bugün

evet türk üm ama asker doğmadım

gelin 1900'lerde anadolu'da yaşayan türkler'i bir tanıyalım;

--alıntı--
derse başlarken istanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. sonra da askerlere sordum:

- bizim dinimiz nedir? biz hangi dindeniz?

hep birden;

- elhamdü-l-illah müslümanız;

diye cevap vereceklerini sanıyordum. fakat öyle olmadı. cevaplar karıştı. kimisi imamı azam dinindeniz dedi, kimisi hazreti ali dinindeniz dedi. kimisi de hiçbir din tayin edemedi. arada:

- islamız

diyenler de çıktı ama;

- peygamberimiz kimdir?

deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. hatta birisi;

- peygamberimiz enver paşadır!

dedi. içlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da;

- peygamber sağ mı ölü mü?

deyince iş gene çatallaştı. herkes aklına gelen cevabı veriyordu. bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafı tuttu. fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.

peygamberimiz sağdır diyenlere;

- o halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,

diye sordum. cevaplar tekrar karıştı. onu istanbul'da, şam'da, yahut mekke'de yaşatanlar oldu. hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu.

peygamberimiz ölmüştür diyenlere de;

- peygamberimiz ne kadar zaman evvel ölmüştür?

denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. fakat çoğu vakit tayin edemiyorlardı.

dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. ezan dinlemişlerdi. fakat ezan okumayı bilen yoktu. namaz kılan bir iki kişi çıktı. fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlayamadılar. sonra;

- köyünde cami olanlar ayağa kalksın

dedim. gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. fakat onlar da bayramlarda, cumalarda adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. köylerinde mektep olan bir tek kişi çıkmadı. bazı camili köylerde, cami odasında küçük çocuklara imam tarafından kuran ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.

ilk ders beni şaşırtmıştı. bu bölük, o zamanki milletin bir parçasıydı. hepsi de anadolu köylüleriydiler. biz anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.

fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.

- biz hangi milletteniz

deyince her kafadan bir ses çıktı:

- biz türk değil miyiz?

deyince de hemen

- estağfurullah!...

diye karşılık verdiler. türklüğü kabul etmiyorlardı. halbuki biz türk'tük. bu ordu türk ordusuydu. türklük için savaşıyorduk. asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu türklük olabilirdi.

fakat ne çare ki bu biz türk değil miyiz? diye sorunca estağfurullah diye cevap verenlerin görünüşe göre türk demek kızılbaş demekti. kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. ama, onu her halde kötü bir şey sanıyorlardı. yahut belki de aslında kendileri kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.

anadolu'da vaktiyle binlerce, on binlerce insan kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. gerçi bu öldürülenler hakiki saf türk aşiretler halkı, oğuz türkleri'ydiler. demek ki korku hala yaşıyordu.

dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanını ve onun vekilini de bilmemektedir.

hele iş, vatan bahsine dönünce büsbütün karıştı. kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.

- acaba hangi devirde, nerede yaşıyorum?

dersiniz. her şey sizden ayrı, her şey size yabancıdır. bu alem sanki başka bir gezegenden kopmuştur. başka bir çağdan arta kalmıştır. toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir. insanlarla hayvanlar bu kavruk bitkiden nasiplerini nasıl çıkarırlar? diye düşünürsünüz. tıpkı karataşlar gibi kavruk, tıpkı karataşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı sizde acı düşünceler uyandırır.

gençleri ise, işte bu hayatı korumak için ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler:

- hasan kaliçadaymış (galiçya'da)... mehmet arap içine gitti...

- neresi bu arap içi?

- bilmeyik ki... aha buradan iki aylık yolmuş..!

fakat jandarma, zaman zaman bu mağaralar alemine uğrar. ya kaliçaya, ya arap içine yeni yeni askerler çağırır. yahut köye, koynunda buruşmuş birtakım sarı kağıtlar bırakır. bunlar, gidenlerden geri dönmeyecek olanların haberidir... herkes bu sarı kağıtlarda adı çıkanların kovuklarına üşüşür. buralarda ağlamak bile, ürkek, tıkanık, doyurmayan, içi boşaltmayan bir şeydir.

yalnız kalınca toprak sedirin üzerine uzanırsınız. sırtınızda bir mezar serinliğinin ürpertileri dolaşır. yaşarken gömüldüğünüz bu mezar içinde bir şey düşünmeye çalışırsınız:

- peki ama, biz bin yıl önce girdiğimiz şu anadolu topraklarına ne verdik?

selçuklular, anadolu beylikleri, son imparatorluk hayalinizde canlanır. basra körfezi'nden viyana'ya, habeşistan'dan hazar denizi'ne kadar uzanan sahada geçen ve sizi bütün çocukluk hayallerinizle o kadar sarhoş eden şeyler, fetihler, istilalar, şanlar, alaylar; sarayların, vezirlerin hikayeleri gök yakuttan taçlar, köprüler, medreseler, camiler?

- peki ama, bu yayla ki imparatorluğun hem temeli, hem mihveriydi. bütün yollar bu yaylada toplanır, bu yayladan dağılırdı. burası kan ve can hazinesiydi. buraya ne bıraktık? birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı?

bir büyük masal ki, sonu hiçlikle biter....
--alıntı--

şevket süreyya aydemir - suyu arayan adam

kendi öğrendiğiniz resmi tarihi sorgulamanız gerekir, işte türk'ün 1900'lerdeki geçmişi! nitekim şevket süreyya'da bu gerçeklerle karşılaşana kadar türkçü olarak tanımlamaktadır kendini. her türk asker doğar sözü enver ve talat'ın anadolu köylüsünü kendi siyasi çıkarları adına galiçya'da, arabistan çöllerinde harcamak için uydurduğu, ulus devlet kurulunca da elleşilmemiş bir sözdür ahali. her türk asker doğarmış, ne verdiniz siz türk'e de askere çağırıyorsunuz? kaçınız gitti anadolu'ya da biliyorsunuz asker mi çiftçi mi doğduğunu be? oturduğunuz yerden olmaz bu işler, hele gen mevzuuna hiç girmeyin, daha gen haritası yeni çözüldü. kodlarda ''türk ve asker'' mi yazıyor ulan? biyolog musunuz siz lan, ey bunu söyleyenler? bu yüzden bu söz bağıra çağıra söylenmelidir, kimsenin oyuncağı olmamak için en başta!

ek/düz: kötülenmesinden anlıyorum ki, okumuş cahillerimiz çok. işte o sizin büyük türk tarihiniz gençlik, gerçekler acıdır.