bugün

Bu sene 152. Yıldönümü için anma törenleri yapılan, 21 Mayıs 1864 Büyük Çerkes Sürgünü için bu sene 14 Mayıs ta Kafkas Dernekleri Konfedarasyonu Kefken de idi. 21 Mayıs ta ise Rusya da olacak olan konfederasyon, Sürgün ve Soykırım sırasında vefat eden atalarımızı anacaklar.
http://www.muhabirce.de/2...s-suerguenuenuen-152-yili
Gelecek hafta da Rus konsolosluğu önünde basın açıklaması yapılacak.
Büyük Çerkes Soykırmı ve Sürgününün 152. yıl anma etkinlikleri Kefken bölgesinde gerçekleştirildi. Babalı Köyü'nde Çerkes ve Abhazların sığındığı mağaralar ile anıt mezara karanfiller bırakılarak Kuran'ı Kerim okutuldu. Ardından denize çelenk ve kırmızı karanfiller atıldı. Meşaleler yakılarak sahile bırakıldıktan sonra Nart ateşi yakılarak çevresinde "Mezar taşı nöbeti" tutuldu.
21Mayıs1864
Kafkas Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Yaşar Aslankaya, editörlüğünü Doğukan TÜRKMENOĞLU'nun yaptığı ve Yavuz KILIÇ’ın sunduğu “TRT Haber’de Dün Bugün” programına 13 Mayıs Cuma sabahı saat 08.00'de ÇERKES SOYKIRIMI ve SÜRGÜNÜNÜ anlatıyor..

https://www.facebook.com/...44032/?type=2&theater
Moskof piclerinin pek umrunda olmayacaktır.
Umrumuzda olmayandır. Keşke sürgün yiyip gelmeselerdi ülkemize.

Ekleme: etnik süpürüntülerin zoruna gidiyor yarın türkiye'ye karşı hainlik yapacağınızı da biliyoruz.
Güzel anılar vardı ve rüzgar kanatlı atlarımız...

Güzel şarkılarımız vardı... ve sonsuz düşlerimiz...
#21Mayıs1864
Çerkes Sürgünün 152. Yılı.
ÇERKES SOYKIRIMI 1864

19. yy da Çarlık Rusyası tarafından Çerkeslere karşı yapılan ve neredeyse unutulmuş 19. yy'ın en büyük soykırımıdır. Çarın emri ile yaklaşık 1,5 mliyon Çerkes öldürüldü, 1,5 milyon Çerkes ve müslüman nüfusun çoğu başta Osmanlı topraklarına olmak üzere sürüdü. Bu Çerkeslerin (ulusun) %90'ını etkin bir şekilde yok etti. Çok daha fazla Çerkes o zaman bağımsızlığını yeni kazanmış olan başta Sırbistan ve Bulgaristan gibi Balkan ülkelerinde izlenen politikalar doğrultusunda öldürüldü.

Unutmayın ve unutturmayın.

Çerkes soykırımı, sürgünü değil, bizzat soykırım ibaresi olarak ifade edilmiştir. Dünyanın en büyük soykırım gören halklar sıralamasında 4. sırada yer almaktadır.
Aslında dünya Çerkes soykırımını biliyor ve dünya bu soykırımdan haberdar, ama bunu dile getirmek işlerine ve çıkarlarına gelmiyor.
Osmanlı topraklarına sürülen topluluk. Bir bunlar eksikti bizim topraklara zaten amk. Başka yere sürselerdi bari.
rusların çerkesleri bize kakalamasının 152. yıldönümü.

şiddetle kınıyorum.
Karadenize gömülmüş anılarımız var bizim #21mayis1864 den beri !..

Anladık ki hala kanayan bir yaradır bizimkisi. Ve hala sıcaktır acılarımız, tarihine sahip çıkmasını bilenler için..

