bugün

yüzmek

sınavlarımı verip koca bir yaz tatiline 21 yaşında biri olarak girmenin heyecanı ile bilgisayarın karşısına geçiyordum. yedi günün sonunda gireceğim final sınavı için yetiştirmem gereken binlerce sayfa notun önümde uzanış şekli hiç de hoşuma gitmiyordu ve insanı sınırların temelinde yatan o psikopatın erişebileceği noktalardan birindeydim. her sınav döneminde olduğu gibi yine bir tür dönüm noktasında hissediyordum kendimi.
önümde uzanan sınav döneminde alacağım başarılı bir notun bana kazandıracakları aslında başlayacağım tatile olan inancım açısından bir motivasyon kaynağından fazlası değildi ve sınav bittikten hemen sonrasında yapacağım ilk şeyse -önceki akşamında beyin kanaması geçirecek boyutta kendimi zorlamam gereceği için- yorgun düşmüş halde bir yatağa kıvrılmak olacaktı ve uyandığımda yine bilgisayarın karşında bulacaktım kendimi

çocukluğumuzdan beri bildiğimiz babamızın ve amcalarımızın gençliğinde her şeyi yapabilecek kudrete sahip olduğunu özlemle anlattığı yaşların ortasında olduğumu bilmek bile neyi kaçıracağım konusunda kaygılanmama sebep oluyordu. resimlerine baktığım mankenlerin ne kadar muhteşem olduğu yirmi birlik 'çıtır' halleri ve eskiden bana kocaman birer yetişkinden farksız gelen ağabeylerimin olduğu yaşta hala çocuk hissederken kendimi, birden hayatın en güzel olduğu yaşların ortasında ama hiç de enerjik hissetmiyordum kendimi ve bir daha geri gelmeyeceği söylenirdi hep, fakat neydi o gelmeyecek olan?. umutsuz değildim ve ne olursa olsun birer yetişkin olmaya doğru giderken yaşadığım bu dönemden herkes gibi bende memnun, en azından kıymetini bilen o yüzden sınavlarımı son güne bırakan biriydim. işleyen bir saatin mekanizmasındaki birbirine bağlı binlerce çarktan, yaz geldiğinde açan çiçeklerden, sonbaharda düşen yapraklardan biriydim. hayatın doğal ve kaçınılmaz işleyişine ve bütün döngülerin hizmet ettiği amacın; en güzel, en parlak, en göz kamaştırıcı ve en güzel yerinde duruyordum.
kurak mevsimler geçer, yağmur yağar, güneş açar, bir tohum filizlenir ve çiçek açardı

öyle bir şey istiyordum ki; her şey güzel ve eğlenceli olmalıydı, belli bir hareketlilik içinde hiç durmayan bir düzende ama aynı zamanda kafa karıştırarak ilerlerken, benim bile ne olacağını kestiremeyeceğim aksiyonlarla dolu bir hayatım olsun istiyordum. ve kesinlikle bu karışıklık gizemli bir adamın buhranlar anaforundan uzak, olgun ve bilge birinin tecrübelerinden uzak, sakin ve huzurlu bir hayattan uzak, hatta alışkanlıklarının tutsağında mesai denen kavramdan bile uzak olmalıydı ve kesinlikle depresif ve sıkıcı gözükmemeliydi. uzaktan bakan biri, hayatımın herhangi bir anında rasgele bir fotoğraf çekecek olsa dahi, bu fotoğraf kusursuz olmalıydı.

2 ay sonra..

