştırmalı.

2- Araştırma görevlileri, hocalarının yerine ders anlatmak zorunda bırakılmamalı.

3- Akademik kadroya atanmada, görevde yükselmede ve projelerde yer almada yöneticilere yakınlık değil, akademik ehliyet belirleyici olmalı.

4- YÖK’te araştırma görevlilerinin haklarını savunan bir birim olmalı. Asistanlar sorunlarını yöneticiye yansıtmaktan çekinmekte. Çünkü sözgelimi rektöre başvuran bir asistan, fakültesine döndüğünde en ufak bir hatası yüzünden soruşturmaya uğramakta ya da teşebbüsü daha ilk dakikada tehditlerle engellenmekte.

5-Asistanların hayatı borç senetleriyle karartılmamalı. Evlilik yahut sağlık problemleriyle şehir ve üniversite değiştiremeyecek asistanlar sorunlarını boşanmadan, ruh sağlıklarını yitirmeden ya da mahkeme salonlarına taşınmadan çözebilmeli.

7- Evli araştırma görevlileri maddi sıkıntılar yüzünden “Çocuğuma süt mü alacağım, kitap mı?” ikileminde kalmakta. Asistanların maaşı, rahatça kitap almalarına, sempozyumlara katılmalarına ve yabancı dillerini geliştirmelerine imkân tanıyacak şekilde iyileştirilmeli.

Tıp asistanlarına hasta bakıcılık yaptırılıyor

Araştırma görevlileriyle yaptığımız görüşmeler, sorunların kaynağının ortak olduğunu gösteriyor. Nitekim siyaset bilimi ya da ilahiyat asistanlarından daha farklı bir kategoride ele almamız gereken tıp fakültesi asistanları da hemen hemen aynı problemlerden şikâyetçi. Bir tıp asistanı mesela, ‘araştırma görevlisi’ tanımının sözlükteki karşılığının hâlihazırdaki uygulamalarla örtüşmediğine inanıyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Yüksek eğitim kurumlarında yapılan araştırma, inceleme ve deneylerde yardımcı olan ve yetkili organlarca verilen görevleri yapan öğretim yardımcısı, asistan.” şeklinde tanımlanan kavramın gerçekteki anlamı ona göre şöyle: “Uzmanlık diploması alabilmesi için sınırsız ve hukuksuz olarak, karın tokluğuna çalışabilecek personel.”

Tıp asistanları, ‘mobing’ gibi yıldırma politikalarından değil, fazla mesai yapmaktan ve angarya işlerle uğraşmaktan yakınıyor. Onlara göre sorunun temelinde asistanların ders çalışması, araştırması, kendini geliştirmesi gereken bir uzmanlık öğrencisi olduğunun unutulması yatıyor. Şimdi meseleye, farklı şehirlerde, farklı hastanelerde, farklı branşlarda çalışan ve diğer meslektaşları gibi hastane isimlerini ve kendi kimliklerini gizlememizi isteyen üç tıp asistanının gözünden bakalım.

Sekreter miyiz, doktor mu?

Üniversite sınavlarında ilk beş bin kişinin arasına girmeyi başardınız, 6 sene gecenizi gündüzünüze katarak çalıştınız, 2 sene de TUS’ta (Tıpta Uzmanlık Sınavı) başarılı olmak için çabaladınız ve nihayet bir hastanede asistan olarak işe başladınız. Niyetiniz burada hem mesleği öğrenmek hem de profesörlüğe doğru giden bilim yolunun ilk taşlarını döşemek. Okumalı, araştırmalı, bir üniversite öğrencisi gibi ders çalışmalı ve tez hazırlamalısınız. ideal olan bu; ama gerçek başka… Bir kere, asistanların eğitimiyle ilgili standart bir mevzuat bulunmuyor, hatta asistanların anlattığına bakılırsa bırakın standartı ortada bir eğitim de yok. Ne var peki? “Bir çark var; polikliniklere hastalar gelir, üç günlük araştırma görevlisi hastaların karşısına yalnız başına atılır, anlamadığı bir şey olursa da hocasına danışır.” Bu yine iyidir, kötü olanı; tıp asistanlarının hastaların dosyasını doldurmak gibi sekretarya işleriyle uğraştırılmasıdır. Günde ortalama 7-8 dosya (her dosya yaklaşık 60 sayfadan oluşuyor ve her sayfanın kaşelenmesi gerekiyor) dolduran ve kimi zaman da pansuman yapmak, kan ve idrar numunesi toplamak gibi işleri yapan asistanların “Biz buraya eğitim almaya geliyoruz, ayak işi yapmaya değil.” serzenişlerini de anlayışla karşılamak gerekiyor. Anlatılanlar, eğitimin aslanın ağzında olduğunu gösteriyor zaten. Bir araştırma görevlisi eğer talihli ise öğretmeye istekli bir hocaya rast gelir, değilse geçmiş olsun, en ufak tatsızlıkta hocasının ‘Bak öğretmem ha!’ tehdidiyle karşılaşabilir.