#cerkessürgünü #21may #21mayiscerkessoykirimi #karaçay

görsel
Bütün denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsa yinede yazamaz yaşadığımız acıları.
#21mayıs1864cerkessoykırımı #Çerkes #ÇerkesSoykırımı
devletimiz yetkililerinden bir tanesinin bile ağzına almadığı soykırım. ilginç. çerkesler, ermeniler gibi soykırım soykırım diye yırtmıyor ortalığı.
o gün sürülenlerin torunları bugün türkler'e düşmanlık ediyorlar.

geçmişlerine lâfım yok ama sizin ben bugününüzü sikeyim!
"Çerkeslerin köyünü yaktık, hayvanlarını öldürdük, ekinlerinin üstünde atlarımızı sürdük... Çocuklarını acımasızca öldürdük...
Ve Çar bize bu katliamları yaptık diye bu onur madalyasını verdi.
Hangi onur? Hangi onurlu insan bunları yapar?
Ben Tanrı'ya beni affetmesi için her gün yalvarıyorum..
Onlar vatanlarını savundular ve yiğit insanlardı. Biz ise insanlıktan çıkmış birer ucubeden farksızdık. Elimize esir düşen Çerkeslerle yan yana geldiğimizde sanki biz onların esiri gibi duruyorduk onlar ise dimdik vakur duruşlarından taviz vermiyorlardı. Tanrı beni affetsin …".

- Yüzbaşı Alexander Zyatov 1865
Gece soğuktu…
Bindiğimiz tekne beşik gibi sallanıyor ve karanlık denizde dalgalar arasında diğer teknelerin ışıkları bir görünüp bir kayboluyordu. Korkuyordum. Ama korkudan fazlaydı kalbimdeki ağrı. Teknedeki herkesin gözlerinde belirsizlikle beraber korkuda vardı. Bu korku ölüm değil, bu korkunun adı ayrılık. insan sevdiklerini kaybetmekten korkar ya, işte bu korkunun adıdır 21 Mayıslar. işte bu korkunun adındadır, bu korkuyu yaşanların üzerindeki ahlar.
Gecenin karanlığını bulutların arasında olsa da, kudretini belli eden dolunay bozuyordu. Dalgalar ise gemiye tokat atar gibi ses çıkarıyor, batan gemilerdeki insanların yardım çığlıkları da, gecenin sessizliğini bölüyordu. insan işte o zaman anlıyor, çaresizliği, ayrılığı ve kalbinin paramparça oluşunu… Yanında birileri ölürken, onlara elinden hiçbir şeyin gelmemesinin acını…
Kaç yıl geçti, kaç mevsim değişti, hala unutmadım o yaşadıklarımı. Kaç defa uykumdan uyandım hatırlamıyorum bile. Bazı acıları unutmak için ölmek gerekiyor. işte bu yüzden ölüm bir yerde güzel oluyor.

Babamı, köyümüzü rus askerlere karşı savunurken kaybettim. Annemi ve kardeşimi ise gemiye binerken… Ayırmışlardı kadınları ve erkekleri, öyle bindirdiler gemilere.
O an ne kadar ağlasanız da, karşınızdaki şeytanların vicdanlarına dokunamıyorsunuz. Sadece Anneme; “indiğimizde seni bulacağım Anne” diye seslenebildim. Sonrasında bir askerin, silahının dipçiği ile vurarak gemiye itildim. Ağlamaktan güçsüz düşsem de, geminin bir köşesine gidip, Annemin bindiği gemiyi aradım gözlerimle.
Ama o kadar kalabalıktı ki, mahşer yerini andırıyordu orası. Gemiler, insanlar, ağlayanlar, küfür edenler, kaderine isyan edenler ve gözü doymayan gemi kaptanları.
Bizim gemi de dolunca açıldık karanlık denize, diğer açılan onlarca gemi gibi, bizde ölüme doğru yelken açtık.
Kimse nereye gideceğini bilmiyordu, kalmaya direnler ölüyor, gitmekle kalmak arasında hiçbir seçim hakkı tanınmıyordu buradaki insanlara…
Ya gideceksiniz, ya da öleceksiniz. Ama birde giderken ölmek diye bir şey vardı ki, onun acısını ben, Annem ve kardeşimden koparılırken yaşadım.