15 günlük ehliyetimle kiraladığımız arabanın içinde sıcaktan üstüme yapışan gömleğimin bütün düğmelerini açmış arkadaşlarımla çalan müziğin eşliğinde antalya sahil yolunda arabayı kullanırken camdan esen rüzgarın ve sigaranın eşliğinde güle oynaya yaptığımız yolculukta önümüze çıkan her ilçeye gidip denize giriyorduk... yollar işin en güzel kısmıydı bana kalırsa.
ilk günün batımında kendimizi attığımız kaş sahilinde araba sürmekten yorulan kafamı en yakın arkadaşımın dizlerine koymuş dinlendirirken, başlayacak tatilin ilk gününde ne de yorgun olduğumuzdan bahsediyorduk.
''bırak şimdi onu bunu kemo da, şu kızlara bak!'' diyerek gösterdiği yöne kafamı kaldırdığımda karşımıza yeni oturan havlularını sermiş dört kızdan ikisi denize girmek için ayaklanırken, diğer ikisi aynı bizim gibi uzanıyor ve kitap okuyorlardı. bir tanesinin elinde bulunan pahalı ve doğal parşömen kağıttan oluşan, ahşap kaplı not defterine bir şeyler karaladığını görüyordum.
''bak o da senin gibi yazıyor'' diyordu berkay. 
''hmm'' ''çok güzel!'' deyip, iç çektim. daha fazla bakmamak ve binbeş yüz senaryo, yüzbin tane hayal kurmamak için kafamı farklı yönlere çevirmeye karar verdikçe, berkay beni aynı döngünün esiri yapıyordu. sessiz bir döngüydü bu. çok hayal kuran biri olarak hayatımın her anında yaşadığım hayal kırıklıklarını ve hoş olmayan durumları bir kutuya koyup, zihnimin saklı ve sessiz derinliklerinde bir köşeye kaldırıp koymayı o kadar uzun zamandır bir alışkanlık haline getirmiştim ki, bir yenisiyle karşılaştığımda bu alışkanlığım devreye giriyor ve onu unutmak için ne kadar çok çok güzel olsa da, susuyor veya konuyu değiştirmek için gereksiz yakınmalarla olabildiğince kafa şişiren en azından arkadaşlarımın benden uzaklaşmasını sağlayan huysuz, bazen de aklına geleni yapan dengesiz manyağın biri olup çıkıyordum.
sonra bir sessizlik oluyor ve berkay'ı yüzüme bakarken ne düşündüğünü biliyordum, her zaman bilmişimdir en iyi arkadaşımın doğum gününü bile biliyordum. benim en çok ihtiyacım olan şeyin, birinin şefkatle elimden tutup içimde potansiyeli çıkarması gerektiği olduğunu düşünüyordu. sonra yüzünde bir kararlılık olur ve sanki geçireceğim değişimleri hayal ederek içinden ''evet kemo'ya kesinlikle daha çok ilgi göstermeliyim, zaman alacak olsa da bunu yapmalıyım dediğini duyardım. ve o an için hemencecik aklına gelen kısa vadede de beni mutlu edecek, moral verecek, özgüvenim kazanacağım ve motive olacağım şeyleri söylerdi. ''sen akıllı adamsın kemo'' ''orjinalsin'' ''normalsin!!''

böylesine sınanmış dostluklarda süslü cümlelere ve sıcak ilgiye gerek olmadığını ikimizin de bildiği kadar çok yaşanmışlık ve anılarla dolu bir lise hayatımız olmuştu. hala burnumun direklerini sızlatan yurt günlerimize az da olsa dönebildiğimiz şu birkaç günlük tatilin aslında en önemli sebebiydi onlarla beraber olabilmek; fakat bir yandan çocukluğumu paylaştığım arkadaşlarımın büyüdüğünü ve o çarka dahil olduğunu görüyorken, onlara bakarken gözlerindeki ışıltıya ve aksiyona meyilli ve özgüven dolu hareketleriyle hiç tanımadıkları birkaç kızla muhabbet kurduklarına şahit olmak bana ihanete uğruyormuşum gibi hissettiriyordu.

beni benden çok düşündüğünü bildiğim berkayın kafasından geçenlerin her zaman bu yönde biraz daha cesur olmama yönelik fikirleri vardı. her seferinde pek olası olmadığını bildiği şeyleri benden isterken yaşadığı hüznü görüp ondan daha çok üzülen ben olurdum. çünkü şu hayattaki en çok istediğim şeylerden biriydi onu gururlandırmak; ama bunu yapabileceğimi sanmıyordum. havalı bir kızın yanına gidip konuşmak ve ben olabilecek en saçma ikiliydik. televizyonda bir canlı yayında, bazen gözünün önünde bir metroda veya kafeteryada hatta senden çok uzakta bir videoda bile bir başkasının rezilliğine utanıp kafanı önüne eğeceğin türden bir manzaranın içinde debelenen biri olabilirdim.