Bu hususta, asistanların elini kolunu bağlayan birkaç unsur var. ilki, performans sistemi… Daha fazla hasta, daha fazla para denklemi üzerine kurulan bu sistem, asistanı, akşam eve döndüğünde kitabın kapağını açamayacak kadar yorgun düşürüyor. Üstelik bir hastaya sadece 5 dakika vakit ayırabildikleri için ‘kanser’ vakaları gözden kaçabiliyor. ikincisi ise çoğu tıp asistanını canından bezdiren nöbetler. Sağlık Bakanlığı’nın son düzenlemesine kadar ayda 15 gün nöbet tutan ve nöbet ertesi de çalışan bir beyin cerrahi asistanı, bugün ayda 10 gün nöbet tuttuğu ve 6 gün nöbet parası alabildiği için kendisini talihli hissedebiliyor. Nöbet tutulan günün ertesinde yine çalışmak zorunda olduğu hâlde… Cerrahi asistanlarının özellikle ‘çömez’ olanlarının ayda yalnızca bir gün izinle yetindiği de bilinen bir gerçek.

işte iki farklı tıp asistanından nöbet çilesini yansıtan cümleler: “Hiç kesintisiz 34 saat çalışıyoruz. Bayram tatillerinde nöbetçiyiz, yılbaşında nöbetçiyiz, doğum günlerimizde nöbetçiyiz; hasta oluyoruz, rapor alamıyoruz.”

“Şimdiye kadar hiç tatil planı yapamadım. Çünkü mutlaka nöbetim oluyor. Hastaların karşısına yorgun ve uykusuz çıkıyoruz ve onların sorunlarını yarım yamalak dinleyebiliyoruz. Tecrübeli doktor olmak için aşırı çalışmaya değil, kaliteli çalışmaya ihtiyacımız var.”

“Madem bu kadar sıkıntınız var, niye yetkili mercilere bildirmiyorsunuz?” diye soracağız, biz sormadan onlar cevap veriyor: “Rahatsız olduğumuz uygulamaların sahibi, bizim performansımızı denetleyen hocalarımız. Geleceğimiz onların iki dudağı arasında. ‘Bu asistan yetersiz’ dedikleri anda uzman diploması almamızı yıllarca erteleyebilirler. Başımızdaki insanların mertliğinden endişe duyduğumuz için derdimizi kimseye açamıyoruz.”

Sadece hocaların inisiyatifine terk edilmek değil, sorunlarla baş başa kalmak ve çözüme yönelik önerileri kendi aralarında mırıldanmak da asistanların ortak kaderi anlaşılan: “Tez ve uzmanlık çalışmalarımız bağımsız kurullarca değerlendirilirse bilimle uğraşmak için gerekli zihnî rahatlığa kavuşabiliriz.”

Tıp asistanları arasında aldığı ücreti tatmin edici bulan da var, “Aldığımız maaşlar emeğimizi karşılamıyor.” diyen de. Ancak hepsi de ‘mecburi hizmet’ konusunda dertli: “Eğitim süremiz hem uzun hem meşakkatli; ama bakanlık mecburi hizmeti yerine getirene kadar diplomalarımıza el koyuyor. Mecburi hizmet için gittiğimiz şehirlerden görev süremiz dolduğu hâlde dönemiyoruz. istifa edip özel hastanelere geçmemiz engelleniyor. istediğimiz yerde çalışabilme özgürlüğümüz olmalı. Ayrıca mecburi hizmetimiz askerlikten sayılmalı ya da askerliğimiz mecburi hizmetten. Geceler boyu uykusuz, yorgun argın, ailemizden, sevdiklerimizden uzakta çalışmamızın bedeli bu olmamalı.”

Araştırma görevlisi bu maaşla neyi araştıracak?

Asistanlığı döneminde hocasının yurtdışında yaptığı anketleri derleyip toparlayan ve çalıştığı üniversitede ideolojik kamplaşmalara şahit olan bir öğretim üyesi, sorunları genellememekle beraber, asistanların fakültelerde ‘alt tabaka’ muamelesi gördüğünü kabul ediyor. Demokrasinin üniversitelere henüz uğramadığını düşünen öğretim üyesi, araştırma görevlilerinin rektörlük seçimlerinde oy kullanamamasını ve kanunen yükümlü olmamalarına rağmen hocalarının yerine derse girmesini yanlış buluyor. Ona göre; araştırma görevlilerinin eskiden beri en büyük sorunlarından biri geçim kaygısı: “Bu artık darb-ı mesel hâlini almıştır, ‘Araştırma görevlisi bu maaşla neyi araştıracak?’ derdik eskiden. Neyi araştıracak, büyük şehirde yaşıyorsa en ucuz ev nerede onu araştıracak!”

02.01.2012
ÜLKÜ ÖZEL AKAGÜNDÜZ

Kaynak Link: http://www.aksiyon.com.tr...siyon/ha...k-koleler.html
akademik atamaya gitebilmek için deli gibi üds - ales basarsın istediğin üniversiteye ortamala puanın 95+ hedefler bu yolda ilerlersin ve mutlu son zannedip atanırsın güzel kardeşim .. sonra ne mi olur iki kelimeyi yanyana getirip okuyamayan onun bunun torpillisi hocaların hocaları olan adamların asistanlığını yapar , tüm angarya işlerini yaparsın saygıda kusur etmemeye çalışsanda yaranamazsın . proje yapacağım dersin ödenek çıkmaz , araştırma bursu için sıkarsın bu kez tubitak yolları görünür yine bir sınava hazırlık sürecide cabası o küçümsenen 657 kpss memurlarına bakarsın ve öznirsib evet gün gelir bu duruma düşersin sözlük.