bugün

bir hikaye

bir hikaye

uzun bir hikaye değil, benim hayatımın sessiz geçen her anı.

Herkes iz taşır. bir bitiş cümlesi gibi gelse de bu başlangıçtı henüz, daha 9 yaşında küçücük bir çocukken yanıma oturduğunda onun ilk aşkım olacağını biliyordum. bir lösemi hastasıydı ve daha düne kadar göz kamaştıran kıvırcık sarı saçlarını kestirmek zorunda kalacağını, ikimizin de bilmediği, görmediği, anlamadığı çocuk günlerimizin sonuna geliyorduk.

odamdayım saat sabahın yedisi. dünüm bugünle karıştı, göz kapaklarım direnci zorluyor. gözümün önünde duran paslı bir raptiye ve soğuk çayın sessizliğinde dalıyorum yine bir rüyadan diğerine, şimdiki zamanı anlatıyorum. anlatıyor muyum?

çok geçmeden ne olduğunu bilmediğim vital fonksiyonları giderek bozulmuş ve kalbiyle ilgili problemlerin baş göstermesi sebebiyle daha fazla okula gelemeyeceği söylenmişti bize.

kemal hadi sen yap bu soruyu diyen matematik hocamın tek istediği tahtaya çıktığımda bu kez olsun düzgün kelimelerle anlatıp, soruyu arkadaşlarıma nasıl çözdüğümü güzelce açıklamamdı. heyecanlıydım, bir lise son sınıf öğrencisine göre. karşımda hoşlandığım kızın sessiz bakışları, üstelik başka yöne.

kimse girmedi hayatıma, birkaç günlük ilişkilerden ibaret insanları tanıma sanatım ve aşk denen şeyin dünyadaki adalet gibi, en az ihtiyacı olan insanlar tarafından hak edildiğini öğrenecek kadar çok yaşanmışlık, hayal kırıklığı ve her seferinde daha çok ihtiyaç duyulan mutluluk...

düzgün insanlar mı mutlu? konuştuklarının anlamı olmayan, boş boğaz, bencil, üç kuruşluk ve beni iki dakika da satabilecek olmasına rağmen kendini hala arkadaşım sanan, kafamı yastığa koyup da sesini kıstığım o oda arkadaşım. otobüslerde kesiştiğini iddia ettiği kızları facebookta bulup onlarla konuşmaktan mutlu, dahası bununla bize hava atmaktan.

onu hastaneye kaldırdılar. benim de aralarında top oynadığım bir günde, gökhanın attığı şut göğsüne gelmişti. adeta bir kurşun saplanır gibi onu mosmor ettiği her saniye elimden hiçbir şeyin gelmeyişi benimde göğsüme saplanıyordu, gözlerim ıslanıyordu, bağırıyordum, başım dönüyordu... gökhan ve diğerleri ve arkadaşlarım hepsi ne kadar düşüncesizdi, insanlar!! hayatımda ettiğim ilk ve son kavgaydı. fakat ne dayak yiyeni vardı ne döveni, ne bir ses, ne bir gürültü kafamı kaldırdığımda öfkeme karşı koyabilecek kimse kalmamıştı. etrafımda sağıma soluma baktığımda yoktular...hala yoklar.

koştum son birkaç aydır içimde kopan fırtınaları daha fazla bastıramadan. koştum o fırtınanın beni alıp yıllarca oradan oraya sürüklemesine karşı koyacak gücüm olmadan. koşmaya devam ettim, nereye gittiğimi bilmeden

beni savurduğu ilk yer olan parkımıza koştum. buldum kendimi orada, çakıl taşlarıyla dolu parkta soğuk bir kış günü diz çöktüm, 6 ay önce olduğu gibi. henüz 10 yaşında, altı ay önce yaz sıcağında maç yapmasıyla beraber başlayan aşırı kaşıntısı ve teri yüzünden, habersiz yakalandığı ve o an için ne tür bir hastalığın içinde olduğunu bilmediği suçiçeğinden dolayı istiklal marşı töreninde birden dökülen saçlarının -neredeyse hepsini- elinde bulduğu günden bu yana geçen altı ayın sonunda yeniden buraya gelen o çocuktu benim hikayemin geri kalanı ve bu soğukta, belki ısınırım umuduyla, daha ilk kışında bozguna uğradı.

