bugün

entry'ler (39)

mustafa kemal atatürk

namını duymayan yoktu o yıllarda sarı paşanın. insanlar çaresizce toplanıp kendi hallerinde bir şeyler için çabalarken, dönen delegelere sordular: nasıldı diye, yüzünde oluşan o nadir ve o yıllarda neredeyse imkansız olan kıymetli tebessümleriyle, kadınlı erkekli herkesin umuduydu o.

gözleri o kadar maviydi ki; baktığı her yeri delip geçiyordu sanki. dediler

balık ile kuş

bir gün bir balık bir kuşa aşık olmuş. kuş buya herkese tepeden bakar havada tüm ihtişamıyla süzülürmüş. kuş balığa sormuş: "hadi sen bana aşıksın, diyelim ki ben de sana aşığım. ama bizim evimiz nerede olacak? ben suda yaşayamam ki."
balık demiş:" ben senin için karada da havada da yaşarım, ölüyorum lan aşkından" demiş.
sonra bir gün balık sudan çıkmış.
ve ölmüş.

yüzmek

sınavlarımı verip koca bir yaz tatiline 21 yaşında biri olarak girmenin heyecanı ile bilgisayarın karşısına geçiyordum. yedi günün sonunda gireceğim final sınavı için yetiştirmem gereken binlerce sayfa notun önümde uzanış şekli hiç de hoşuma gitmiyordu ve insanı sınırların temelinde yatan o psikopatın erişebileceği noktalardan birindeydim. her sınav döneminde olduğu gibi yine bir tür dönüm noktasında hissediyordum kendimi.
önümde uzanan sınav döneminde alacağım başarılı bir notun bana kazandıracakları aslında başlayacağım tatile olan inancım açısından bir motivasyon kaynağından fazlası değildi ve sınav bittikten hemen sonrasında yapacağım ilk şeyse -önceki akşamında beyin kanaması geçirecek boyutta kendimi zorlamam gereceği için- yorgun düşmüş halde bir yatağa kıvrılmak olacaktı ve uyandığımda yine bilgisayarın karşında bulacaktım kendimi

çocukluğumuzdan beri bildiğimiz babamızın ve amcalarımızın gençliğinde her şeyi yapabilecek kudrete sahip olduğunu özlemle anlattığı yaşların ortasında olduğumu bilmek bile neyi kaçıracağım konusunda kaygılanmama sebep oluyordu. resimlerine baktığım mankenlerin ne kadar muhteşem olduğu yirmi birlik 'çıtır' halleri ve eskiden bana kocaman birer yetişkinden farksız gelen ağabeylerimin olduğu yaşta hala çocuk hissederken kendimi, birden hayatın en güzel olduğu yaşların ortasında ama hiç de enerjik hissetmiyordum kendimi ve bir daha geri gelmeyeceği söylenirdi hep, fakat neydi o gelmeyecek olan?. umutsuz değildim ve ne olursa olsun birer yetişkin olmaya doğru giderken yaşadığım bu dönemden herkes gibi bende memnun, en azından kıymetini bilen o yüzden sınavlarımı son güne bırakan biriydim. işleyen bir saatin mekanizmasındaki birbirine bağlı binlerce çarktan, yaz geldiğinde açan çiçeklerden, sonbaharda düşen yapraklardan biriydim. hayatın doğal ve kaçınılmaz işleyişine ve bütün döngülerin hizmet ettiği amacın; en güzel, en parlak, en göz kamaştırıcı ve en güzel yerinde duruyordum.
kurak mevsimler geçer, yağmur yağar, güneş açar, bir tohum filizlenir ve çiçek açardı

öyle bir şey istiyordum ki; her şey güzel ve eğlenceli olmalıydı, belli bir hareketlilik içinde hiç durmayan bir düzende ama aynı zamanda kafa karıştırarak ilerlerken, benim bile ne olacağını kestiremeyeceğim aksiyonlarla dolu bir hayatım olsun istiyordum. ve kesinlikle bu karışıklık gizemli bir adamın buhranlar anaforundan uzak, olgun ve bilge birinin tecrübelerinden uzak, sakin ve huzurlu bir hayattan uzak, hatta alışkanlıklarının tutsağında mesai denen kavramdan bile uzak olmalıydı ve kesinlikle depresif ve sıkıcı gözükmemeliydi. uzaktan bakan biri, hayatımın herhangi bir anında rasgele bir fotoğraf çekecek olsa dahi, bu fotoğraf kusursuz olmalıydı.

2 ay sonra..

15 günlük ehliyetimle kiraladığımız arabanın içinde sıcaktan üstüme yapışan gömleğimin bütün düğmelerini açmış arkadaşlarımla çalan müziğin eşliğinde antalya sahil yolunda arabayı kullanırken camdan esen rüzgarın ve sigaranın eşliğinde güle oynaya yaptığımız yolculukta önümüze çıkan her ilçeye gidip denize giriyorduk... yollar işin en güzel kısmıydı bana kalırsa.
ilk günün batımında kendimizi attığımız kaş sahilinde araba sürmekten yorulan kafamı en yakın arkadaşımın dizlerine koymuş dinlendirirken, başlayacak tatilin ilk gününde ne de yorgun olduğumuzdan bahsediyorduk.
''bırak şimdi onu bunu kemo da, şu kızlara bak!'' diyerek gösterdiği yöne kafamı kaldırdığımda karşımıza yeni oturan havlularını sermiş dört kızdan ikisi denize girmek için ayaklanırken, diğer ikisi aynı bizim gibi uzanıyor ve kitap okuyorlardı. bir tanesinin elinde bulunan pahalı ve doğal parşömen kağıttan oluşan, ahşap kaplı not defterine bir şeyler karaladığını görüyordum.
''bak o da senin gibi yazıyor'' diyordu berkay. 
''hmm'' ''çok güzel!'' deyip, iç çektim. daha fazla bakmamak ve binbeş yüz senaryo, yüzbin tane hayal kurmamak için kafamı farklı yönlere çevirmeye karar verdikçe, berkay beni aynı döngünün esiri yapıyordu. sessiz bir döngüydü bu. çok hayal kuran biri olarak hayatımın her anında yaşadığım hayal kırıklıklarını ve hoş olmayan durumları bir kutuya koyup, zihnimin saklı ve sessiz derinliklerinde bir köşeye kaldırıp koymayı o kadar uzun zamandır bir alışkanlık haline getirmiştim ki, bir yenisiyle karşılaştığımda bu alışkanlığım devreye giriyor ve onu unutmak için ne kadar çok çok güzel olsa da, susuyor veya konuyu değiştirmek için gereksiz yakınmalarla olabildiğince kafa şişiren en azından arkadaşlarımın benden uzaklaşmasını sağlayan huysuz, bazen de aklına geleni yapan dengesiz manyağın biri olup çıkıyordum.
sonra bir sessizlik oluyor ve berkay'ı yüzüme bakarken ne düşündüğünü biliyordum, her zaman bilmişimdir en iyi arkadaşımın doğum gününü bile biliyordum. benim en çok ihtiyacım olan şeyin, birinin şefkatle elimden tutup içimde potansiyeli çıkarması gerektiği olduğunu düşünüyordu. sonra yüzünde bir kararlılık olur ve sanki geçireceğim değişimleri hayal ederek içinden ''evet kemo'ya kesinlikle daha çok ilgi göstermeliyim, zaman alacak olsa da bunu yapmalıyım dediğini duyardım. ve o an için hemencecik aklına gelen kısa vadede de beni mutlu edecek, moral verecek, özgüvenim kazanacağım ve motive olacağım şeyleri söylerdi. ''sen akıllı adamsın kemo'' ''orjinalsin'' ''normalsin!!''

böylesine sınanmış dostluklarda süslü cümlelere ve sıcak ilgiye gerek olmadığını ikimizin de bildiği kadar çok yaşanmışlık ve anılarla dolu bir lise hayatımız olmuştu. hala burnumun direklerini sızlatan yurt günlerimize az da olsa dönebildiğimiz şu birkaç günlük tatilin aslında en önemli sebebiydi onlarla beraber olabilmek; fakat bir yandan çocukluğumu paylaştığım arkadaşlarımın büyüdüğünü ve o çarka dahil olduğunu görüyorken, onlara bakarken gözlerindeki ışıltıya ve aksiyona meyilli ve özgüven dolu hareketleriyle hiç tanımadıkları birkaç kızla muhabbet kurduklarına şahit olmak bana ihanete uğruyormuşum gibi hissettiriyordu.

beni benden çok düşündüğünü bildiğim berkayın kafasından geçenlerin her zaman bu yönde biraz daha cesur olmama yönelik fikirleri vardı. her seferinde pek olası olmadığını bildiği şeyleri benden isterken yaşadığı hüznü görüp ondan daha çok üzülen ben olurdum. çünkü şu hayattaki en çok istediğim şeylerden biriydi onu gururlandırmak; ama bunu yapabileceğimi sanmıyordum. havalı bir kızın yanına gidip konuşmak ve ben olabilecek en saçma ikiliydik. televizyonda bir canlı yayında, bazen gözünün önünde bir metroda veya kafeteryada hatta senden çok uzakta bir videoda bile bir başkasının rezilliğine utanıp kafanı önüne eğeceğin türden bir manzaranın içinde debelenen biri olabilirdim.