debelenmedim.
toparlanıp arabaya binip gittik. otelimizdeki; ilk gece yorgunluktan hemen hepimizin uyuduğu akşamın sabahında herkes çok enerjik başlamıştı güne. kahvaltımızı yapıp aynı şeyleri tekrarladık ve ertesi gün uyandığımızda yine güzelce kahvaltımızı yapıp sahile indik. kahvaltılar en güzel kısmıydı bana kalırsa akşamları attığımız batak veya enesle oynadığımız dama da öyleydi ve geceleri kardeşlerimle otelin balkonunda içtiğim sigaraların tadı bambaşkaydı, oturacak bir sandalye bulur, bir yere kıvrılır, kapıyı açan herkes ''napıyonuz?'' diyerek muhabbete girer ve sonrasında apo hazırlanmış bir şekilde gelir ve hadi otelin pubuna gidelim derdi.
''ipekler orada olacaklarını söylemişti.''
''öyle mi?'' diye ayaklanan berkay ve irşat hemencecik ''hadi o zaman'' diyerek yüzlerinde oluşan hınzır gülümsemeleri ile ne duruyoruz olum deyip kalkarlar ve bir telaş başlardı. iki dakika öncesine kadar oturduğumuz yerde hadi banyoya gir, sonra ben gircem'ler, berkay'ın ''kemo sen de gelecen mi?'' sorusuna karşın yükselen ''yok olum fazla kalabalık gitmeyelim'' sesleri ve hemen sonrasında apo'nun kıyamayarak ''kemo gel istersen''i eksik olmazdı.
sağolsun... ''yok apo, güneşte çok kaldım her yanım yanıyor, pek kıpırdayacak halim yok, burada iyiyim ben. siz eğlenmenize bakın.''
çekilen her fotoğrafta bir kenara geçip gölgede kalmış biri olarak, her seferinde korktum o büyük çarklarla dolu mekanizmanın içine girdiğimde parçalanmaktan ve bir daha geri dönülemez şekilde etrafa dağılmaktan, bütün çaresiz insanlar gibi uzak durdum. bu benim tercihimdi ve o gün biramı yudumlarken aklıma gelen iki satırdan daha önemlisi bir daha hiçbir zaman yakamı bırakmamak üzere yaşayacağım hayallerimde bile umudumu kaybetmiş olduğumdu.

''bir kadın için çabalamayan erkek, ne bok yiyeceği şaşırmış erkektir.'' dedim kendi kendime.

ertesi gün sahile indiğimizde balık yapacaktık ve mangalımız hazırken, gördüğüm her güzel kıza bir yenisini ekleyen denizin savunma mekanizmamı alt üst etmesine artık aşinaydım. hiç konuşmayan veya o an için fotoğraf istemeyen biri olmaktansa yine biraz uzaklaşmayı tercih ettiğim sessizlikte birazdan geleceğimi söyleyip yanlarından ayrılıyorken, berkay'ın bana yürüyeceğim yolda bana eşlik etmek için arkamdan kalktığını gördüm.
on dakika ikimizin de ağzından tek kelime çıkmadığı, çıkmasına gerek kalmadığı yolda dairemizi tamamlamış tekrar sahile dönüyorken yanında oturan ipeği işaret ederek ''bu apo da ipeğe iyi sardı ha'' dedim.

''sarsın olum, ipek iyi kız'' dedi sesinde bir imayla, iyi ve naif kızların varlığına olan inancımı sorgularcasına. ''dün akşam gelecektin aq! bayağa eğlendik'' 
yaptığımız tek konuşma bundan ibaret gibi gözükse de yol boyunca birbirimize anlatmaya çalıştığımız sessiz geçen binlerce kelimede artık daha fazla söylenecek bir şey kalmadığı için susmayı tercih etmişti belki de o benim gibi.

oysa ben hayatımın bundan sonraki döneminin olabildiğince sesli geçmesini, yaşadıklarımızdan ders çıkararak birbirimize vereceğimiz karşılıklı tavsiyelerle dolu olmasını istemiştim. ipeğ'in apo'ya olan bakışlarını ve diğer kızların berkay'a nasıl baktığını görürken onları kenardan izleyen gizemli biri olmak yerine hayalimdeki tablonun içinde olmayı uman biriyken iki ay önce; şimdi biri fotoğraf çektiğinde, tam güzel çıktık diyecekken beni gördüğünde düşen yüzünün suçlusu oluyordum. ''ben biraz yüzmeye çıkıyorum'' diyerek ayrıldığımda bu kez berkay gelmedi. yaptığım o yürüyüş yeterli gelmemiş ve taşan bardağın son damlalarını boşaltmak işe yaramamıştı. bu kez berkay gelmedi ve ben de geri dönmeyi düşünmüyordum zaten.