***

hastaneye yattığı günden bu yana geçen kim bilir kaçıncı gündü. onu ne çok özlüyordum, burnumda tütüyordu beraber geçirdiğimiz, her okul çıkışı oturduğumuz salıncaklarda ne kadar da iyi anlaştığımız onca vakit birbirimize anlattığımız hikayelerle dolu ve ikimizin de birbirini kırmamak için gösterdiği özenin ne de paha biçilmez bir değeri varmış. bana saçlarımın zaman geçtikçe yeniden çıkmaya başladığını ve eskisinden de yakışıklı olduğumu söylüyordu... bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyorduk ikimizde, ama bunu bana hiçbir zaman söylemedi.

öncesinde öğretmenim sınıftakilere biraz dinlendikten sonra iyileşeceği yönünde vaatte bulunmuş olsa da, artık okula daha fazla gelemeyeceği haberini almamın içimde açtığı yaraya engel olmadı. haberi veren de güzel öğretmenim, bütün derslerine 5 verdiğini söyleyerek başladı sözlerine. karnesini götürürken kendisiyle beraber gelmek isteyip istemediğini sorduğunda yetmiş dört gün sonra yeniden merveyi görecek olmamın mutluluğuyla ama bir yandan buruk ve solgun bir şekilde takıldım öğretmenimin peşine.
Beni bu şekilde görmemesi gerektiğine dair yol boyunca öğretmenimin telkinleriyle arabaya binip giderken önümüzde yaklaşık 50 kmlik yol vardı ve ben ilk kez böyle güzel bir arabaya binerken buluyordum kendimi. öğretmenimin eşi zengindi bildiğim kadarıyla ve kendisi de uzun boylu yakışıklıydı mervenin söylediğine göre. birkaç sefer evlerine gittiğimizde bizi her seferinde kapıda karşılayan bu çiftin en sevdiği öğrencileriydik. beni sınıf birincisi seçeceğini ilan ettiğinde yine bizi evine çağırmış ve bunu fısıldayarak söylemiş olmasına rağmen mervenin de duyabileceği bir şekilde adeta gülümsüyor ve beni mutlu ederek onu da mutlu edeceğini biliyordu. nitekim yüzünde açan güllere bir yenisini ekleyerek boynuma sarıldığında merve, öğretmenimiz de aramıza girmek için debelenirken, eşi de her fırsatta olduğu gibi yine hülya öğretmenime sarılarak uzun süre bizi izlemeye koyuluyorlardı. ve salıncağımızda sallanırken hayalini kurduğumuz bir evliliğin somut örneğiydi onlarınkisi; mervenin istediğiyse fazladan 4 çocuktu sadece. onların neden çocukları olmadığını çok sonradan anlayacaktım. mervenin de çocuğu olmayacaktı; ama bunu ona hiçbir zaman söylemedim.
ibni sina hastanesinin o karmaşık, korkutucu ve devasa koridorlarında kaybolmamak için adeta hülya öğretmenimin eteğine yapışmış onu takip ederken kafamdaki bütün düşünceleri bir kenara bırakmam gerektiğini biliyordum. yetmiş dört gündür, benim daha girer girmez korkmaya ve panik yapmaya başladığım bu hastane koridorlarında, yetmiş dört gündür kim bilir neler yaşamıştı, kim bilir ne kadar kendini yalnız ve bir o kadar hasta hissetmişti. onu bu pis ve enjektör kokan hastalık dolu mikropların dolaştığı hastanede kaderiyle bir başına bıraktığım için kendime ve onunla burada kalmama engel olan herkese kızıyordum. sisteme karşı koyamadığım ilk durumdu ve son değildi

Kapıyı hafif aralamadan önce önünde durup, hülya öğretmenimin vurduğu kapının ardında mervemi yeniden tüm güzelliğiyle görecek olmamın heyecanını yaşıyordum. içeri giren ışık süzmesi pereden yayılarak içeriye puslu bir hava katıyordu. kapı hafif aralandığında karşısında öğretmenimi gören diğer ziyaretçilerin hemen hemen hepsi tek bir ağızdan sessizce selam verdi. ben kapıdan kıpırdayamıyorken, öğretmenim çoktan mervenin başucuna gitmiş elini alnına koyarakbiricik kızım diyordu. önünde duran annesi tüm açımı kapatıyordu. mervenin karşısında hülya öğretmenimi gördüğünde ne tepki verdiğini göremiyordum, ne kadar sevindiğini. sevinmiş miydi? yoksa uyuyor muydu, neden herkes bu kadar sessizdi? bir hastane odasına göre burayı karanlık ve insanların ona neşe vermek için orada olduğunu düşünürken herkesi bu kadar sessiz bir halde oturuyorken üzgün bulmak sinirlerimi bozuyordu. ama neyse ki ben gelmiştim, mervemin yanına sessizce sokulup ona sürpriz yaptığımda onu buranın kasvetli havasından kurtarabileceğimden neredeyse emindim yanına doğru yavaş ve heyecanlı adımlarla ilerlerken..