debelenmedim.
toparlanıp arabaya binip gittik. otelimizdeki; ilk gece yorgunluktan hemen hepimizin uyuduğu akşamın sabahında herkes çok enerjik başlamıştı güne. kahvaltımızı yapıp aynı şeyleri tekrarladık ve ertesi gün uyandığımızda yine güzelce kahvaltımızı yapıp sahile indik. kahvaltılar en güzel kısmıydı bana kalırsa akşamları attığımız batak veya enesle oynadığımız dama da öyleydi ve geceleri kardeşlerimle otelin balkonunda içtiğim sigaraların tadı bambaşkaydı, oturacak bir sandalye bulur, bir yere kıvrılır, kapıyı açan herkes ''napıyonuz?'' diyerek muhabbete girer ve sonrasında apo hazırlanmış bir şekilde gelir ve hadi otelin pubuna gidelim derdi.
''ipekler orada olacaklarını söylemişti.''
''öyle mi?'' diye ayaklanan berkay ve irşat hemencecik ''hadi o zaman'' diyerek yüzlerinde oluşan hınzır gülümsemeleri ile ne duruyoruz olum deyip kalkarlar ve bir telaş başlardı. iki dakika öncesine kadar oturduğumuz yerde hadi banyoya gir, sonra ben gircem'ler, berkay'ın ''kemo sen de gelecen mi?'' sorusuna karşın yükselen ''yok olum fazla kalabalık gitmeyelim'' sesleri ve hemen sonrasında apo'nun kıyamayarak ''kemo gel istersen''i eksik olmazdı.
sağolsun... ''yok apo, güneşte çok kaldım her yanım yanıyor, pek kıpırdayacak halim yok, burada iyiyim ben. siz eğlenmenize bakın.''
çekilen her fotoğrafta bir kenara geçip gölgede kalmış biri olarak, her seferinde korktum o büyük çarklarla dolu mekanizmanın içine girdiğimde parçalanmaktan ve bir daha geri dönülemez şekilde etrafa dağılmaktan, bütün çaresiz insanlar gibi uzak durdum. bu benim tercihimdi ve o gün biramı yudumlarken aklıma gelen iki satırdan daha önemlisi bir daha hiçbir zaman yakamı bırakmamak üzere yaşayacağım hayallerimde bile umudumu kaybetmiş olduğumdu.

''bir kadın için çabalamayan erkek, ne bok yiyeceği şaşırmış erkektir.'' dedim kendi kendime.

ertesi gün sahile indiğimizde balık yapacaktık ve mangalımız hazırken, gördüğüm her güzel kıza bir yenisini ekleyen denizin savunma mekanizmamı alt üst etmesine artık aşinaydım. hiç konuşmayan veya o an için fotoğraf istemeyen biri olmaktansa yine biraz uzaklaşmayı tercih ettiğim sessizlikte birazdan geleceğimi söyleyip yanlarından ayrılıyorken, berkay'ın bana yürüyeceğim yolda bana eşlik etmek için arkamdan kalktığını gördüm.
on dakika ikimizin de ağzından tek kelime çıkmadığı, çıkmasına gerek kalmadığı yolda dairemizi tamamlamış tekrar sahile dönüyorken yanında oturan ipeği işaret ederek ''bu apo da ipeğe iyi sardı ha'' dedim.

''sarsın olum, ipek iyi kız'' dedi sesinde bir imayla, iyi ve naif kızların varlığına olan inancımı sorgularcasına. ''dün akşam gelecektin aq! bayağa eğlendik'' 
yaptığımız tek konuşma bundan ibaret gibi gözükse de yol boyunca birbirimize anlatmaya çalıştığımız sessiz geçen binlerce kelimede artık daha fazla söylenecek bir şey kalmadığı için susmayı tercih etmişti belki de o benim gibi.

oysa ben hayatımın bundan sonraki döneminin olabildiğince sesli geçmesini, yaşadıklarımızdan ders çıkararak birbirimize vereceğimiz karşılıklı tavsiyelerle dolu olmasını istemiştim. ipeğ'in apo'ya olan bakışlarını ve diğer kızların berkay'a nasıl baktığını görürken onları kenardan izleyen gizemli biri olmak yerine hayalimdeki tablonun içinde olmayı uman biriyken iki ay önce; şimdi biri fotoğraf çektiğinde, tam güzel çıktık diyecekken beni gördüğünde düşen yüzünün suçlusu oluyordum. ''ben biraz yüzmeye çıkıyorum'' diyerek ayrıldığımda bu kez berkay gelmedi. yaptığım o yürüyüş yeterli gelmemiş ve taşan bardağın son damlalarını boşaltmak işe yaramamıştı. bu kez berkay gelmedi ve ben de geri dönmeyi düşünmüyordum zaten.

binlerce adım, binlerce kulaç, binlerce kanat çırpışı ve bir dünya gördüm, herkesin oradan oraya koşturduğu sınavına 16 saat kala çalışmamak için yatağına kıvrılan bir çocuğun da dediği gibi zaman çok hızlı ilerliyordu. kimse için geri dönemeyecek kadar aceleci ve geride kalanların yapayalnız, unutulduğu bir anda, zaman seni kolundan tutup kaldırmak yerine sadece ve sadece kendisine uyum sağlamış olanlarla devam edecek kadar bencildi. arkadaşlarının, eşinin, dostunun peşinden sürüklendiği dikenli yollarında herkesin koşmak için direttiği şu hayatta pamuk gibi yumuşacık bir elin tutup seni kaldırmasını beklemek de ne tür bir aptallıktı? ufukta gözüken en son hatırladığım şeydi koştukları, zamanın ahenginde çılgınlar gibi, şimdi 21 yaşında.. çoktan gözden kayboldular.

yolunda sapmış bir vaziyette gelen her büyük dalgayla yükselip iniyordum. kendimi taşıma gibi bir gayem de yoktu, ne de hırslıydım. nereye gideceğini bilmeyen bir halde çok çok uzakta denizin ortasında kimsenin olmadığı bir yerde yükselen dalgaların tuzunu içiyor ve birazda korkuyordum. daha nereye kadar gidebilirim ki diye düşündüğüm bir anda geriye dönmeyi düşünmeden her attığım kulaçla birazda yorgun düşüp nefesimin kesilmesine itiraz etmiyordum. en son arkaya baktığımda sahilin çok ufalmış olduğunu gördüm, kaybolup gittim....

suratıma çarpan her dalgada biraz hüzün, biraz kaygı, biraz mesut, biraz arzu ve gerçek, biraz azar vardı 'tamam artık yeterli' diyen bağırış sesleri gittikçe yükselen her dalgayla biraz daha artıyordu, bunu bir gurur meselesi haline getirmeye devam ettikçe, suratıma daha da şiddetle çarpıyordu.
ortalama bir yüzücüden daha iyiydim ve kimsenin yanıma gelemeyeceği, gelse bile kesinlikle dönemeyeceği bir mesafede yalnızlığımla çırpınmama çok az bir zaman kaldığını hissediyordum. sonu gelmeyen dalgaların her biriyle yükselirken sadece ve sadece ileriye bakıp -yüz yüze gelmemin kaçınılmaz olduğu- gelen diğer dalgalardan gözümü ayırmadan geçtiğim her dalgayla yükselip geride bıraktıklarımı umursamadan, önümdekini geçmeye bakıyordum. bunu yapmayla o kadar meşguldüm ki; tıpkı kağıt karalamak, yerdeki parkeleri saymak gibi dağılan tespih tanelerini toplayıp tekrar dağıtmak gibi akıl ve ruh derinliğinden uzak bir halde yüklerimden kurtuluyor, ne aklım ne de ruhum kalıyordu geriye. arkamdan bana yetişmiş olan ömerin sesini duyurabilmesi için dibime kadar gelmesini gerektirecek kadar daldığımı ancak omzuma dokunduğunda fark ettim.
''kemo!!! ne yapıyorsun burada?''
''bilmiyorum''
''ne??''
''dalgaları geçiyorum''

gözlerini devirip anlam veremediğini belli ettikten hemen sonra dönerken buraya kadar beni çağırmaya geldiğini de söylemeyi ihmal etmedi.
''hadi seni bekliyoruz, yemek hazır.'' deyip arkasını dönerek uzaklaştı.
ömeri nasıl da unutmuştum. küçüklüğünden beri gemlikin bir köyünde büyümüş ve babasının geçimini sağladığı balıkçılıkta ona en çok yardım eden oğlu olmuştu. şimdi boğaziçinde okuyor olabilirdi; ama bütün hayatı boyunca dilediği zaman olimpik kolej havuzlarında yüzme imkanı olan okulundaki tikilerden daha kalender ve kesinlikle daha güçlüydü. yüzme konusunda onu geçebilecek kimse yoktu ve özellikle böylesine bir denizde beni bulabilecek tek kişi muhtemelen yanıma iyi olmadığımı bilen berkay tarafından gönderilmişti.

onu denizin ortasında yanımda görene kadar yaşadıklarım birer duygu yumağıydı ve o yumağın içinde yuvarlanıp gittiğim sırada ömerin gelip de her şeyi basite indirgemesi karşısında yaşadığım şaşkınlığı hala atamamışken tekrar seslendi.
''kemo hadi!!''
'yemek hazırdı' ve ben dönmeliydim.

zamanın gerisinde yalnız başıma kaldığım bu yolda başka yöne sapmıştım ki; hiç beklemediğim bir anda ufukta gözüken o yardım elinin uzanışı beni kurtarmanın dışında aynı zamanda işleri örnek olabilecek düzeyde pratiğe dökmenin de ne demek olduğunu gösterdi.
dönmek için yemeğin hazır olmasından daha güzel bir sebep olabilir miydi?