binlerce adım, binlerce kulaç, binlerce kanat çırpışı ve bir dünya gördüm, herkesin oradan oraya koşturduğu sınavına 16 saat kala çalışmamak için yatağına kıvrılan bir çocuğun da dediği gibi zaman çok hızlı ilerliyordu. kimse için geri dönemeyecek kadar aceleci ve geride kalanların yapayalnız, unutulduğu bir anda, zaman seni kolundan tutup kaldırmak yerine sadece ve sadece kendisine uyum sağlamış olanlarla devam edecek kadar bencildi. arkadaşlarının, eşinin, dostunun peşinden sürüklendiği dikenli yollarında herkesin koşmak için direttiği şu hayatta pamuk gibi yumuşacık bir elin tutup seni kaldırmasını beklemek de ne tür bir aptallıktı? ufukta gözüken en son hatırladığım şeydi koştukları, zamanın ahenginde çılgınlar gibi, şimdi 21 yaşında.. çoktan gözden kayboldular.

yolunda sapmış bir vaziyette gelen her büyük dalgayla yükselip iniyordum. kendimi taşıma gibi bir gayem de yoktu, ne de hırslıydım. nereye gideceğini bilmeyen bir halde çok çok uzakta denizin ortasında kimsenin olmadığı bir yerde yükselen dalgaların tuzunu içiyor ve birazda korkuyordum. daha nereye kadar gidebilirim ki diye düşündüğüm bir anda geriye dönmeyi düşünmeden her attığım kulaçla birazda yorgun düşüp nefesimin kesilmesine itiraz etmiyordum. en son arkaya baktığımda sahilin çok ufalmış olduğunu gördüm, kaybolup gittim....

suratıma çarpan her dalgada biraz hüzün, biraz kaygı, biraz mesut, biraz arzu ve gerçek, biraz azar vardı 'tamam artık yeterli' diyen bağırış sesleri gittikçe yükselen her dalgayla biraz daha artıyordu, bunu bir gurur meselesi haline getirmeye devam ettikçe, suratıma daha da şiddetle çarpıyordu.
ortalama bir yüzücüden daha iyiydim ve kimsenin yanıma gelemeyeceği, gelse bile kesinlikle dönemeyeceği bir mesafede yalnızlığımla çırpınmama çok az bir zaman kaldığını hissediyordum. sonu gelmeyen dalgaların her biriyle yükselirken sadece ve sadece ileriye bakıp -yüz yüze gelmemin kaçınılmaz olduğu- gelen diğer dalgalardan gözümü ayırmadan geçtiğim her dalgayla yükselip geride bıraktıklarımı umursamadan, önümdekini geçmeye bakıyordum. bunu yapmayla o kadar meşguldüm ki; tıpkı kağıt karalamak, yerdeki parkeleri saymak gibi dağılan tespih tanelerini toplayıp tekrar dağıtmak gibi akıl ve ruh derinliğinden uzak bir halde yüklerimden kurtuluyor, ne aklım ne de ruhum kalıyordu geriye. arkamdan bana yetişmiş olan ömerin sesini duyurabilmesi için dibime kadar gelmesini gerektirecek kadar daldığımı ancak omzuma dokunduğunda fark ettim.
''kemo!!! ne yapıyorsun burada?''
''bilmiyorum''
''ne??''
''dalgaları geçiyorum''

gözlerini devirip anlam veremediğini belli ettikten hemen sonra dönerken buraya kadar beni çağırmaya geldiğini de söylemeyi ihmal etmedi.
''hadi seni bekliyoruz, yemek hazır.'' deyip arkasını dönerek uzaklaştı.
ömeri nasıl da unutmuştum. küçüklüğünden beri gemlikin bir köyünde büyümüş ve babasının geçimini sağladığı balıkçılıkta ona en çok yardım eden oğlu olmuştu. şimdi boğaziçinde okuyor olabilirdi; ama bütün hayatı boyunca dilediği zaman olimpik kolej havuzlarında yüzme imkanı olan okulundaki tikilerden daha kalender ve kesinlikle daha güçlüydü. yüzme konusunda onu geçebilecek kimse yoktu ve özellikle böylesine bir denizde beni bulabilecek tek kişi muhtemelen yanıma iyi olmadığımı bilen berkay tarafından gönderilmişti.

onu denizin ortasında yanımda görene kadar yaşadıklarım birer duygu yumağıydı ve o yumağın içinde yuvarlanıp gittiğim sırada ömerin gelip de her şeyi basite indirgemesi karşısında yaşadığım şaşkınlığı hala atamamışken tekrar seslendi.
''kemo hadi!!''
'yemek hazırdı' ve ben dönmeliydim.

zamanın gerisinde yalnız başıma kaldığım bu yolda başka yöne sapmıştım ki; hiç beklemediğim bir anda ufukta gözüken o yardım elinin uzanışı beni kurtarmanın dışında aynı zamanda işleri örnek olabilecek düzeyde pratiğe dökmenin de ne demek olduğunu gösterdi.
dönmek için yemeğin hazır olmasından daha güzel bir sebep olabilir miydi?

