bugün

entry'ler (85)

amour

yeni yılın ilk günü. izinliyim. uzun zamandır beklediğim filme haneke’nin amour filmine gitmek için internetten sinema seanslarına baktım. kızılırmak sinemasında yok.(üzüldüm, benim için değerlidir kızılırmak). büyülü fenerin on iki kırk seansına karar kıldım. yine de emin olmak için sinemayı aradım. malum yılbaşı sabahı açık olmayabilir. telefonu açan kızın sesinin canlılığına şaştım kaldım. belli ki dün gece dağıtmamış. o da benim gibi evinde girmiş yeni yıla, sıfır alkol bol kahve. ne garip kızın dolgun ve canlı sesi kendime gelmemi sağladı. ilk seanslar on iki otuzda başlıyormuş. eh zaten benimki on iki kırk.

yılın ilk günlerine özgü bir hava vardı dışarıda. sokaklar bile akşamdan kalmaydı. perdelerin ardında yeni yıla umutla girmiş insanlar uyuyorlardı. belki üç beş lira isabet etmişti biletlerine, belki sevdikleriyle girmişlerdi yeni yıla. ya da mutsuzdular, her yıl oldukları gibi…
bindiğim belediye otobüsü pekte dolu sayılmazdı. normal.

otobüsten inip doğru sinemaya gittim. düşündüğümden fazla insan vardı, kızılırmak sinemasında koca salonda tek başıma onlarca film izlemiş biri olarak hayli garipsedim bu kalabalığı. gişedeki kızdan biletimi aldım. salon bir, h sırası sekiz numara on dört lira. kıza dikkatlice baktım telefondaki sesin sahibi mi diye, değildi. dışarıda bir sigara yaktım. içeri kafeye girdim. bir su ve crunch, üç lira.

salondaki yerime oturup nereden geldiği belli olmayan klasik müziği dinlemeye başladım. salonun beşte biri doluydu. derken orta yaşlarının sonunda neşeli bir çift yanıma yaklaştı; galiba bizim yerimize oturuyorsunuz dedi. sekiz numara dediler ama dedim. kadın; bize de sekiz dediler dedi. burası h sırsı değil mi. yok ı burası dedi adam. bozuldum ama belli etmedim, özür dileyip kalktım. bir ön sıraya oturdum, arkama baktım kalktığım yere değil de iki yana oturmuşlar. ah şu insan soyu!!
sonra ışıklar karardı, reklamların gümbürtüsü doldu kulaklarıma… biraz sonra da film başladı.
film bitip yazılar akmaya başladığında insanlar kalkmaya başladılar. kalkarsam eğer bozacaktım büyüyü. işte hayatımın sonuna kadar burada oturmalı, son nefesimi burada vermeliydim. haneke; hayat düşünemeyeceğiniz anca yaşayabileceğiniz kadar acı diye bas bas bağırmıştı kulaklarıma. yavaşça doğruldum. ağır adımlarla çıktım sinemadan, gün ışığı gözümü aldı. montumun yakasını kaldırıp sokak boyu yürümeye başladım. hatay dürümcüsünden tavuk dürüm alıp yürümeye devam ettim, oturursam eğer, durursam bir daha gidemeyeceğimi hissettim. sonuna kadar gitmeliyim diye düşündüm. artık aşkın ne olduğunu bildiğime göre şu belediye otobüsünün altında can verebilirdim. yapamadım. yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…