6 ay önce yalnız başıma parktayken dökülen saçlarımın paniğinde ne yaptığımı bilmeden kendimi çakıl taşlarının üstünde bulmuş vaziyette başımı iki elimin arasına alıp saçlarımı kontrol ediyor ve bunun bir kabus olmasını istiyordum. daha ne kadar dökülebilir ki diye düşündüğüm her saniye kafamda çıplak kalan deri parçasından hala ellerime dökülen kıl parçalarının sonu gelmiyordu. tören sırasında kızların ve çocukların hayretle izleyip beni birbirlerine parmakla gösterdikleri bir suçlu gibi hissediyorken bir yandan dökülen saçlarım konusunda ne yapacağımla ilgileniyordum. artık gitmişlerdi ve elimde duran bir yumak saçımı eski yerine koymam imkansızdı. o elimdekileri yere atıp en azından -ne kadar tepemde garip bir ağırlık hissediyor olsam da- saçlarımın gerisinin yerinde kaldığını kontrol etmek için, kaldığını umut etmek zorunda olduğum için! elimi tekrar kaşınan başıma koyduğumda işte bu kez.. çok ama çok utanıyordum. çünkü deminkinden daha büyük bir yumak elime geldiği gibi kafamı eğmemle beraber geri kalan saçlarım da yere doğru akıp gidiyordu, herkesin gözü önünde.. sanki altıma kaçırmış gibiydim.. kimsenin yanaşmak istemediği!

''ortalığı sapsarı yapmışsın'' dedi gülümseyerek. ne zaman geldiğini fark etmediğim bir anda önüme diz çöküp, iki elimi bileklerinden tuttuğu gibi kavradı.
''rahat bırak beni.''
''asıl sen rahat bırak kendini!'' diyerek beni azarladı ''oynama şu saçlarınla, dokunma!'' hala direndiğimi gördükçe daha güçlü şekilde sıkmaya başladığı bileklerim acıtıyordu ve o yaşlarda bir kızla erkek arasında güç farkı denen şey tam oturmadığından direnmemin işe yaramayacağını nihayetinde fark edip bıraktım.

Kafamı kaldırdığımda karşımda, gözleri tören sırasında hayrete düşen kız kurularından daha farklı daha masum ve şefkat dolu ve daha güzel birini gördüm. sarı ve kıvırcık saçlarıyla her zaman dikkatimi çekmiş olan; ama benim gibi fırlama birine göre sınıfın hastalığı dolayısıyla çekingen ve korkak kızlarından biri olduğu için pek yakından tanıma fırsatımın olmadığı merve. ''sakin ol'' dedi ve tekrar, ben sakinleşene kadar. bileklerimi çoktan bırakmış, o yumuşacık parmaklarıyla kafa derimi inceliyor ve bana durumun o kadar da korkutucu olmadığını açıklamaya çalışıyordu. ''yaraların var kemal'' dedi. gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda ''doktora gitmemiz gerek.'' diye devam etti. ''bütün bu yaralarını kaşıyarak mı yaptın bilmiyorum, ama senin ilaç alman lazım. ''sonrasında ise bütün bu kafandaki yaralardan kurtulunca saçların yeniden çıkacaktır.''
''neden bana yardım ediyorsun?'' diye sordum.
omuz silkti. ''işte''  ''nasıl işte?'' deyip ona doğru döndüm.
''sen...sen bana karşı hep iyi davrandın.'' neredeyse duyamadığım bir ses tonuyla bunu söylüyordu ve yüzü kızarmıştı. sonra aniden kalkıp ''kemal hadi, gerçekten çok fena terlemişsin ve senin başını kaşımaktan vazgeçeceğin yok gibi, gidiyoruz. dedi.
nereye diye sormadım.
ve hayatımda ilk kez ben, biz olmuştum. beraber eve gittik, ardından hastaneye ve neredeyse yaz tatilinin her günü o parka; beraber eğlendik, güldük, sohbet ettik, sallandık

