bugün

akademik köle

(bkz: akademikpersonel org) sitesinden alıntıyla...

Bölüm-1

Araştırma görevlilerinin, diğer adıyla asistanların kendilerini bir tür ‘köle’ veya ‘mahkûm’ olarak tanımladıklarını biliyor muydunuz? Yüklü borç senetlerinin altında kamburlaşan, yuva kuramayan, kurulmuş yuvaları dağılan, ruh sağlıkları bozulan asistanların sessiz çığlığına kulak verdik.

Bizim üniversiteler, eğitim kalitesi, öğretim elemanlarının niteliği, ilmî yayınların yeterliliği gibi kıstasların esas alındığı sıralamalarda nasıl olur da dünyadaki pek çok üniversitenin gerisinde kalır diye kahırlanıp dururduk. Bilmiyor değildik, üniversite sıralarından geçmişliğimiz, kılık kıyafet yüzünden sıkıntı çekmişliğimiz vardı. Eğitime siyaset bulaştırılmıştı, görüyorduk; ama bu ‘bulaşığın’ kimlerin hayatını nasıl etkilediğinden, geleceğin doçentlerinin, profesörlerinin kariyerlerinin daha ilk adımında nasıl tırpanlandığından bîhaberdik. Mesele ‘asistan’ meselesiymiş meğer ve bu akademik yolda kimler heba olmuş kimler…

ilim adamı olayım derken intihara sürüklenenler mi dersiniz, güç bela kurduğu yuvasını dağıtanlar mı, akli dengesini yitirenler mi ya da en iyi ihtimalle bütün emeğini çöpe atıp sıradan bir memur olmayı seçenler mi? “Durum bu kadar vahim mi?” dedik, “Evet, vahim!” dediler. Asistanlar, bir diğer adıyla araştırma görevlileri, kapalı kapılar ardında neler olup bittiğini anlattılar, yüzlerini göstermeden, isimlerini belirtmeden…

Hemen tarafını belirle!

Okumaya, araştırmaya düşkün; bu yolda dirsek çürütmeye, hatta ömür boyu öğrenci kalmaya hazır; iyi niyetli, hevesli, idealist gençler, akademik kariyer yapmak istiyorlarsa başlarına ne geleceğini bilmeli. Niyetimiz gençleri ilimden irfandan soğutmak değil, çetin şartlara şimdiden hazırlamak. Üniversitede asistan olarak kalmayı düşünen kişi için ilk kural, hakaretlerden incinmemeyi öğrenmek. Hazırlıklı olun, daha ilk günden kimi hoca “Size bir şey öğretmek zorunda değiliz!” diyecektir, kimi kayıtsız şartsız itaat bekleyecektir, kimi de daha özgün bir cümle kuracaktır: “Buraya asistan niyetine bir sandalye koysak, zamanı gelince profesör olur.”

O ilk gün, yani aslında bir sandalye olduğunuzu anladığınız gün çekip gitmeyecekseniz ikinci kurala kulak verin ve bir an evvel tarafınızı belli edin. Bunu nasıl yapacaksınız? Asiste ettiğiniz hocanın yasakladığı isimlerle -ki bunlar arasında diğer asistanlar, diğer hocalar, hatta memurlar da vardır- konuşmayın, onlara selam dahi vermeyin ve hatta sağda solda söylenenleri hocanıza kelimesi kelimesine ulaştırarak bir çeşit muhbirlik yapın. Böylece hocanın koruyucu kanatları altına girer ve emin adımlarla ilerlersiniz. Bir zamanlar asistan olan ve yaşadığı sıkıntılara dayanamadığı için üniversiteden ayrılıp memuriyete geçen bir genç, ilk günkü duygularını bakın nasıl anlatıyor: “işe başladığımda özerk bir kurumda bilim yapacağımı ve bilgiyi üretme sorumluluğum dışında herhangi bir sorunum olmayacağını düşünüyordum. Çalıştıktan, öğrendikten, bilgi ürettikten sonra kimse bana bir şey yapamazdı.”