beni beklediklerini bildiğim arkadaşlarım vardı ve ilerlemenin tek yolunun -berkay'ın her zaman söylediği gibi- basit düşünmekten geçtiğini anlamaya çalışacağım dönüş yolunda gidilmesi gereken çok çok uzun bir mesafe vardı ve ömer kendisi de yorulmuş olduğu halde ara ara durup beni kontrol ediyor ve ''hadi kemo'' gibisinden seslenerek hızlanmamı sağlıyordu. nihayetinde iskeleye vardığımızda ilk çıkan ömer oldu. ağırlaşan ve gerinen tüm vücuduyla tahta basamaklara 'lap lap' diye vurarak ilerliyorken, muhtemelen kendisinin bile bu kadar zorlandığı bir mesafede ''kemo'nun ne işi vardı'' diye düşünüyordu ve ardından ben de iskeleyi nihayetinde tırmanmayı başarıp ayağa kalktığımda ''ya ömer gelmeseydi, ne olacaktı? daha da ilerlemiş olsaydın ciddi ciddi dönemeyebilirdin'' diyordum kendi kendime konuşacak halim olmadan, ağır adımlarla dalağım elim yüzüm her yerim şişmiş halde yavaş yavaş piknik alanımıza giderken, insanların dönüp dönüp bana baktığını hissediyordum ve bu hislerimde yanılmadığını berkay beni görür görmez haklı çıkardı.
''noldu kemo, nerelere gittin? yüzün bembeyaz olmuş. ne bu hal?'' diye sorarken, apo ve irşat'ın hatta kızların da ''iyi gözükmüyosun'' gibi laflarına aldırmadan yüzümü ömer'den yana çevirmiştim. o da en az benim kadar yorulmuştu. üstelik benim şımarık çocukça bir hareketimden dolayı oturduğu taşın üstünde nefesini almakta güçlük çekiyorken, aramızdaki fark; onun yüzüne adeta kan gitmiş ve bütün adaleleri kasılmış vaziyette estetik bir poz vermesiyken benim gözlerimin kararmasıydı. yanına gidip ne için olduğunu bilse de bilmese de ona bir teşekkür etmem gerektiğini düşünüyordum. ama şimdilik dinlenmeliydim ve bulduğum en yakındaki havluya çöküp uzandım ve göğüs kafesimin yerinden çıkmaması adına elimle kalbimi üstüne koymuştum...

geçen on dakikanın sonunda yemek gerçekten hazırdı ve ömer çoktan kendine gelmiş halde beni çağıranların arasında sesini duyururken benim için bazı şeylerin ne kadar zor olduğunu yine düşünmekten alıkoyamadım kendimi. geçen dakikaların sonunda hala cevap verebilecek güce ve nefese sahip değilken ve bir tür komada gibi yatıyorken kimsenin bana ilişmemesini istiyordum. ama yine de basit düşünmeli ve oturup herkesle beraber yemeğimi yemeliydim.

toparlanmak adına yüzüme örttüğüm havluyu kaldırıp doğrulmaya çalıştığımda da bu kez apo elimden tuttu. aralarına girip zoraki bir gülümsemeyle kızlara selam verdikten hemen sonra önüme konan tabaktaki balığın görüntüsü ve kokusu bile midemi bulandırmayı başarmışken ben yiyemiyeceğim sanırım dememe rağmen ardından başlayan ısrarlara daha fazla dayanamayarak ağzıma götürdüğüm birkaç lokma için bile midemi 2-3 defa bastırmam gerekti. başımın ağrısı daha da şiddetlenirken sıcağın etkisiyle midemin bulantısına bir türlü engel olamayarak en sonunda kalkıp uzaklaşmamın, hepimiz için en iyisi ve en doğrusu olacağını bile söyleme zahmetine giremeden, bir el hareketiyle izin isteyip masadan gerçekten kalkman gerektiğini işaret ederek kusmaya gittim.

belli bir yaştan sonra kusmak gerçekten çok zormuş... ağzımdaki salyayı tükürecek dermanım bile kalmamışken
orada bulunan yaşlı bir teyze ve amcanın yanıma gelip bana iyi ''iyi misin?'' diye sorması karşısında, gülüyordum... ve o günden sonra dudaklarımın kenarına yerleşen; yer, olay ve zamana göre acıyı, alayı, hüznü ifade eden bu eğri gülümseme bir daha beni hiç terk etmedi.

kaçınılmaza boyun eğmek

çaresizlik

kancık ağızlı birinin bitmek bilmeyen bağırış çağırışlarıyla uyanmıştım. ailesinden gördüğü ilgi konusunda patalojik bir geçmişi olduğuna inandığım ortanca sendromlu oda arkadaşım yüzümü dürtüyordu.

'uyan hadi'

gözümü bile açmama müsaade etmeden birkaç sefer daha ismimi tekrar etmesi ve bitmek bilmeyen dürtmelerinin kontrolüyle beni sesiyle taciz ettiği yetmiyormuş gibi odadaki diğer çocuklarıda kaldırmış resmen provoke ediyordu. o kadar çok ses vardı ki karmaşa ve gürültü ve.. ve saçmalık.. kontrolden çıkmaya çok müsaitti her şey -kafamın içinde- koridorun diğer ucundaki çocukların gelip de 'ne oluyor beyler' demesine ramak kala, gözlerimi bir bardak suya veya saçma sapan herhangi bir tehdit içeren eyleme karşın açık bırakmak zorunda kalmama istinaden sinirli bakıyordum. cumartesi sabahına gece boyunca içtiğim sigaraların boğazımda biriken balgamıyla uyanınca ekşiyen yüzümü de alıp yine, tükürmek hatta kusmak için lavobaya gitmek üzereydim ki; bağırış çağırışlarla dolu bir sabaha uyanırken bütün bu telaşın sebebinin lanet olası bir kahvaltı olması, beni en az boğazım kadar pis ve acı ve kötü ve solgun yatağımın içine daha çok gömüyordu, kaç gündür çıkmadığım

hayatın.. ta kendisiydi. inmeye bilirdim de o kahvaltıya. fakat gece boyunca düşündüğüm ilk aşkım ya da beni uykusuz bırakan herhangi bir duyguya ya da keyfimi kaçıran her neyse, mahkumken yapabileceğim pek bir şey yoktu ve bu hayata o karmaşanın içinde delirmemek için yapabileceğim tek şeydi direnmemek.

oysa çaresizlik insanı delirtir.

belki de delirmişizdir

ölüm anı

aslında hep istediğim boşluklardan birinde çıkıp çarşıyı gezebilmek gibi bir vaktim varken donanımsızlığımın beni kendime bir şeyler katmak için söz geçirme uğraşıyla baş başa bırakmış olmasından nefret ediyorum. kitap oku, film izle, sohbet et...

1 saat sonra ölebileceğimizi düşünmek gibi bir kaygıyla, "tutmayın beni intihar edeceğim" diyen kıçı kırık bir major depresifin arasında çok ince bir çizgi var. 

henüz cevaplanmamış sorular, yaşanmamış hayaller ve yerine getirilmemiş onca söz arasında kıçımıza takılacak pamuğun yeri yok kabul edilir. oysa öldüğümüzde, yaşamla ölüm arasındaki o çizgide dışkımızın içerde çürümeye bırakılması kadar belirgin bir fark vardır.

1 saat sonra ölebileceğini düşünen biri için cevaplanması gereken temelde bir soru vardır; ve üstüne kurulu diğer sorular... herkesin zaman zaman kendine sorduğu "neden ahlaklı olmalıyız?" "neden bir düzen olmak zorunda ve neden hep bilgili ve kültürlü ve asil olmamız gerekiyor? sosyal inceliklere sahip iyi eğitimli insanlar arasında mıyız?" diye henüz sorabiliyorken bu sorular ve dışkısını çıkarabilecekken bunun değerini bilmek yerine daha da donanımlı ve daha da ahlaklı insanlar onlar..

oysa major depresiflerin farklı bir tarzı var. cır cır konuşan ve geçmişinde yaşadığı saçma ve gördüğü gereksiz ayrıntılarla bezeli garip tesadüfler ve örüntülerle dolu rüyalarında var olurken, içinde çürüyüp kalanlarla yaşamayı kabul ederken, çok da farklı bir şey değildir onlar için ölmek.

ölmek sempatik sistem etkisiyle dış sfinkteri gevşeyemeyen bizler için sıkıntılıdır. oysa rahat insanlar çoktan bazı şeyleri kabullenmişlerdir.

düşünce

O bir sultan kızı olmasaydı, kendisi de çok çirkin olmasaydı, xx diye birileri ve yüce makamlı yüzbaşı ve komutanlar yeryüzünde olmasaydı ve kız kendisini sevmiş olsaydı, dünyada bulabileceği mutluluğu düşünmeye çalıştıkça; bir sükunet ve aşk yaşamının kendisi içinde olasılık kazanabilecegini, şu anda yeryüzünde şurada burada portakal ağaçlarının altında, dere kıyısında, batan güneşin, yıldızlı bir gecenin durgunluğunda uzun konuşmalara dalan mutlu çiftler bulunduğunu, Allah istemiş olsaydı, kendisininde o kızla bu mutlu çiftlerden birini olusturabilecegini aklına getirdikçe yüreği sevgi ve üzüntüyle eriyordu.

sözlük yazarlarından şiirler

mutluluk

kimi zaman yorgana sarılıp yatmak gibiydi bu sıcak yaz gününde
camış gibi
tahayyül edilemeyecek minik ayrıntılarda gizli,
onunla tanıştığım gün her şey daha puslu ve karanlıkken
o yoktu ve varken değişmeyen tek şeydi, şimdi adım
şimdi onun bile anlamı varken üstelik.
aşkın
anlamı yoktu
o zamanlar, şimdi yüzüme yayılan bir ışık süzmesi gibi
parlayan bir mutluluk sardı aldığım nefesi ferahlatan bir nane ve alkol karışımı gibi
buharlaşan.
kaybolmasından korktuğum, üflediğim dumanı seyre dalmışken, üfleyeceğim
diğer dumanla yıkılan hayallerim de olmasın, benim.
ondan başka, ne vardı kendime söz verdiğim?
bundan sonrayla başlayan
mutluluk ne kaldı yaşanmamış hüzünlerden kalan?
adımı unutma.
bugünlerde burdayım
o dumanı hapsettiğimde içimde kalan her günün hesabına
güzel bir anı olması dileğiyle bugünlerin
ışığım hiç sönmesin.

engellenmek

kelimeler vardır.

kelimeden önce de yalnızlık vardı.
ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık... kelimenin bittiği yerde başladı; kelime söylenemeden önce başladı. kelimeler, yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık, kelimeyle başladı insanın içinde. kelimeler yalnızlığı anlattı ve yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler insanın aklına geldikçe, yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu. kelimelere dökmekten başka çare kalmadığında ise; her seferinde muhalefete yeni kanun teklifi getirmek dışında yapacak bir işin düşmemesi gibiydi yazgımız; mesele kapandı. ama anlatmaya devam ettik.
dinlenmedi..
anlatmadık, dinle dediler;
pamuk prensesle prensin ne kadar mutlu olduğunu... insanların çaresizlik ve imkansızlıklar karşısında mutlu olmaya zorlandığını gördük.
prens geldiğinde her zaman olduğu gibi pamuk prenses umarsızca kıçını dönüp giderdi. ve bu küçük yaratıklar, büyük bir samimiyetsizlikle ve her anında olduğu gibi ruhsuz kalan bu kadının, vicdanını rahatlatmak için kendileri adına iyi dileklerde bulunmasını dinleme zahmetine girdikleri yetmiyormuş gibi, bir de kendilerinden kaçan sanki o değilmiş gibi salladığı kuru bir baybay işaretine gülümsemeyi daha da kötüsü ellerinde kalan o tek şeyle yetinmeyi öğrendiler. yüzlerine yayılan kocaman bir gülümsemeyle hoşçakal diyerek. 17 kasın 17siyle de. herkesten çok gülerek.