Bizim topraklarda erkek çocuklarını küçük yaşlarda hazırlıyorlar bazı acılara. Erkekler ağlamaz sözüyle başlayan eğitimler, kılıç kullanma ve at binmeyle devam ediyordu.
Bizim topraklarda çocuklar düştüklerinde canları yansalar dahi ağlamıyorlardı. Ağlamak bir nevi zayıflık kabul ediliyor, belki de babaların çocuklarını ağlarken görmeleri, ayıp kabul ediliyordu. Bundan pek emin değilim, ama düştüğüm zaman canım yansa da, babam beni izlemese de izliyormuş düşüncesiyle ağlamıyordum. Babamın beni güçsüz görmesini istemiyordum. Öyle büyüdüm ben.
Gerçi köyümde babamla, annemle, kardeşimle birlikte olsam büyüdüm diyemem. Ama bu yolculukta büyümek zorunda kaldım.
Ağlıyordum. Babamın beni izlemediğinden emindim.
Ağlıyordum. Annemin ve kardeşimin canından endişeliydim. Ağlıyordum. Çünkü ben hala küçük biriydim. Ağlıyordum. Elimden başka hiçbir şey gelmiyordu…
Ağlıyordum. Çaresizliğime, kaderime, anneme, babama, kardeşime, vatanıma, köyüme, kendime ağlıyordum…

Babam şöyle derdi;
“Erkek adam ağlamaz, aslında erkek adam bir kadını da ağlatmaz. Ağlama, çünkü ağlayarak hiçbir acı dinmez, hiçbir yangın sönmez, ağlamak sana çare getirmez.”

Babam haklıydı. Ağlamak hiçbir acıyı dinmiyordu, kalbimdeki ateşi de söndürmüyordu. Ama napayım, ağlamaktan başka elimden bir şey gelmiyordu…
Babalarının ölümlerine şahit olan her çocuk ağlar.
Annesinden ayrılan her çocuk gibi. Kardeşini bir daha göremeyecek olan her çocuk gibi.
Köyündeki yaşlı insanlar kurşuna dizilirken ağlayanlar gibi, askerlerin girdikleri evlerde tecavüz ettikleri kadınlar gibi ağlar. Kocasını savaşa gönderen bir kadının, ağladığımı kimse görmesin diye tek başına kaldıklarında ağladıkları gibi ağlar.
Babasının ölümünü kabul edemeyen çocuk, ne bileyim, sadece ağlar işte ağlar…

Ellerimle yüzümü kapatıp gücüm tükeninceye dek ağladım. Ama ne annemi gördüm, ne de kardeşimi, ne de içimdeki yangın söndü. Sadece ben biraz tükendim.

Yanımda oturan yaşlı bir amca, bir kadın tarafından bırakılan bir battaniye verdi bana.
Gözlerinde tüm dünyadaki acıları biriktiren bir bakışa sahip bir amcaydı. Babamın aksine, “ağla evlat, ağla, gökler dilerim bize yapılan bu zulme sessiz kalmaz.” Diyordu.
Battaniyeye sımsıkı sarılırken, battaniyenin sahibini anlattı amca, ağlamaklı gözlerinde yaş kalmamış, sözlerinde ise umut çoktan gitmişti amcanın…
Battaniyenin sahibi güzel bir kadınmış.
Gemiye binene kadar saklayabilmiş güzelliğini, ama bir asker fark edince o güzelliği, indirmek istemiş o kadını gemiden.
Kadın gemiden inmemek için direnmiş askere, ama bir kadın ne kadar direnebilir ki?
Gücü ne kadar buna müsaade edebilir? Aç ve yorgun bedeni buna ne kadar dayanabilir?
Gücü yettiğince direnmiş bu kadında, tükenince gücü, kendi canını almış bir hançerle…
Daha limandan ayrılmadan denize bizden biri düşmüş. Bu kadın, yolculuğumuzda denize verdiğimiz ilk kurbanımız olmuş bizim…
Ölüm burada normal bir olaymış gibi karşılanıyordu, bizden insanlar ölüyor, kimse bu ölümlere üzülmüyordu. Askerler kendilerine direnen herkesi öldürebiliyordu, kimse de gelip o askere hesap sormuyordu. Ne kadar ölürsek, onların gemi kaptanlarına ödeyecekleri paralar da azalıyordu çünkü. Bizim canların hiçbir değeri yoktu. Kendi namusunu korumak için kendi canını alan o kadının hiçbir değeri yoktu burada. Zaten tarihte yazmayacak o kadını ve o kadının adamlığını…