O genç, ikinci kuralı ihlal etmenin, yani tarafını seçmemenin bedelini, mesleğiyle ödeyeceğini bilemezdi elbet. Kimi zaman hocaların yumruk yumruğa kavgasıyla paylaşılan asistanların bazen ‘yanlış tarafta’, yani idarenin sevmediği tarafta durduğu da görülür. Bunu nereden anlarız? Asistan, memurlarla öğrenci kayıtlarını alıyor, kütüphanecilerle tasnif yapıyor ve bir başka asistanın koordinasyonu altında çalıştırılıyorsa yanlış taraftadır ve emin olun bu yıldırma operasyonlarından sağ salim çıkmak pek zordur. Hocası yönetimce onaylanmayan bir asistan, tecrit edilmeye, kadrosuz bırakılmaya, resmî izinlerini unutmaya, hatta odasında bulunmadığı her an devamsızlık yaptığına dair tutanak tutulmasına bile alışmalıdır. Neredesiniz? ilimle iştigal etme niyetiyle geldiğiniz bir kurumda mı, cadı kazanının içinde mi?

Tekrar söyleyelim; bu mücadelede tarafsız kalmak söz konusu değildir ki yukarıda sözünü ettiğimiz asistanın mesleğini kaybetmesi bu yüzdendir, yine kendisinden dinleyelim: “Ben gri bölgede tutunabildiğim kadar kalmayı tercih ettim. Verilen tüm işleri yapmaya, göze batmadan herkesle selamlaşmaya, hiç kimseyle bir kahve içimliği kadar bile konuşmamaya dikkat ettim. Sonuçta, iki tarafın da işine yaramadığım için doktoraya geçişim ve tez jürim de dâhil olmak üzere her aşamada ihtar aldım. Dersten bırakıldım, tezim son üç güne kadar okunmadı, tez konumla hiç ilgisi olmayan bir jüri tarafından sınava tabi tutuldum. Sonunda bunalıma girdim, kullandığım ilaçlar yüzünden hayattan koptum. Psikolog istifa etmemi tavsiye etti. Başvurduğum avukat, kalmak istiyorsam güçlü olmam gerektiğini söyledi. Ama direnecek mecalim kalmamıştı, istifa ettim. Şimdi 657’ye tabi bir memurum ve eskisinden çok daha özgürüm.”

Yüklü borç senetleri

Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde hâlen görev yapan asistanlar, kendilerini neden ‘köle’ olarak tanımlıyor? Doktorasını tamamladığı hâlde kadro açılmadığı için yardımcı doçent olamayan bir asistan mesela neden “En büyük sorunumuz özgürlük sorunu.” diyor? Burada karşımıza, biri diğerinden bağımsız olmayan iki tür kölelik çıkıyor. ilki epeyce trajik; kendi üniversitesinde doktora programı olmadığı için başka bir üniversiteye gönderilen asistanlardan (onlar kendilerini kanun maddesine atfen ‘35’likler olarak tanımlıyor) tekrar dönmeleri ve diğer üniversitede kaldıkları yıl boyunca kendi üniversitelerinde de çalışmaları isteniyor.

Dışarıdan “Ne var ki canım?” denilebilir: “Doktoralarını yapsınlar, sonra dönsünler. Kölelik bunun neresinde?” Kölelik, asistanlara geri dönmeleri için zorla imzalattırılan yüklü borç senetlerinde ki bu senetler fahiş faizlerle katlanarak altından kalkılamaz bir hâl alıyor. Şimdi, doktora yapmak üzere gönderildiği üniversitede ‘dışarlıklı’ muamelesi gördüğü için bütün ayak işlerine koşturmuş ve bu yüzden doktorasını ancak 6-7 yılda tamamlayabilmiş ve sonra da kendi okuluna dönmüş bir asistana yakından bakalım. Dönmüştür; ama bir tür “Almanya’da yabancı, Türkiye’de Almancı” sendromu yaşamaktadır, bir kez dışarıya çıktığı için tam olarak içeride değildir. Doktorasını tamamlamıştır; ama kadrosu olmadığı için belki yıllarca asistan olarak kalmaya devam edecektir. Tıpkı, bazı üniversitelerde doçent olduğu hâlde kadro verilmediği için uzatmalı asistanlık yaşayan meslektaşları gibi… Giderken zoraki imzaladığı ve dışarıda geçirdiği 7 yıla mukabil, bir 7 yıl daha eline verilmeyecek o senet yüzünden başka bir üniversiteye de geçemeyecektir. işin kötüsü, o senet zaman içinde iyice semirecek ve muhatabını her söyleneni yerine getirmeye hazır bir ‘emir eri’ kıvamına getirecektir ki bu durumdaki asistanın kendisini ‘köle’ ya da ‘mahkûm’ gibi tanımlaması gayet anlaşılır bir durumdur. Ve bir asistanın av tüfeğiyle kendisini vurmasında diğerinin de akli dengesini yitirmesinde bu mahkûmiyet hissinin payı epeyce büyüktür.