"‘’mutlu son’’du"; bize anlatıldığı kadarıyla kim için olduğu söylenmeden masalımızı bitirmişler, ama büyüyünce fark ettim ki bir takım eksiklikleri vardı.

yer altında kazı yaparak yaşayan ve gün yüzüne çıktıklarında hekimler tarafından salgınlara ve vicdan azabına sebebiyet verdiği için toplumdan dışlanması gerektiği söylenen bu sefil yaratıkların sevimli gözükmekten başka çareleri olmadığı için her şeylerinde olduğu gibi güler yüzlülükleri de taklit usulüne dayanıyordu. beceriksiz ve korkak olmaları sebebiyle, pis kokan bu leş yaratıklar hayatta kalma mücadelelerini ancak ve ancak yer altına açtıkları tünellerde sürdürebilmeyi başarmışlardır. yüksek tepelere çıkmak şöyle dursun inerken bile sürekli sendeledikleri için her yerleri yara bere içindedir. belli bir aile düzenleri yoktur, eşi ve çocukları yoktur, kendilerine mahsus bir evleri yoktur. terk edilmiş bir mağarada veya başka canlılara ait yerlerde tıklım tıklım yaşarlar. erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. dişilerini de aynı sesle çağırırlar. sert görünümlü olduklarında daha da sevimli olurlar. yine de ciddiye alınmak istedikleri için sürekli kavgaya girişirler, fakat bu kavgaları daha çok taklit ettikleri insanların dövüşmesine olan özenti tavırlarının bir parçası olduğu için her seferinde kaybederler, daha bir cücenin insanı yendiği görülmemiştir (bir orta dünya kitabında bile onlara verilen rol ‘"cesuru’" oynamalarıdır, daha fazlası değil.) ama akıllanmayıp aptal cesaretine ve düşük hafızaya sahip olduklarından sürekli bu kavgaları yenilenir ve nihayetinde sevimli olmayı kabullenirler. belli bir beslenme düzenleri de yoktur aslına bakarsanız, yemek yapmayı bilmezler ve yer altından çıkanlar pek de iç açıcı değildir. başka insanlarla yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler, kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka insanların yemek yediğini görmezse acıktıklarını anlamazlar. bir prenses gelip de onlara baktığında her zaman olduğu gibi yine kendisi hastalanır ve birden bir prensin gelip onu öperek yattığı yerden kurtarmasına ihtiyaç duyar hale gelirse; hiçbir cücenin de kızı nereye götürüyorsun diye soramayacağı bir centilmenlik ve kahramanlıkla çekip giderken prens.. dönüp de kimsenin bakmayacağı, bilmeyeceği; umursamayacağı, ilgilenmeyeceği bu küçük yaratıkların hayatlarına da birer 'iyi dileklerde' bulunmayı ihmal etmeyerek, gözden kaybolur. ya da var olur. öncesinde birbirlerinin hesabına, prensesin karşısında utanç duymayı öğrenmiş bu varlıkların artık yine dal taşak gezebilecekleri yokluk zaman gelir ve anadan doğma üzerilerine hiçbir şey katmadıkları ve katmayacakları hallerine geri dönerlerken; sonunda yine her pis mahlukatın tadacağı söylenen ölümün pençesinde kıvranırken, ama aslında yaşarken; onlar da diğerleri gibi öbür diyarın kapılarında büyük bir şölenle karşılanan dal taşakların arasına karışmışlardır...

velhasıl kelimeler vardır; ama bazen kifayetsiz kalır.

boşluk

yapılacak pek bir şey yoksa ve cebindekilerin değeri seni eve götürmekten öteye taşıyamıyorsa; oturduğun yerde kalıp yapamadıklarını yazma zahmetine girmek bazen en iyi seçenek olmayabilir ya da şehirden uzaklaşan bir geminin güvertesinde kendini, karaya bakan bir manzaranın eşiğinde bulduğun zaman hiçbir yere gidemeyip; aslında giderken, şehirdeki parlak ışıklar ve uzakta yanıp sönen deniz feneri hiç bu kadar net ve ışıltılı değildir.
en büyük karamsarların bile umudunu yitirmediği yerde benliğin idealistik merkezine olan dokunuşlar kimi zaman aslında her zaman yaşadığın yerde ve hiçbir şeyde ve herhangi bir şeyde karşına çıkmaz,
ve ancak giderken yazabildiklerin, ama aslında hiçbir yere gidemezken veya herhangi bir yere giderken olanlar; körfezin ortasına aylardır park etmiş duran bir petrol tankerinini yerinden oynatmak için gereken enerjiyi bile karşılayacak düzeyde bir getirisinin olmaması gibi... ortaya koyduğum virgül ve devamında getirilen cümleler de, bazen evine giderken otobüste 40dklık mesafe için alt tarafı basacağın 1.40lık öğrenciden de karlı değildir..

sigara dumanı

tekrar gülümsedi. ''seninle tanıştığımızdan bu yana kaç ay geçti?''

''beş.''

''emin misin?''

''evet'' dedim. düşünmeye başladı.

çenesini yukarı kaldırıp sigarasından az az nefes alıp üflüyordu. belli belirsiz dumanın etkileyici, insanı her durumda alıp götüren o belirsizliğinde kaybolmak istediği yere doğru gidiyordu. kimi zaman eski anılarına kimi zaman umut ettiği herhangi bir yere, masum bir rüyaya, umurunda değildi keyfini kaçıran her neyse veya ne kadar geçtiğinden. o an değildi, o an üflediği dumanı seyre dalmışken üflediği diğer dumanla yıkılan hayalleri gibiydi gerçekler, yalnızca içeriden açılan bir kapıydı.

''hızlı geçmiş zaman, pek sık takılmadık ama, öyle değil mi?'' diye sordu.

"insanlar bu dumandan niye rahatsız olur. hiç anlamam." dedim.

notre dame ın kamburu

victor hugoya sorulduğunda bu kitabın içerisindeki karamsarlığın kökeninde yatan sebebin, o dönemin dinsel mitlerin ögelerinden kaynaklı bir insan-din çatışması olduğu yalanını ortaya atıyor. ama bence bunun başka bir hikayesi var. ve hiçbir yazar yoktur ki kendinden bir şeyler taşımasın kitaplarında..

victor hugo subay olan babasının peşinde şehirden şehire sürüklenmekten muzdarip bir kaderle dünyaya geldi. babasının onun da kendisi gibi asker olacağını düşüncesi ne kadar baskıcı ve kati olsa da, bu çocuk 13 yaşında latince, grekçe, ingilizce ve fransızca biliyor ve şiirler yazıyor, hayata dair bilge ve ulvi düşünceleri bir kenara bırakıp yaşıtları gibi top oynamak şöyle dursun, onları yanından hiç ayırmıyordu. 17 yaşına geldiğinde bir gün şiirlerini alıp yayınevine gitti. yayınevi sahibinin karşısında otururken kucağına koyduğu bir tomar kağıt bile bu çocuğun daha o yıllarda ne olacağını gösteriyordu. süslü kılıçlara kuşanmak için doğmamıştı. yayınevi editörü ona ilk kez güldüğünde 'çocuk'da ona güldü "ilerde pişman olacaksınız, peşimden koşacaksınız!" diyerek ayrılmasının ardından çok geçmeden dediği doğru çıktı.
20 yaşlarında victor hugo kendini dünyanın en mutlu insanı sayıyordu. ilk kitabı yayınlanmış, bu kitaptan aldığı parayla da, yıllardan beri sevdiği kızla, adele foucher ile evlendi.
on yıla yakın hayatının en mutlu günlerini yaşadı, yeni şiir kitapları ve romanlar yayınladı. oyunları sansasyonel etkiler yarattı, romantik akımının ilk sinyallerini verdi. yeni akımın yanında olanlar oyunlarının yayınlandığı günler alkışlayıp coşuyorken, tutucular yuhalıyordu. oyunu arka arkaya tam 45 gün sahnelendi. her gece yenilikçiler biraz daha coştular, eskiler silinmeye başladı ve en sonunda kavga alanından kaçtılar. ondan sonra kavga bir süre daha sürüp gitti ve ertesi yıl "notre dame'ın kamburu" yayınlanınca yeni akım kendisini kesinkeş kabul ettirdi. sanat dünyası romantik görüşle de büyük yapıtlar yaratılabileceğine artık iyice inanmıştı. genç yazar yeni akımın öncüsü, bu edebiyat dünyasınınsa baştacı olmuştu.

mutlu yılların ardından 29 yaşında yazdığı bu kitaptaki o karamsarlığa gelelim.