tutunamayanlar

içimde tuhaf alışılmadık bir huzur var. her akşam iş çıkışında geçtiğim caddelerde gördüğüm yüzler bir başka bu akşam. herkes ben dahil mutlu. belki uzun yorucu bir işin sonuna gelmiş olmak, amansız bir hastalığın ölen son hücresiyle hayata yeniden başlamak, sevdiğimiz insanın bizi sevmesi, tuttuğumuz takımın galip gelmesi, sevdiğimiz yazarın yeni kitabının çıkmasına iki gün kalması, ruhumuzu okşayan bir müzik…
geç saatlerde metroda pek insan olmaz, benim gibi işinden geç çıkan insanlar, belki arkadaşlarıyla biraz eğlenip eve geç kalmamak için son otobüse yetişmeye çalışanlar vardır.
metro hareket ettiğinde kitabımı çıkarmış tuhaf âlemlerde yüzüyordum. sonra yanımdaki genç kız çantasından yıpranmış bir tutunamayanlar çıkardı. gözlerimi kendi kitabımdan alıp kızın yüzünde biraz dinlendirdikten sonra elindeki tutunamayanlarda sabitledim. fark etti. ne düşündü acaba? elindeki kitabın benim hayatımı değiştirdiğini, en derin hüzünlerimin ve en uç sevinçlerimin kaynağı olduğunu biliyor muydu? kitabımı kapayıp çantama koydum. henüz kitabın başlarındaydı. doksan altıncı sayfa. kitabın sırtındaki numaradan bir kütüphaneden aldığını anladım. daha önce onlarca kez okunmuş, cümlelerinin altı çizilmiş, sayfaları bükülmüş, hatta yer yer yemek lekelerinin bulunduğu bir kitaptı. heyecanlanmıştım. bu muydu bu akşamki mutluluk sanrımın sebebi?
istasyonları bir bir geçerken kızın kulağındaki kulaklık dikkatimi çekti, dikkatlice kulak kabarttığımda hiçte hafif olmayan bir müzik çalıyordu. sinirlendim. hem zaten kitabı sıkılarak, istemeye istemeye okuyordu, sürekli şarkı değiştiriyordu elindeki telefondan. zorla mı okutuyorlardı. kim niye yapsındı bunu. turgut, selim, süleyman kargı, günseli en çokta olric, onlarda sıkılıyorlar mıydı şu kızcağızın elinde. hâlbuki ne sevinmiştim o kitabın çantadan çıkarılıp açılışına. neredeyse alkışlayıp sarılacaktım. ne yani şimdi bu kız sıkılıyor muydu? yüzüne baktım ne bir acı, ne bir tebessüm. belli ki kulağındaki müzik daha ilgi çekiciydi. hiç utanmıyordu üstelik. elindeki cümlelerin ağırlığından o kadar habersizdi ki. çekilen acıya o kadar yabancıydı ki içinde olduğu girdabın farkında bile değildi. arada bir kitabı kapayıp müziği değiştirmesine daha fazla dayanamadım. yavaşça; siz ne yapmaya çalışıyorsunuz dedim. gözlerini bana çevirip kulaklığını çıkardı. buyurun anlamadım der gibi baktı. duymazsın tabi, o müziği bir kapat hele dedim. (içimden)… yo sizde demedim dedim. terlemiştim ve gözüm seğiriyordu. şaşkın bir surat ifadesiyle tekrar kulaklığını takıp tutunamayanları okumaya başladı. artık dayanamıyordum. o kadar sıkılıyordu ki, sıkıntısını gözümle görebiliyordum. belli ki ödevdi bu kitap. ah şu kitabı ödev diye okutan hocalar tez elden kızılay meydanında sallandırılmalı ki ibret olsun. baktım metro son istasyondan önceki istasyona girmek üzere, hazırlandım. kapı açılır açılmaz kızın elinden kitabı kapıp çıktım metrodan. kısa bir çığlık attı kız ama peşimden gelmedi. niye gelsin, kurtarmıştım onu. kitap elimde çıktım istasyondan. gittim bir banka oturdum, rastgele bir sayfa açıp okumaya başladım. içimde metroya binmeden önce hissettiğim huzur vardı, bir hastalıktan kurtulmuşum da hayata yeniden daha bir şevkle başlamışım gibi…

vüs at o bener

"yanlışlığın nerede olduğunu tam kestiremeden öleceğim gene de." vüs’at orhan bener