Ya bahçıvansın ya özel şoför!

Araştırma görevlilerinin YÖK tarafından belirlenmiş görevleri var; ön lisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim-öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak, proje hazırlıklarını yönetmek, bilimsel araştırmalar yapmak vs… Liste uzun değil; ancak son maddede bir tanım var ki epeyce muğlâk: ‘diğer görevler’… Yaşadığı sıkıntılar yüzünden YÖK’e başvuran ve ‘Bölüm başkanımın bana istediği her şeyi yaptırma hakkı var mıdır?” diye sorarak görevlileri şaşkına çeviren bir asistan, ‘diğerleri’ tanımının kaldırıldığını orada öğrenmiş; ama araştırma görevlilerinin anlattığı trajikomik hadiselere bakılırsa, maddenin kaldırıldığından henüz kimse haberdar değil.

Yukarıda bahsi geçen, yani bölüm başkanının ona istediği her şeyi yaptıramayacağını öğrenen; ama elinden bir şey gelmeyen o asistan, doktorasını tamamladığı hâlde nelerle uğraşmış bakınız: “Bir sempozyumdaki görevim sabah saat sekizde öğrencileri belli noktalarda toplamak, yoklama almak ve onlara simit ve ayran dağıtmaktı. En son, fakültede öğrenci kaydı almak üzere görevlendirildim. Diğer memurların şaşkın bakışları altında, öğrenci dosyalarını kontrol edip kasaya yerleştiriyordum.”

O asistan, başka şehirlerdeki, başka üniversitelerdeki meslektaşlarının ‘bilim dışı’ meşguliyetlerinden haberdar olursa birazcık teselli bulur mu acaba? Yine onun gibi doktorasını tamamlamış bir araştırma görevlisini dinlese mesela: “Bölüm başkanım istediği için fakültede sabahtan akşama kadar fotokopi çektiğimi, gün boyu sekreter gibi çalıştığımı, daha eski yıllarda hocaların vergi iadesi fişlerini doldurduğumu biliyorum. Erkek arkadaşlarımızdan, hafta sonu hocasının bahçesine çiçek dikenler, alışverişini yapanlar, ev eşyasını taşıyanlar, yolculuklarında uçak biletini alıp havalimanında karşılayanlar oldu ve hiçbiri de ‘Hayır hocam!’ diyemedi. Çünkü kadroları o hocaların iki dudağı arasındaydı.”

Araştırma görevlileri; “En büyük sorunumuz özgürlük sorunudur.” demekte haklılar anlaşılan. işte bir başka üniversite ve bir başka asistan: “Arkadaşlarımızdan biri, hocasının eşine direksiyon dersi vermek zorunda kaldı. Hocanın faturalarını yatırmak, vergisini ödemek, eşi ya da çocuklarını doktora götürmek bizim üniversitede olağan işler sayılır. Ama maalesef eşi doğum yaptığı için mazeret izni kullanan bir araştırma görevlisinin ‘mazereti’ yeterli bulunmamış ve kendisi işten çıkarılmıştır.”

Kimi asistanlar da hocalarının üniversiteyle ilgisi olmayan ‘piyasa’ işleri için eğitim notları tutmaktan ve saha araştırmaları yapmaktan muzdarip. Fakat öyle iddialar var ki araştırma görevlilerinin ucuz iş gücü olarak görülmesi sorunu bile gölgede kalabilir. Doktora öğrencisi bir genç kızın hocasının ısrarlı ‘dışarıda çalışalım’ talepleri yüzünden eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalması gibi…

02.01.2012
ÜLKÜ ÖZEL AKAGÜNDÜZ