kimi edebiyat tarihçilerine göre ne var ki, bu karamsarlığın, şair ve yazarın o sırada yaşadığı acılı günlerden ileri geldiğini öne sürerler. yazarın mutlu evliliği bitmiştir ve kuşkular içinde geçen acı günleri başlamıştır.
karısı o dönemin ünlü eleştirmenlerinden biri olan sainte beuve'yi sevmekte ve bu haber de kısa sürede yayılmıştır.
Nitekim sainte beuve hugo'ya gönderdiği mektubunda şöyle yazmıştır:
"yüce yüreğinizi kurcalayan acıya alet olmam nedeniyle kendimi temize çıkarabilmek için yazgının üzerine atılmak gereksinimi duyuyorum."

bizim deyiyimizle nasip değilmiş gibi saçma sapan bir anlam çıkarılabilir. ama hugo bunu ciddiye almış ve nitekim ne kadar kitabın içindeki o karamsar duygu orta çağın büründüğü uğursuz karanlıklardan ileri geliyor olsa da, hugo bu romanını klisenin duvarına kazınmış "yazgı" sözcüğü üzerine kurduğunu kitabın önsözünde açıkca belirtmiş.
bundan 400 yıl önce olduğu tahmin edilen notre dame katedralinin kulelerden birinin duvarına oldukça derin kazınmış bu sözcüğü görmesi üzerine; bu silinmiş, üzerinden kuşakların geçtiği ve yakında hiçbir izinin kalmayacağı yazgı sözcüğünü görmesi üzerine uzun bir önsöz...
Ve sonunda "bu kitap işte o sözcük üzerine yazıldı." açıklamasını yapmış.

kitapta bariz bahsedilen iki karakter üzerinde garip bir şekilde vurgusunun yapıldığı bu kelime de ima edilen şeyler pek bir iğrenç ve çirkin olan quasimodoyu betimler hale geliyor ve ne zaman kötü, yavan, sıkıcı, çirkin, mutsuz, acı ve üzgünlükten bahsedilecek olsa rahip ve quasimodo üzerine yapışan bu kelime kullanılıyordu.

demin yazdığım sıfatları kapsayan bu 'hakarette' bir şey vardı ki; victor hugo hayatının en duyarlı ve belki de sanatının doruk noktasında yazdığı bu kitapta "gençlik aşklarına" olan özlemini dile getiriyor ve "hayatının baharını" acı acı anıyor.

bakir erkek

sartre'nin dediği gibi özgürlüğe mahkumuz biz.

bizler belirgin bir yapı arayan yaratıklarız ve altımızda hiçbir şeyin, hiçbir temelin bulunmadığını ima eden bir özgürlük kavramı bizi korkutur.

biz kimileri kadınlar ve erkekler -hem hiç de çaresiz ve yoksul olmayan, başarılı, sağlıklı, iyi giyimli, yürürken ışıltılar saçan insanlar- ta derinliklerinde çalkantılar yaşarlar.
-seni tekrar görmek istiyorum
-sevgini istiyorum- benimle gurur duyduğunu bilmek istiyorum-
-seni sevdiğimi ve sana bunu hiç söylemediğim için ne kadar pişman olduğumu bilmeni istiyorum-
-öyle yalnızım ki-
-sağlıklı olmak yeniden genç olmak istiyorum. sevilmek, sayılmak istiyorum.-
-yaşamımın bir anlamı olsun istiyorum- umursanmak, önemsenmek, anımsanmak istiyorum.-
Ne çok özlem ne çok istek ve ne çok acı, yüzeye ne kadar yakın, dürüst bir itirafla ortaya çıkacak birkaç dakikanın derinliğinde; yazgı acısı. varoluş acısı. hep orada olan, sürekli uğuldayan acı. ulaşılması böylesine kolay acı. pek çok şey -birkaç dakikalık derin düşünce, bir sanat yapıtı, bir vaaz, kişisel bir kriz, bir kayıp- bize en derindeki isteklerimizin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini anımsatır: genç kalmak, yaşlanmayı durdurmak, yitirdiğimiz insanların dönmesi, ebedi aşkı bulmak, anlam ve önem kazanmak, ölümsüzlüğe kavuşmak...

Yapılan meta analiz çalışmaları ve sistematik alt yapıya dayandırılabilirse her şeyin kesin bir şekilde ifade edilerek çözülebileceğine inanan freud'çu psikoanalizciler psikiyatrinin ana maddesinin çoğu kez iddia edildiği gibi bastırılmış içgüdüsel yönelişler ya da trajik bir kişisel geçmişin iyi gömülmemiş kırık dökük parçaları olduğuna inanır.

Fakat ben daima bir tür yaradılış sancısı olduğuna inanırım. varoluşun temeline doğru uzanan kökleri açığa çıkarmak için birine ne istediğini açık yüreklilikle sorduğumuzda anlatılan öykülerin her birinde aynı çığlık yankılanır: istiyorum! istiyorum!
ama yerine gelmeyen onca 'istek' onca ölüm ve acı ve hayal kırıklığı içinde insan bütün bunlarda kendisi sorumlu olacak şekilde dünyaya getirilmiştir. ve 'sorumluluk' yerine getirilip getirilmeyeceği kaygısını da beraberinde getirir. insanın kendinin farkında olduğu her an artan bu kaygıda, benlik bilincinin yol açtığı bu paradoksta tek çözüm kimileri için birleşmedir. birleşme bu bilinci bertaraf ederek kaygıyı kökünden söküp atar. aşık olan ve mutlu bir birleşme durumu yaşayan bir insan kendi benliğini düşünmez; çünkü sorgulayan yalnız ben (ve ona eşlik eden yalnızlık kaygısı) biz duygusu içinde eriyip gider. böylece insan kaygıdan kurtulur ama kendisini de yitirir.

çok dostluk ya da evlilik insanların birbirleriyle ilişki kurması ve birbirini sevmesi yerine, bir kişinin diğerini yalnızlığa karşı bir kalkan olarak kullanması nedeniyle başarısızlığa uğramıştır. l'insoutenable legerete de l'etre (bkz: var olmanın dayanılamaz hafifliği) bir kere duyduktan sonra asla unutulmayacak bu kelime grubundaki tezat ilişki, ne denli tomas'ın başa çıkabildiği kadar güçlü olmasıyla hafifleyebilecek, dayanılmaz bir acı olduğuna atfedilmiş. ve bu acı, birleşmenin gücüyle hafifleyebilecek gibi dursa da tomas'ın yerleşik hayata geçip bir çiftlik evinde birkaç yıldır hayatının sürmesinin ardından bir gün bir puba karısı ve komşularıyla eğlenmeye gittikleri bir gece(gayette siradan bir günde) sabaha karşı dönerlerken kamyonun frenlerinin tutmaması da bir tesadüf değildi

sistematik bir biçimde ele almak niyetinde olmadığım, olamadığım korkularım bilinçaltımdan kaçıp kurtulduğunda aklımın onu denetimi altında tutmak için ne derece çaresiz kaldığının bir kanıtıydı bu yazı. yine de bir şey söylemek gerekirse özetle; ancak güçlü ve kendine saygısı olan insanın bu bilinç kaygısıyla baş edebildiğini ve kaygısı yüksek olan çok konuşan ve somatik belirtiler gösteren kimi anksiyete sahibi bu kişilerin -kendi hayatını yaşama sorumluluğunu almış olanların- çoluk çocuğa karışıp düz bir hayat yaşamayı öncelikli görüşleri haline getirmeyi tercih etmek yerine, belli bir tutarlılık içinde günü birlik ilişkiler yaşadığını ve karşı cinsle olan ilişkilerinin daha tutkulu ve şehvetli olduğunu gözlemledim.

Kaygısıyla baş edebildiği kadar saygı duyar insan kendine. ve kendine saygısı olan insan kaygısıyla baş edebilir.

bir hikaye

bir hikaye

uzun bir hikaye değil, benim hayatımın sessiz geçen her anı.

Herkes iz taşır. bir bitiş cümlesi gibi gelse de bu başlangıçtı henüz, daha 9 yaşında küçücük bir çocukken yanıma oturduğunda onun ilk aşkım olacağını biliyordum. bir lösemi hastasıydı ve daha düne kadar göz kamaştıran kıvırcık sarı saçlarını kestirmek zorunda kalacağını, ikimizin de bilmediği, görmediği, anlamadığı çocuk günlerimizin sonuna geliyorduk.

odamdayım saat sabahın yedisi. dünüm bugünle karıştı, göz kapaklarım direnci zorluyor. gözümün önünde duran paslı bir raptiye ve soğuk çayın sessizliğinde dalıyorum yine bir rüyadan diğerine, şimdiki zamanı anlatıyorum. anlatıyor muyum?