uykuyu yırtıp atan gözkapaklarımın zihnimi karşı karşıya bıraktığı cümle. evet, bir yanlış, eksik, olmamışlık, bilinmeyen ya da her neyse. günlerdir zihnimde dönüyor vüs’at bener’in bu cümlesi. çaresizlik. bilmem gereken bir şeyi bilmiyormuşum gibi, herkesin bildiği, bilmemenin affedilmeyeceği ve ayıplanacağı bir şeyi bilmiyorum. evden çıkıp durağa yürürken hissettiğim; evde bir şeyler unutmuşum hissi gibi her uyandığımda bilmem gereken bir şeyi uykuda unutmuşum hissini tüm ağırlığıyla üzerimde hissediyorum. ve bu duygularla ölecek olmamın tarifsiz acısını, bucaksız çaresizliğini duyuyorum.
bilmek. i̇şime yaramayan, günleri daha hafif geçirmemi sağlamayan, kendimi geçtim kimseye en ufak bir faydası olmayan o kadar çok şey biliyorum ki. bu utanç verici.
hiç dostoyevski okumamış bir insanın benden kolay yaşamasına dayanamıyorum. kafka’dan bir haber genç adamın ve celine’nin adını bile duymamış kadının mutlu mesut öpüşmelerini öyle kıskanıyorum ki. yanlış var bu işte. benim çocukluğumda bıraktığım iyimserliğin amcamın, dayımın ya da iki çocuk babası, banka memuru üst komşumun yüzünde ne işi var? madem o iyimserlik bir ömür taşınabiliyordu, neden bıraktım o uzak geçmişin karanlık köşelerine. hangi hayranı olduğum yazar kandırdı beni de elimdeki tek umudum olan iyimserliğimi aldı.
kestiremiyorum yanlışı sayın bener, kestiremiyorum ben de. kestiren var mı, yanlış burada diyen var mı ondan da çok emin değilim.
tüm küstahlığımla ve doymazlığımla diyorum ki, erosun kollarındaki huzurun allah belasını versin. tüm tersliklerin önünü kapayan, gerçeği perdeleyen, arkaya iten, kestirelemeyen yanlışı saklayan şehvet değil de nedir. güzel bir kadın tüm yanlışları siler mi? beter olun!
kabul. tevekkül. i̇stemeden doğup yine istemeden ölmek diye bir şeyler denmiş olması lazım. aynen böyle.
şimdi yağmur yağıyor şehre. baharın sonu. sonbahar. pencereden izliyorum ağaçlara çarpıp yaprakları yerle bir eden damlaların hıncını. rüzgar dövüyor şehri. i̇nanmak istiyorum bu uğultuya. i̇nanmak! her şey olması gerektiği gibiymiş gibi ama huzurlu değilim. eksik sanki, eksik olmalı. her şey tamsa ve olması gerektiği gibiyse benim burada ne işim var. şimşek, gök gürültüsü ve daha fazla yağmur. perdeyi şehrin yüzüne kapayıp kitaplığıma dönüyorum. alyoşa gülümsüyor ve; gel boş ver diyor. boş ver. nasıl olsa daha fazla bilmeden öleceksin.

umutsuzluk

ölüm korkunç olmasına korkunç ya bir de umutsuzluk var ki sevgili okur ölümden daha korkunç. hani bazılarımızın doğuştan üzerine bir çizik atılmıştır hani. olmaz bir türlü. dünya döner, güneş doğar da bir türlü yoluna girmez hayat. hep kıyıda, hep izlemektesindir. hayat oralarda bir yerlerde akarken öylece bakarsın. umutlar mutluluklara dönüşür de şaşar kalırsın bu işe. benim umutlarım niye hiç mutluluğa evrilmiyor diye bakarsın göğe. sonra, sonra tutar aşık oluverirsin, kendi varlığını başkasında eritmekle çözüleceğine inanırsın, umutlar ne de güzeldir o zaman. sonra ne olur biliyor musun? aşık olduğunla kalırsın. aşık olur ve öylece tek başına devam etmek zorunda kalırsın. zaten kırılan hayallerle paramparça olmuş ruhun iyice dibe batar. battıkça batarsın. beyaz yalanlarla yaşamaya başlarsın, ortalık bembeyaz olur. bırak gerçeği görmeyi, gerçeği hatırlamazsın bile. yalansındır. sokakta, otobüste, iş yerine koca bir yalansındır. kendi hayallerini mahvettiğin yetmezmiş gibi başkalının beklentilerini de boşa çıkarırsın.
bir sır vereyi mi sevgili okur. anlatırsın. anlatacaklarının bittiği gün kafana sıkacağın gündür. sırrım şu; benim anlatacaklarım bitti sevgili okur. ama ölümden korktuğumdan anlamsız cümleler kurmaya, bir şeyler anlatıyormuş gibi yapmaya devam ediyorum. evet, ben yaşamaktan nefret ederken ölümden korkacak kadar adi bir adamım. dinlediğin için de sana öyle minnettarım ki, sağol, sen de olmasan ne yaparım. beni bırakma sevgili okur, ölmekten de yaşamaktan da korkuyorum….