beni beklediklerini bildiğim arkadaşlarım vardı ve ilerlemenin tek yolunun -berkay'ın her zaman söylediği gibi- basit düşünmekten geçtiğini anlamaya çalışacağım dönüş yolunda gidilmesi gereken çok çok uzun bir mesafe vardı ve ömer kendisi de yorulmuş olduğu halde ara ara durup beni kontrol ediyor ve ''hadi kemo'' gibisinden seslenerek hızlanmamı sağlıyordu. nihayetinde iskeleye vardığımızda ilk çıkan ömer oldu. ağırlaşan ve gerinen tüm vücuduyla tahta basamaklara 'lap lap' diye vurarak ilerliyorken, muhtemelen kendisinin bile bu kadar zorlandığı bir mesafede ''kemo'nun ne işi vardı'' diye düşünüyordu ve ardından ben de iskeleyi nihayetinde tırmanmayı başarıp ayağa kalktığımda ''ya ömer gelmeseydi, ne olacaktı? daha da ilerlemiş olsaydın ciddi ciddi dönemeyebilirdin'' diyordum kendi kendime konuşacak halim olmadan, ağır adımlarla dalağım elim yüzüm her yerim şişmiş halde yavaş yavaş piknik alanımıza giderken, insanların dönüp dönüp bana baktığını hissediyordum ve bu hislerimde yanılmadığını berkay beni görür görmez haklı çıkardı.
''noldu kemo, nerelere gittin? yüzün bembeyaz olmuş. ne bu hal?'' diye sorarken, apo ve irşat'ın hatta kızların da ''iyi gözükmüyosun'' gibi laflarına aldırmadan yüzümü ömer'den yana çevirmiştim. o da en az benim kadar yorulmuştu. üstelik benim şımarık çocukça bir hareketimden dolayı oturduğu taşın üstünde nefesini almakta güçlük çekiyorken, aramızdaki fark; onun yüzüne adeta kan gitmiş ve bütün adaleleri kasılmış vaziyette estetik bir poz vermesiyken benim gözlerimin kararmasıydı. yanına gidip ne için olduğunu bilse de bilmese de ona bir teşekkür etmem gerektiğini düşünüyordum. ama şimdilik dinlenmeliydim ve bulduğum en yakındaki havluya çöküp uzandım ve göğüs kafesimin yerinden çıkmaması adına elimle kalbimi üstüne koymuştum...

geçen on dakikanın sonunda yemek gerçekten hazırdı ve ömer çoktan kendine gelmiş halde beni çağıranların arasında sesini duyururken benim için bazı şeylerin ne kadar zor olduğunu yine düşünmekten alıkoyamadım kendimi. geçen dakikaların sonunda hala cevap verebilecek güce ve nefese sahip değilken ve bir tür komada gibi yatıyorken kimsenin bana ilişmemesini istiyordum. ama yine de basit düşünmeli ve oturup herkesle beraber yemeğimi yemeliydim.

toparlanmak adına yüzüme örttüğüm havluyu kaldırıp doğrulmaya çalıştığımda da bu kez apo elimden tuttu. aralarına girip zoraki bir gülümsemeyle kızlara selam verdikten hemen sonra önüme konan tabaktaki balığın görüntüsü ve kokusu bile midemi bulandırmayı başarmışken ben yiyemiyeceğim sanırım dememe rağmen ardından başlayan ısrarlara daha fazla dayanamayarak ağzıma götürdüğüm birkaç lokma için bile midemi 2-3 defa bastırmam gerekti. başımın ağrısı daha da şiddetlenirken sıcağın etkisiyle midemin bulantısına bir türlü engel olamayarak en sonunda kalkıp uzaklaşmamın, hepimiz için en iyisi ve en doğrusu olacağını bile söyleme zahmetine giremeden, bir el hareketiyle izin isteyip masadan gerçekten kalkman gerektiğini işaret ederek kusmaya gittim.

belli bir yaştan sonra kusmak gerçekten çok zormuş... ağzımdaki salyayı tükürecek dermanım bile kalmamışken
orada bulunan yaşlı bir teyze ve amcanın yanıma gelip bana iyi ''iyi misin?'' diye sorması karşısında, gülüyordum... ve o günden sonra dudaklarımın kenarına yerleşen; yer, olay ve zamana göre acıyı, alayı, hüznü ifade eden bu eğri gülümseme bir daha beni hiç terk etmedi.