çok geçmeden ne olduğunu bilmediğim vital fonksiyonları giderek bozulmuş ve kalbiyle ilgili problemlerin baş göstermesi sebebiyle daha fazla okula gelemeyeceği söylenmişti bize.

kemal hadi sen yap bu soruyu diyen matematik hocamın tek istediği tahtaya çıktığımda bu kez olsun düzgün kelimelerle anlatıp, soruyu arkadaşlarıma nasıl çözdüğümü güzelce açıklamamdı. heyecanlıydım, bir lise son sınıf öğrencisine göre. karşımda hoşlandığım kızın sessiz bakışları, üstelik başka yöne.

kimse girmedi hayatıma, birkaç günlük ilişkilerden ibaret insanları tanıma sanatım ve aşk denen şeyin dünyadaki adalet gibi, en az ihtiyacı olan insanlar tarafından hak edildiğini öğrenecek kadar çok yaşanmışlık, hayal kırıklığı ve her seferinde daha çok ihtiyaç duyulan mutluluk...

düzgün insanlar mı mutlu? konuştuklarının anlamı olmayan, boş boğaz, bencil, üç kuruşluk ve beni iki dakika da satabilecek olmasına rağmen kendini hala arkadaşım sanan, kafamı yastığa koyup da sesini kıstığım o oda arkadaşım. otobüslerde kesiştiğini iddia ettiği kızları facebookta bulup onlarla konuşmaktan mutlu, dahası bununla bize hava atmaktan.

onu hastaneye kaldırdılar. benim de aralarında top oynadığım bir günde, gökhanın attığı şut göğsüne gelmişti. adeta bir kurşun saplanır gibi onu mosmor ettiği her saniye elimden hiçbir şeyin gelmeyişi benimde göğsüme saplanıyordu, gözlerim ıslanıyordu, bağırıyordum, başım dönüyordu... gökhan ve diğerleri ve arkadaşlarım hepsi ne kadar düşüncesizdi, insanlar!! hayatımda ettiğim ilk ve son kavgaydı. fakat ne dayak yiyeni vardı ne döveni, ne bir ses, ne bir gürültü kafamı kaldırdığımda öfkeme karşı koyabilecek kimse kalmamıştı. etrafımda sağıma soluma baktığımda yoktular...hala yoklar.

koştum son birkaç aydır içimde kopan fırtınaları daha fazla bastıramadan. koştum o fırtınanın beni alıp yıllarca oradan oraya sürüklemesine karşı koyacak gücüm olmadan. koşmaya devam ettim, nereye gittiğimi bilmeden

beni savurduğu ilk yer olan parkımıza koştum. buldum kendimi orada, çakıl taşlarıyla dolu parkta soğuk bir kış günü diz çöktüm, 6 ay önce olduğu gibi. henüz 10 yaşında, altı ay önce yaz sıcağında maç yapmasıyla beraber başlayan aşırı kaşıntısı ve teri yüzünden, habersiz yakalandığı ve o an için ne tür bir hastalığın içinde olduğunu bilmediği suçiçeğinden dolayı istiklal marşı töreninde birden dökülen saçlarının -neredeyse hepsini- elinde bulduğu günden bu yana geçen altı ayın sonunda yeniden buraya gelen o çocuktu benim hikayemin geri kalanı ve bu soğukta, belki ısınırım umuduyla, daha ilk kışında bozguna uğradı.

***

hastaneye yattığı günden bu yana geçen kim bilir kaçıncı gündü. onu ne çok özlüyordum, burnumda tütüyordu beraber geçirdiğimiz, her okul çıkışı oturduğumuz salıncaklarda ne kadar da iyi anlaştığımız onca vakit birbirimize anlattığımız hikayelerle dolu ve ikimizin de birbirini kırmamak için gösterdiği özenin ne de paha biçilmez bir değeri varmış. bana saçlarımın zaman geçtikçe yeniden çıkmaya başladığını ve eskisinden de yakışıklı olduğumu söylüyordu... bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyorduk ikimizde, ama bunu bana hiçbir zaman söylemedi.

öncesinde öğretmenim sınıftakilere biraz dinlendikten sonra iyileşeceği yönünde vaatte bulunmuş olsa da, artık okula daha fazla gelemeyeceği haberini almamın içimde açtığı yaraya engel olmadı. haberi veren de güzel öğretmenim, bütün derslerine 5 verdiğini söyleyerek başladı sözlerine. karnesini götürürken kendisiyle beraber gelmek isteyip istemediğini sorduğunda yetmiş dört gün sonra yeniden merveyi görecek olmamın mutluluğuyla ama bir yandan buruk ve solgun bir şekilde takıldım öğretmenimin peşine.
Beni bu şekilde görmemesi gerektiğine dair yol boyunca öğretmenimin telkinleriyle arabaya binip giderken önümüzde yaklaşık 50 kmlik yol vardı ve ben ilk kez böyle güzel bir arabaya binerken buluyordum kendimi. öğretmenimin eşi zengindi bildiğim kadarıyla ve kendisi de uzun boylu yakışıklıydı mervenin söylediğine göre. birkaç sefer evlerine gittiğimizde bizi her seferinde kapıda karşılayan bu çiftin en sevdiği öğrencileriydik. beni sınıf birincisi seçeceğini ilan ettiğinde yine bizi evine çağırmış ve bunu fısıldayarak söylemiş olmasına rağmen mervenin de duyabileceği bir şekilde adeta gülümsüyor ve beni mutlu ederek onu da mutlu edeceğini biliyordu. nitekim yüzünde açan güllere bir yenisini ekleyerek boynuma sarıldığında merve, öğretmenimiz de aramıza girmek için debelenirken, eşi de her fırsatta olduğu gibi yine hülya öğretmenime sarılarak uzun süre bizi izlemeye koyuluyorlardı. ve salıncağımızda sallanırken hayalini kurduğumuz bir evliliğin somut örneğiydi onlarınkisi; mervenin istediğiyse fazladan 4 çocuktu sadece. onların neden çocukları olmadığını çok sonradan anlayacaktım. mervenin de çocuğu olmayacaktı; ama bunu ona hiçbir zaman söylemedim.
ibni sina hastanesinin o karmaşık, korkutucu ve devasa koridorlarında kaybolmamak için adeta hülya öğretmenimin eteğine yapışmış onu takip ederken kafamdaki bütün düşünceleri bir kenara bırakmam gerektiğini biliyordum. yetmiş dört gündür, benim daha girer girmez korkmaya ve panik yapmaya başladığım bu hastane koridorlarında, yetmiş dört gündür kim bilir neler yaşamıştı, kim bilir ne kadar kendini yalnız ve bir o kadar hasta hissetmişti. onu bu pis ve enjektör kokan hastalık dolu mikropların dolaştığı hastanede kaderiyle bir başına bıraktığım için kendime ve onunla burada kalmama engel olan herkese kızıyordum. sisteme karşı koyamadığım ilk durumdu ve son değildi

Kapıyı hafif aralamadan önce önünde durup, hülya öğretmenimin vurduğu kapının ardında mervemi yeniden tüm güzelliğiyle görecek olmamın heyecanını yaşıyordum. içeri giren ışık süzmesi pereden yayılarak içeriye puslu bir hava katıyordu. kapı hafif aralandığında karşısında öğretmenimi gören diğer ziyaretçilerin hemen hemen hepsi tek bir ağızdan sessizce selam verdi. ben kapıdan kıpırdayamıyorken, öğretmenim çoktan mervenin başucuna gitmiş elini alnına koyarakbiricik kızım diyordu. önünde duran annesi tüm açımı kapatıyordu. mervenin karşısında hülya öğretmenimi gördüğünde ne tepki verdiğini göremiyordum, ne kadar sevindiğini. sevinmiş miydi? yoksa uyuyor muydu, neden herkes bu kadar sessizdi? bir hastane odasına göre burayı karanlık ve insanların ona neşe vermek için orada olduğunu düşünürken herkesi bu kadar sessiz bir halde oturuyorken üzgün bulmak sinirlerimi bozuyordu. ama neyse ki ben gelmiştim, mervemin yanına sessizce sokulup ona sürpriz yaptığımda onu buranın kasvetli havasından kurtarabileceğimden neredeyse emindim yanına doğru yavaş ve heyecanlı adımlarla ilerlerken..

6 ay önce yalnız başıma parktayken dökülen saçlarımın paniğinde ne yaptığımı bilmeden kendimi çakıl taşlarının üstünde bulmuş vaziyette başımı iki elimin arasına alıp saçlarımı kontrol ediyor ve bunun bir kabus olmasını istiyordum. daha ne kadar dökülebilir ki diye düşündüğüm her saniye kafamda çıplak kalan deri parçasından hala ellerime dökülen kıl parçalarının sonu gelmiyordu. tören sırasında kızların ve çocukların hayretle izleyip beni birbirlerine parmakla gösterdikleri bir suçlu gibi hissediyorken bir yandan dökülen saçlarım konusunda ne yapacağımla ilgileniyordum. artık gitmişlerdi ve elimde duran bir yumak saçımı eski yerine koymam imkansızdı. o elimdekileri yere atıp en azından -ne kadar tepemde garip bir ağırlık hissediyor olsam da- saçlarımın gerisinin yerinde kaldığını kontrol etmek için, kaldığını umut etmek zorunda olduğum için! elimi tekrar kaşınan başıma koyduğumda işte bu kez.. çok ama çok utanıyordum. çünkü deminkinden daha büyük bir yumak elime geldiği gibi kafamı eğmemle beraber geri kalan saçlarım da yere doğru akıp gidiyordu, herkesin gözü önünde.. sanki altıma kaçırmış gibiydim.. kimsenin yanaşmak istemediği!

''ortalığı sapsarı yapmışsın'' dedi gülümseyerek. ne zaman geldiğini fark etmediğim bir anda önüme diz çöküp, iki elimi bileklerinden tuttuğu gibi kavradı.
''rahat bırak beni.''
''asıl sen rahat bırak kendini!'' diyerek beni azarladı ''oynama şu saçlarınla, dokunma!'' hala direndiğimi gördükçe daha güçlü şekilde sıkmaya başladığı bileklerim acıtıyordu ve o yaşlarda bir kızla erkek arasında güç farkı denen şey tam oturmadığından direnmemin işe yaramayacağını nihayetinde fark edip bıraktım.