kolları façalı bir kıza aşık olmak

“ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması tesadüf değildir. kafalarından.” der david foster wallace “bu su” adlı kısa kitabında. kesin bir ölümdür, ve şuna benzer bir şeyle devam eder; kafasına ateş etmeden önce kişi zaten ölmüştür. belki de bu yüzden kendisini asmıştır wallace, bilinmez…
belki aşık olduğum kolları façalı kız da defalarca düşünmüştür intiharı. hani bileklerine o kesikleri atarken, şöyle derinlemesine kesmeyi. belki kesmiştir de, anlatmadı hiç. kolları bir kadının kollarına göre çok aykırı olsa da yüz çizgileri, bakışlarındaki derinlik bir kadına göre çok daha anlamlı, güzel. aynı neslin çocuklarıyız ve neslimizin kolları façalı. yirmili yaşlarında kollarını acımasızca kesiklere boğmak için insanın ne gibi acılar yaşaması gerekir. etrafa zarar vermemenin ya da verememenin bir sonucu mu o kesikler? sokaklarda, otobüslerde, parklarda, kafelerde kolları façalı dolaşan bu nesli kim bu hale getirdi. kim onları bu kadar acımasızlaştırdı/acısızlaştırdı. bunun sonucunda tıpkı wallace’in dediği gibi kafalarına sıkacak yaşa gelmeyi mi bekliyor bu nesil?
kolları façalı bir kıza aşık olmak ne demek? belki bakışların attığı façalardan bahsetmek gerek. oysa hiç halim yok. uzun süre o kesici bakışlara maruz kalamadığım gibi insanın kendisine bu denli zarar vermesine da anlam veremiyorum. ya da bir dakika. acaba acıdan bihaber miyim? belki kolları façalı bir kızı sevmekle tadacağım acıyı.

seyfi teoman

Hayatın yarısında kestik! Diye bağıran bir yönetmen. Otuz beş yaşının ilk saatlerinde duran zaman… Ölüm denen soğuk rüzgar yine vurdu tenimize. Her ölüm erken ölümdür der ya şair, bu fazla erken oldu. Anlatılacak hikayeler, öğretilirken öğrenilecek detaylar genç bir insanın ardından solup gittiler. Adalet arar oldu ruhum yine, yine mi iyi insan öldü? Kötüler, kötülükler kol gezerken bir güzellik daha mı yitti? Yoksa o naif ruhların kaderi mi bu? Bu kadar kötülüğün içinde yapamıyor mu bu güzel insanlar? Sorular, sorular, sorular… hep genç kalacak Seyfi Teoman, çaresizliğimizi hatırlatacak o iki filmi. Ve zamanımızın dar olduğunu.

into the wild

film harika, insana uzun uzun kapıya baktırıyor, acaba gitsem mi? diye. burası türkiye. şimdi filmdeki arkadaş üniversiteden mezun olduğunda bankada birikmiş parası var, bizimde var yalnız bir farkla bizim borç hanemizde birikmiş bu para. devlet adamın peşini bırakmaz. kimlik kartlarını, banka kartlarını kesip ateşe verdin diyelim, polis çıkar lan kimliğini tipi bozuk dediğinde ne yapacaksın, hem dağ bayır gezip doğal yaşamak kimin haddine bu ülkede kör bir f16 füzesiyle paramparça olabilirsin veyahut bir grup gerillayla karşılaşıp; biz burada savaşıyoruz sen ne geziyorsun lan götoş diyerekten kaçırılma ihtimaliniz var. velhasıl kelam zor sevgili okur. peşinize jandarması, polisi, bankası cartı curtu düşer, bu ülkede insan başını alıp gidemez, göndermezler. ha film diyordum, güzel, hatta çok güzelde bizim ülkemizde zor. evet.

yağmurlu hava

ıslak sokaklarda su sıçratan arabalar köşelerde kayboluyorlardı. soğuk esen rüzgardan korunmak için montumun yakalarını kaldırıp başımı omuzlarımın arasına gömdüm. saçlarına düşen damlalarla daha bir güzelleşen insanlar çatık kaşlarıyla hızlı adımlarla yürüyorlardı. fazla değil üç bira içmiştim. üç bira yağmurlu günleri çekilir yapar. ıslak sokaklar daha güzeldir üç birayla. ıslak saçları yanaklarına yapışmış kırmızı pardesülü bir kadın hem yürüyor hem ağlıyordu. gözyaşları yağmurun ardına saklanıyordu ya, bir ben anladım ağladığını. üç bira farkındalığı geliştiştirirmiş yeni öğrendim. yağmurun ıslattığı sarı saçları altın gibi parlıyordu. peşine takıldım.yağmur var gücüyle yağıyor, sokaklardaki insanlar saçak altlarına kaçışıyorlardı. kaldırımda bir ben bir de o yürüyor saçak altlarındaki insanlar film izler gibi bizi izliyorlardı. durdu kadın. ben de durdum. yağmur damlaları iğne gibi saplanıyoru beynime. kadın dönüp yeşil gözleriyle bana baktı, düşen yağmur damlalarının ardındaki yeşil gözlerinde ceylanlar otluyordu. ıslak yüzüme sert bir tokat attı. saçak altlarında alkış koptu. sonra sarıldı bana. özür diledi, koşarak bir köşede kayboldu. kalabalığa dönüp selam verdim. ne zaman yağmur yağsa bir kadın tokat atar bana ve sarılır sonra. yağmurlu havalar üç birayla güzeldir...