***

kapıdan yavaşça geçtiğim sırada mervenin yüzündeki o gülümseyi bulamayacağımı ve beni ne olursa olsun hayal kırıklığına uğratırsa bile onu anlayışla karşılamam gerektiğini biliyordum.
Odaya ilk adımı mı atmamla beraber ortama sinmiş pis koku kemirdi burnumu. yüzümü ekşitmeden ve kokunun daha fazla üstüme gelmesine izin vermeden o pis kokunun eşiğinde hastalığın pençesinde iyice zayıflamış merveye yaklaştım. başında sarılı bir boneyle yatağında gözlerini zorlukla açabiliyordu. yüzünde morluklar, solmuş teni ve üşüdüğü her halinden belli haliyle titreyerek üzerindeki kat kat battaniyelere sıkıca sarılmış yatarken konuşmak için ağzını araladı. ama konuşmak yerine tekrar sustu.

onu izlerken, aklıma gelecek parlak bir fikrin ikimizi de kahkahalara boğmayacağını anlamıştım. o ölüyordu ve herkesin birini beklemenin hoşnutsuzluğunu yaşadığı gergin anların içindeydik. bu sonunda oturulacak güzel bir sofraya başlamak için birini beklemek gibi değildi, bu hıncının kimseden çıkarılabileceği bir durum değildi. bu sonunda kimsenin mutlu olmayacağı karanlık bir kuyunun dibine vurmak için düşmek gibiydi, çok can acıtacaktı.

''nasılsın?'' dedim. sade ve sessiz bir şekilde ona böyle boş bir soru sormak dışında yapabileceğim hiçbir şey yokken, beni susturup o titrek sesiyle yaşadığıma sevinmem gerektiğini mırıldandı. ''ölmenin bedeli ağırmış.''

''şhhh''
''aylardır buradayım kemal.''
Kafamı kaldırıp ailesine baktım, sonra öğretmenime ''onu buradan çıkartamaz mıyız?'' diye sordum.
Çok net bir şekilde karşımda kafasını iki yana sallayan gözleri hırstan sulanmış kadın annesiydi, bu izin vermemekten ziyade bir meydan okumaydı. kafamı öne eğip tekrar merveye döndüğümde hayal kırıklığına uğramıştı. ''annen izin vermiyor.''
''en azından evime gitmek istiyorum.'' diyerek ağlamaya başladı, ama o kadar sessiz ve içliydi ki sadece ben görebiliyordum onun gözyaşlarını. elimi eskiden sapsarı saçlarının olduğu yerde şimdi duran bonenin üstüne koydum. onu sakinleştirmek için ağzımdan çıkan sözler vardı, ne olduğunu benim bile tam olarak duymadığım bir tür mırıldanmaydı ve herkesin düşüncelerinin ilk defa beynimin içine girmesine izin verecek kadar güçsüz ve aciz kaldığım içindi. ''merveciğim bir müddet daha burada kalmak zorundasın. bak ne kadar güzel bir oda, her şeyin var, çok da iyi bakılıyor sana. evde böyle bakılmaz lütfen huysuzluk yapma ve bizleri üzme,'' dedim.

Bazı acılar yaşandığında önce kendini belli etmez. önce ince ince sızlar, sonra şiddetle artar ağrısı, gittiğinde ne çok kırdın beni merve, şimdi her yerim paramparça, her yerim kırık dökük odaya elinde enjektörle giren hemşire ''hastamızın uyku vakti geldi.'' ikazını yaptığında ona son kez baktım. gözlerini kaçırdı. kaçırmak zorundaydı. filmlerdeki gibi birbirini çok seven iki insanın, ikisinin de aynı anda göğsüne bir şey saplandı.

***

kim bilir kaç saattir bu haldeydim. en son hatırladığım öfkelendiğim ve gökhanı yakalamak için peşinden koştuğumdu.

Kafamı kaldırdığımda ise buradaydım, dalmışım, karşımdaki manzara yan yana duran iki kırmızı salıncak ve kış ayıydı. en son o iki salıncakta beraber yan yana durduğumuzda ise yaz. diz çökmüş vaziyette salıncakların altındaki ıslaklık ve çamurun üzerindeydim. o kadar uzun süredir oradaydım ki; çakıl taşları dizimi kanatmaya başlamıştı. daha sonra nasıl olduğunu anlamadığım bir halde yıllar boyunca ne zaman öfkelensem kendimi kanatma gibi bir alışkanlık kazandığım ilk yılların içindeydim.

neden diyordum, sürekli. neden o ölmek zorundaydı, anlamama yardımcı olmuyordu, bu kez o hasta yatağında yatarken gözyaşımdı bana eşlik eden...

Kafasını kaldırdığında çocuk, iki salıncakta boştu.

yıllar sürdü bu. o çocuk hala parkta, başını dik tutamayan, iki büklüm, diz çökmüş ve daha önemlisi önündeki iki salıncak da boş, yalnız ve solgun halde...