Kafamı kaldırdığımda karşımda, gözleri tören sırasında hayrete düşen kız kurularından daha farklı daha masum ve şefkat dolu ve daha güzel birini gördüm. sarı ve kıvırcık saçlarıyla her zaman dikkatimi çekmiş olan; ama benim gibi fırlama birine göre sınıfın hastalığı dolayısıyla çekingen ve korkak kızlarından biri olduğu için pek yakından tanıma fırsatımın olmadığı merve. ''sakin ol'' dedi ve tekrar, ben sakinleşene kadar. bileklerimi çoktan bırakmış, o yumuşacık parmaklarıyla kafa derimi inceliyor ve bana durumun o kadar da korkutucu olmadığını açıklamaya çalışıyordu. ''yaraların var kemal'' dedi. gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda ''doktora gitmemiz gerek.'' diye devam etti. ''bütün bu yaralarını kaşıyarak mı yaptın bilmiyorum, ama senin ilaç alman lazım. ''sonrasında ise bütün bu kafandaki yaralardan kurtulunca saçların yeniden çıkacaktır.''
''neden bana yardım ediyorsun?'' diye sordum.
omuz silkti. ''işte''  ''nasıl işte?'' deyip ona doğru döndüm.
''sen...sen bana karşı hep iyi davrandın.'' neredeyse duyamadığım bir ses tonuyla bunu söylüyordu ve yüzü kızarmıştı. sonra aniden kalkıp ''kemal hadi, gerçekten çok fena terlemişsin ve senin başını kaşımaktan vazgeçeceğin yok gibi, gidiyoruz. dedi.
nereye diye sormadım.
ve hayatımda ilk kez ben, biz olmuştum. beraber eve gittik, ardından hastaneye ve neredeyse yaz tatilinin her günü o parka; beraber eğlendik, güldük, sohbet ettik, sallandık

***

kapıdan yavaşça geçtiğim sırada mervenin yüzündeki o gülümseyi bulamayacağımı ve beni ne olursa olsun hayal kırıklığına uğratırsa bile onu anlayışla karşılamam gerektiğini biliyordum.
Odaya ilk adımı mı atmamla beraber ortama sinmiş pis koku kemirdi burnumu. yüzümü ekşitmeden ve kokunun daha fazla üstüme gelmesine izin vermeden o pis kokunun eşiğinde hastalığın pençesinde iyice zayıflamış merveye yaklaştım. başında sarılı bir boneyle yatağında gözlerini zorlukla açabiliyordu. yüzünde morluklar, solmuş teni ve üşüdüğü her halinden belli haliyle titreyerek üzerindeki kat kat battaniyelere sıkıca sarılmış yatarken konuşmak için ağzını araladı. ama konuşmak yerine tekrar sustu.

onu izlerken, aklıma gelecek parlak bir fikrin ikimizi de kahkahalara boğmayacağını anlamıştım. o ölüyordu ve herkesin birini beklemenin hoşnutsuzluğunu yaşadığı gergin anların içindeydik. bu sonunda oturulacak güzel bir sofraya başlamak için birini beklemek gibi değildi, bu hıncının kimseden çıkarılabileceği bir durum değildi. bu sonunda kimsenin mutlu olmayacağı karanlık bir kuyunun dibine vurmak için düşmek gibiydi, çok can acıtacaktı.

''nasılsın?'' dedim. sade ve sessiz bir şekilde ona böyle boş bir soru sormak dışında yapabileceğim hiçbir şey yokken, beni susturup o titrek sesiyle yaşadığıma sevinmem gerektiğini mırıldandı. ''ölmenin bedeli ağırmış.''

''şhhh''
''aylardır buradayım kemal.''
Kafamı kaldırıp ailesine baktım, sonra öğretmenime ''onu buradan çıkartamaz mıyız?'' diye sordum.
Çok net bir şekilde karşımda kafasını iki yana sallayan gözleri hırstan sulanmış kadın annesiydi, bu izin vermemekten ziyade bir meydan okumaydı. kafamı öne eğip tekrar merveye döndüğümde hayal kırıklığına uğramıştı. ''annen izin vermiyor.''
''en azından evime gitmek istiyorum.'' diyerek ağlamaya başladı, ama o kadar sessiz ve içliydi ki sadece ben görebiliyordum onun gözyaşlarını. elimi eskiden sapsarı saçlarının olduğu yerde şimdi duran bonenin üstüne koydum. onu sakinleştirmek için ağzımdan çıkan sözler vardı, ne olduğunu benim bile tam olarak duymadığım bir tür mırıldanmaydı ve herkesin düşüncelerinin ilk defa beynimin içine girmesine izin verecek kadar güçsüz ve aciz kaldığım içindi. ''merveciğim bir müddet daha burada kalmak zorundasın. bak ne kadar güzel bir oda, her şeyin var, çok da iyi bakılıyor sana. evde böyle bakılmaz lütfen huysuzluk yapma ve bizleri üzme,'' dedim.

Bazı acılar yaşandığında önce kendini belli etmez. önce ince ince sızlar, sonra şiddetle artar ağrısı, gittiğinde ne çok kırdın beni merve, şimdi her yerim paramparça, her yerim kırık dökük odaya elinde enjektörle giren hemşire ''hastamızın uyku vakti geldi.'' ikazını yaptığında ona son kez baktım. gözlerini kaçırdı. kaçırmak zorundaydı. filmlerdeki gibi birbirini çok seven iki insanın, ikisinin de aynı anda göğsüne bir şey saplandı.

***

kim bilir kaç saattir bu haldeydim. en son hatırladığım öfkelendiğim ve gökhanı yakalamak için peşinden koştuğumdu.

Kafamı kaldırdığımda ise buradaydım, dalmışım, karşımdaki manzara yan yana duran iki kırmızı salıncak ve kış ayıydı. en son o iki salıncakta beraber yan yana durduğumuzda ise yaz. diz çökmüş vaziyette salıncakların altındaki ıslaklık ve çamurun üzerindeydim. o kadar uzun süredir oradaydım ki; çakıl taşları dizimi kanatmaya başlamıştı. daha sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir halde yıllar boyunca ne zaman öfkelensem kendimi kanatma gibi bir alışkanlık kazandığım ilk yılların içindeydim.

neden diyordum, sürekli. neden o ölmek zorundaydı, anlamama yardımcı olmuyordu, bu kez o hasta yatağında yatarken gözyaşımdı bana eşlik eden...

Kafasını kaldırdığında çocuk, iki salıncakta boştu.

yıllar sürdü bu. o çocuk hala parkta, başını dik tutamayan, iki büklüm, diz çökmüş ve daha önemlisi önündeki iki salıncak da boş, yalnız ve solgun halde...

90 larda çocuk olmak

küçüktüm o zamanlar. kapımızın önündeki sokak; esnaflarla doluydu. bizim oturduğumuz apartmanın altı bir kasaptı: çankayalar ve köşede hacı market vardı. onun yanında başka bir kasap: kalaycılar. onun karşısında hasan hüseyin parfümeri, en sevdiğim çikolata fındıklı ikramdı. hırdavatçı ünal amcayla karşısındaki ünallar mağazası sahibi iki amcanın birbiriyle hiçbir benzerliğini bulamıyordum. biri uzun ve sıskayken, diğeri esmer ve bıyıklıydı. hırdavatçı uzun olandı ve daha zengin olansa bıyıklı amcaydı. onlar beni tanırdı. musti berberde çalışan çıraklar her ay değişiyordu sanki ve her tıraş olduğumda içerdeki amcalar bana kurt işareti yaptırırlardı. tanımadığım insanların isimleri geçerdi, erbakan mesut yılmaz ve benden önüme koydukları iki seçenekli sorulardan her seferinde yapmamı bekledikleri tercihleri genelde kurt olmamı isteyenlerin mimiklerinden yola çıkarak seçerdim. büyüyünce hilale değil kutra oy vercekmişim.. dediğimde içeride yükselen kahkaha seslerine karşılık öhhööm olmaaadı yeğenimm gibileri de çıkardı ve ben iki arada bir derede kalmışken yeni çırak ensemdeki saçları alırken her seferinde canımı acıtırdı. arada yandaki kahvede teyzemin tasvip etmemesi sebebiyle sadece kartları izlemekle yetinen eniştem gelir ve bana çikolata mikolata değil direk para verirdi, kendince hoş bir tarzı vardı. teyzemlerim durumu iyi sayılırdı, bir lokantaları vardı ve tüm ilkokul hayatım boyunca her sabah okula giderken teyzemin oğlu yunus ve onun amcasının oğlu emrullahla döner yiye yiye okula giderdik. teyzem ah teyzem! annemin kafasını nasıl da yıkardı. ne severdi gösterişi; o zamanlar çocuklarına aldığı üst baş, şimdi yeni evine aldığı koltuk takımı.. bayram alışverişleri tam bir curcunaydı ve çalışmalarına 2 ay önceden başlanırdı. ünallar da en az elören, çiftçiler, burgazlar, aydoslar kadar şehrin en fiyakalı, en marka yerlerinden biriydi o zamanlar avm falan yoktu ve biz hepsini tek tek gezerdik, daha adını hatırlayamadığım bir sürü mağaza.. garipti 90 lar; taso vardı mesela. sonradan digimon migimon çıktı eski tadı da bulamadık haliyle. power rangers en sevdiğim ateri oyunumdu, turuncu kasetiyle adete diğerlerinin arasında parlardı, anaokulundan arkadaşım şeyma bir gün bize geldiğinde çaldı götürdü; ama hiçbir zaman ona sen aldın işte bu sizin evdeki turuncu kasetin benimkinin kaybolmasının ardından burada çıkması tesadüf olamaz diyemedim. üstelik hevesimi bile alamamışken, sana ne kadar güzel bir oyun olduğunu gösterip heyecanımı paylaştım diye bunu bana yapmaya hakkın var mıydı, diyemedim. ve bazı cumaları babam namazdayken onu beklemeyip koşa koşa anaokula kendi başıma gittim diye az azar işitmedim.

az mı misket oynadık, babamız bize bisiklet sürprizi yaptığında az mı mutlu olmadık, düştük, koştuk başka mahallelere gidip yeni oyunlar öğrendik, saklandık, top oynadık, yüzdük, yaralandık, atladık zıpladık, bağırdık çağırdık, koleksiyon yaptık, çizgi film izledik, günü geldi ninja kaplumbağalara günü geldi başka bir savaşçıya özenip tahta sopalarla kılıç kuşanıp, kendimize ok yaptığımızda miladımızı tamamladık, bütün şehrin sahibiydik o zamanlar; ama bazıları sapan yapıp kuş avlamayı seçti, bazılarına ise matematik kaldı geriye. gibi, yıllardı. şimdi doğal olan sade ve güzel olan ne varsa unutulup gitmiş, gibi.