inşaat şantiyesinde yanarak ölen işçiler

babasıyla konuştu, yarın pazartesi okula gidecek, erken yatması gerektiğini öğütledi babası sonra gelirken getireceği bisikletten bahsetti, özledim sizi, dışarıda kar yağıyor havalar soğuk ama düşünmeyin beni siz, faturalar için para yollayacağım yarın...çok soğuktu battaniyeye iyice sarıldı, söyleyemezdi ya bu kadar üşüdüğünü... çadırın içi eşlerinin çocuklarının şimdi ne yaptıklarını düşünen yorgun bedenlerle kaynıyordu. babasıyla konuşup yatağına yattı çocuk, babası onun için çalışıyordu, bir gelsin ona cekette aldıracaktı, dua etti allahım ne olur babam çabuk gelsin... kocasının varlığından güç alan genç kadın alnından öptü çocuğunu... biraz para, borçlar kapansın, gelecek, hep beraber oturacaklar akşamları... çocuk rüyasında babasına koşuyordu koşuyor koşuyor bir türlü sarılamıyordu, öylece gülüyordu babası, alnından terler boşalıyordu sonra bir alev topuna döndü ortalık, çocuk alevler içinde fırladı yataktan, annesine sarılıp ağlamaya başladı. babamı çok özledim anne.

sözlük yazarlarının korkuları

berber koltuğunda önlük takılırken o iğne enseme saplanacak diye ödüm kopuyor sevgili okur...

umutsuzluk

şehrin ışıkları karşımda oynaşıp dururken ufukta belirecek güneş yeni bir günü serecek ayaklarıma, sonra yine ufuk kızıllaşacak ve gün geceye dönecek,uykusuz geçen geceler hayatın nereye aktığına dair parlak olmayan fikirler doğuracak, umutla yaşamak yalanına sarılacak insanlık, kafka demiş ya hani "umut olmasına var, sınırsız denecek kadar umut var, ama bizim için değil" kitaplar, müzikler, filmler, güzel vücutlar... sonra karanlıkta kıpraşan ışıkları başka gözler seyredip umutsuzluğa kapılacak. oysa umut var, bizim için değil..

kişisel gelişim kitapları

belediye otobüsünde açık cam yüzünden yaygara koparan genç iş kadının ruh hastası olmasının başlıca nedenidir kişisel gelişim kitapları...

mutsuzluk

yıllar yılı aynı güne uyanmak...

buseterimkadıköyegelsinatesimizialsın

bu ülkede taraftarlığı kimse sınamaya kalkmasın, şike davalarının nasıl gittiği ortadayken, zaten sinirler gerilmişken tribün ağzıyla konuşursan karşılığı da bu şekilde olacaktır, çok ahlaklı taraftarların ayy ne terbiyesizce demeleri ayrı komik tabi, fener karşıtları şimdi ağızlarına hiç küfür sürmedikleri temiz mahluklar sanıyorlar ya kendilerini, kimse kusura bakmasın şu ortamda böyle söylemlere girişirseniz yanıtı böyle olur.

tres puntos

ispanyolca üç puan anlamına gelir. hector cuper sayesinde ordusporlu taraftarların sloganı olmuştur.

nefret edilen şeyler

üzerine bastığım gevşek kaldırım taşının paçama su fışkırtması.

ankara

abartılı makyaj yapmış çok çirkin bir kadın ankara...

istanbul boğazında beliren fethullah gülen silueti

o ne büyük çoşkuydu yarabbim, ağlayanlar, bayılanlar, koşuşanlar... dikkatli baktığımızda silüetin ağladığını gördük ıyşşş tüylerim tiken tiken şu an.

yaran yanlış okumalar

yazan: kahtalı mıçı
okunan: tahtalı fıçı

çocukluğun soğuk geceleri

acının kelime kelime anlatıldığı incecik roman. yazarın içinde kıvrandığı ruhsal bunalımların yansımasını okurken insan aslında acıya o kadar da batmadığını düşünüyor. evet ben zamanın ezici ağırlığının ruhuma verdiği acıdan şikayet ediyorum ancak bu kitabı okuduktan sonra ruhsal acının bir üst sınırı olmadığına inandım. hayattan muzdarip bir ruhtu tezer özlü tıpkı oğuz atay gibi, yaşamayı delice severken yaşayamamanın ızdırabını duymak, bir türlü o kalabalığa karışamamak... o incecik kitaptaki acının yoğunluğu yoruyor insanı, yazarın hayattan tez gitmesi de bir yerde anlam kazanıyor aslında bu kitapla...