hoş çocuk

genç adam gaza yüklenmeye başladığında vites 4teydi. 2000 devirde artırması gereken vitesin 4000 devire kadar gelmesini bekledi. o sırada haliyle motorun gürültüsü de kulak tırmalıyordu. sonra birden vitesi artırdı, kız önce bir öne geldi, tekrar gaza bastığında ise koltuğa yapıştı. 

arabanın hızı yüz elliyi geçtiğinde kız bunun bu araba için normal olduğunu düşünmeye çalışıyordu. ama o sırada elleri çoktan emniyet kemerine uzanmış ve yüz yetmişe geldiğinde artık korkmaya başlamıştı. 
'biraz yavaşlar mısınız? bu kadar hızlı gitmenize gerçekten gerek yok'

kızın gözlerindeki korkuyu gören adam 'pek alışık değilsiniz sanırım'

'alışmak mı, daha önce bu kadar hızlı giden bir şeye binmemiştim ben!'

genç adam ilk defa yüzünü ona doğru dönüp, gülümseyerek. 'bu benim için bir alışkanlık halini aldı, uzun zamandır arabayı neredeyse hiç yavaş kullanmadım.' dedi.  tekrar önüne döndüğünde ise, kız onun dudaklarına bakarken buldu kendini ve alnına düşen siyah saçlarına ve sakallarına ve mavi gözlerine. gülümsediğinde kendini birden ona yakın mı hissetmişti? hoş bir çocuk muydu? hoş ne aptalca bir kelime! bu kelimeden nefret ediyordu. ona kalırsa bu kızların ikiyüzlülüğünü yansıtıyordu. hoş özel bir durumdan ziyade genel anlamda durumun ya da çocuğun belli bir çıtanın üstünde olduğunu ifade ederdi. oysa yeni tanıdığın birinin hoş olup olmamasının değil, sadece sana verdiği ilk izlenimde yakışıklı olup olmadığının kararını verebilirdin. kızlar o yakışıklı çocuğa hoş diyerek onun aynı zamanda kibar nazik cesur bilgili kültürü eğlenceli biri olduğuna kanaat getirebildikleri gibi, diğer yandan ona bakış atan çirkin birini görseler, sırf çirkin diye, yine aynı şekilde onun bir azman olduğuna kanaat getirebilecek kadar yüzeysel; ama bir o kadar da bunu örtbas etmek için özellikle hoş kelimesini kullanacak kadar ikiyüzlüydüler...

sözlük yazarlarından şiirler

kaybolup giden yolda bulunabilen en meşakkatli ve tırtıklı bir araçsa bizi ancak
çıkarabilen
zamanın da kendine göre bir takım kuralları vardır,
günler ve haftasonları ve haftalar gibi...
bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle giderken,
geride kalmışlığına yetişmek için mi daha fazlası gerekir.
yanlış yolda ilerlemek bazen doğru yolda beklemekten daha iyi değildir.
yetişemeyeceğini düşündüğün bir manzaranın eşiğinde geçen zaman;
başka yollar sunar 
ve bazen aldatmacadır 
sislerle kaplı karanlık sokaklar,

anca gündüz vakti aydınlanır..

tıp okuyarak en zor bölümde okuduğunu sanmak

bir gün 'asistanların bile bilmediği bu burun kaslarını bize öğretmenizdeki amacınız neydi' diye sormuştum bir hocaya, 'yani bize neyi vermeyi amaçlıyorsunuz??. sosyallik, popülerlik, tarz, dış görünüş, bir sevgilinin ve aktif bir cinsel hayatının olup olmaması gibi 'önemli' birçok konu varken bizi bu bir yığın ıvır zıvırla uğraşmak zorunda bırakmalarının hoşlarına giden garip, sadistçe ve benmerkezci bir tavrı vardı. zamanında kendisinin yaşamamış olduğu hayattan ötürü gelen bir 'ukte' ve her seferinde bizi yetersiz bularak daha da zorlamalarının sebebinin zor şartlardan geçmelerinin onları 'gaddarlaştırmasıyla' sonuçlandığını biliyorum.  burada sidik yarıştırmaya gerek yok. fakat özelleşen bu hastane politikaları, doktorların işçi statüsüne konularak devletiyle ve halkıyla olan 'gönül bağı' aradan çıkarıldıktan sonra hayat kurtarmasının beklenilmesi, yapılan haksızlıklar, her hocanın gaddar ve sözlü sınavlardan çıktığında ağlayan kızların olduğu, şiddet, sosyal hayatın olmaması ve ciddi anlamda yerden bele kadar gelen notların tek tek ezberlenmesi ve sabahlamalar ve alttan ders alma gibi bir lüksümüzün olmadığı gibi bu şartlarda en azından bu konuda hakkımızı 'savunuyor' olmamızı, 'sanıyor' olarak yorumlamayın.

duygular

herkes çıkarcı bu devirde diyen bir insan ne kadar da itici.. gereksiz yere kafa şişiren, yakınıp duran. bunun bir tür görüşle manipüle edilmiş veya kendini ispatlamaya çalışan bir yazı olduğu yanılgısı gibi. sohbet etmek denen şeyin mantığını bir türlü anlayamadım zaten.

dinlemeyi severim, ama değerli olduğu sürece.

tüm hayatını bir şeyler başarmak için çabalayarak geçiren birinin yazgısına sahibim. belki de dinlemeye değerdir. karşımdakinin bahsettiği şey ne ise, aldığı yeni telefonun özellikleri olmamalı.

tüylerimi diken diken eden olmadı. ne de midem de kelebekler uçuştu. henüz bir aşkın tadı damağımda kalmadı. ucuz bir aşk romanında geçen kızın vücudunun verdiği tepkilere dayanan bir anlatım biçimi vardı, çözemediğim. yanaklarım kızardı.. kalbim pırpır etti.. 

Benim de göğsüm sıkıştı, ama halısahada koşarken. dediğim gibi şimdilik boş verelim bunları ya da istediğinizi yapın. ben şunu ya da bunu yapacağım ya da şunu yapmayacağım ne fark eder. hayatı çok boş bulunmuş major depresif birinin gözüyle anlatmaya benziyor. tüm şiddetli hastalar gibi, yataktan kalkacak hali olmayan biri gibi, her hangi bir tesadüfün ilham getirdiğine inanacak veya bir takım yol gösterici felsefelerin dönüm noktası olacağına inanarak yaşamak,her şeyden vazgeçmek gibi.. müzikle uğraşmayı isterdim. fakat buradayız, bir sözlük dolusu yazılar yazılmış, kütüphaneleri dolduran kitaplar var. herkesin bir işi var, kimisi ağlıyor, kimi ortak zevkler, naber sorusuna verilen iyi cevaplarıyla dolu bu dünya.. kimisi kendini gerçekten iyi hissettiği bir zamanda, kiminin aklında sorular, kimi oturmuş dota oynuyor, yeni bir item çıkmış lan diyor kendi aralarındayken.. bir grubu olanlar, nedir bu bizim solistlerden çektiğimiz diyor, ev arkadaşları var, kendi arlarında bu gece kaynatalım kopalım diyenler, sevgilisinden ayrılanların ne konuştuğunu ise allah bilir; konuşulacak çok konu var, aslında hiçbir şeyden vazgeçmiş değiller. 
seri katil olmadıkları sürece

çünkü aslında o kadar da duygusal insanlar değiliz.

ypg

kürtçülerin bu kadar gerizekalı olmasının sorumlusu ucuz bolşevik taklidi yapan türk solcularından başkası değil. bunların beynini vaktinde sovyet ve komünist palavralarıyla yıkayanlar cidden çok korkunç bir iş yapmış. adamlar hala tıpkı sovyetler gibi direniş verdiğini sanıyor, komünist sosyalist saçmalıklarıyla kafa ütülüyor, ama unuttukları birşey var ki, sovyetler nazi savaş makinasına direnirken geri çekilebilecekleri neredeyse sonsuz bir alan vardı. insan kaynakları da sınırsızdı. milyonlarca ton silah cephane ve araç gereç desteği aldılar ve bir o kadarını da ürettiler. ve itiraf etmek gerekirse kürtlerin hiçbir zaman olmadığı kadar cesurdular. ypg ise suriye'de sandviç yapılmış vaziyette. bölgede yaşayan kürtlerin neredeyse hepsi türkiye'ye kaçmış, savaşanların geri çekilebileceği bir hat da yok. ürettikleri birşey yok, tamamen dışarıya muhtaçlar, sınırsız toprakları yok, düşmanın önüne sürebilecek atabilecekleri aslında nispeten sınırsız sayılabilecek insan kaynakları var ama (50 milyon kürt, 75000 yıllık tarih vs) çatışacak cesur adam bulamadıklarından kadınları, yaşlıları ve çocukları ışid'a yem yapıyorlar. en önemlisi düşmanları da alman altıncı ordusu değil, ayağında terlikle dolaşan, pick-up'la savaşıp şehir kuşatan birkaç bin herif. bir kürt olsaydım herhalde en son gurur duyacağım şey kürtlerin bu aciz vaziyeti olurdu.

güzel kız tarafından hoşlanılmak

kız açısından olaya bakıyım da siz de görün. her zaman beklenileni karşılamak zor iştir, sürekli güzel olması gerekir. kasılır, çünkü bir süre sonra onunla sevgili olmanızdaki en önemli etkenin güzelliği veya popülerliği olduğunu düşünmekten kendini alıkoyamaz, eğer siz de böyle gösteriş meraklısı bir tip olmaya devam ederseniz, ayrılırsınız. dolayısıyla ancak öyle biri olmadığınız, yani bu başlıktaki 'inanılmaz güzellik' vurgusunun aksine pek de dış görünüşe önem vermediğiniz zaman o kız tarafından hoşlanılırsınız.