Burada bizim canlarımızın pek bir değeri olmadığı gibi, kadınlara ikinci sınıf insan muamelesi yapıyorlardı. Kadın kendini öldürmeseydi ve gemiden indirilseydi. Muhtemelen tecavüze uğrayacaktı ve sonrasında da ya köle tacirlerine verilecek, ya da o askerin evinde hizmetçi olarak yaşayacaktı. işte burada ölmek bir yerde kurtuluş oluyor insanlar için. Bir yerde ölmek, sürgün yaşamaktan daha iyi geliyor.

işte o kadının geride bıraktığı eşyalar arasında bana bu battaniyeyi o amca verdi. Hikâyesini de ağlayarak anlattıktan sonra. Battaniyenin altında birkaç eşyası daha vardı kadının, heybeyi andıran eski bir çanta gibi bir şeydi. Onu da denize atmasınlar diye ben aldım. Sıkıca sarıldım bu battaniyeye, sıcak tutacağından emin bir şekilde.
Kokusu sinmişti kadının battaniyeye, tıpkı Annem gibi kokuyordu. Buradaki her kadın Annem gibidir eminim, onun gibi güzel ve onun gibi güzel kokar. Keşke Anneler ölümsüz olsaydı…

Yanımızda bizimle yüzen onlarca gemi vardı. Duyuyordum batan gemilerdeki insanların yardım çığlıklarını, ağlamalarını, feryatlarını, isyanlarını…
Ölümlerini duyuyordum onların. Kalbim daha çok yanıyordu. Elimden hiçbir şeyin gelmemesi de, kalbimdeki yarayı daha fazla kanatıyordu.
insan öyle bir durumda ilk aklına hemen yakınları gelir ya, işte bir an unuttum tüm insanları ve aklıma Annem ve kardeşim geldi.
Acaba dedim, acaba onlar nasıl?
Hava soğuk, denizin ise hiç insafı yok.
Kıyamet dediğimiz olay belki de o andı bizim için. Ölen insanların haykırışları arasında, hayatta kalma telaşı. Bizlerin öyle bir telaşı yoktu, ama gemi kaptanının gözlerindeki ölüm korkusu ve telaş, limanda adam başına aldığı paralar, batmamak için inandığı her kimse ona dua etmesi. Ölümün o gece denizin üzerinde gezdiğinin habercisiydi.
Paraya taban hiçbir insan, ölüm geldiğinde birkaç saniye fazla nefes satın alamıyor. Paranın gücü buna yetmiyor. Keşkelere sığınıyor işte insan, kaptanın keşke daha az insan alsaydım diyen bakışları ve batmamak için gemideki eşyalar yerine birkaçımızı denize atması gibi…

O an içimden bende dua ediyordum. Ne olur diyordum ne olur, Annemlere bir şey olmasın. Bana olsun ama onlara bir şey olmasın. Kardeşime bir şey olmasın ve bu gece biran önce son bulsun. Denizden ilk o zaman nefret ettim. Sonra da bir daha denizi hiç sevmedim.
Bizim gemiden birkaç tane işe yaramayacağını düşündüğü yaşlı insanı denize attılar. Bana battaniyeyi veren amcayı da. Çocuğum diye beni bıraktılar. Şans mı, yoksa kaderin sayfalarına henüz ölüm yazılmadığı için mi bilmiyorum. Binlerce insanın ölümüne daha on beş yaşında şahit olmuş biri, denize atılmadığı ve ölmediği için ne kadar şanslı olabilir ki?
Buna sevinebilir mi?

Keşke Annem yanımda olsaydı. Keşke sarılsaydım ve keşke kokusunu yeniden duyabilseydim. inan ölsem de bu kadar canım acımazdı. Ayrılık dedikleri şeye dayanamıyorum, gücüm yok buna, baba ne olur bağışla beni, ağlıyorum…

O gece içimden sabaha kadar dua ettim. Ağladım, gücüm tükenince bir daha dua ettim. Açlığımı unuttum, sırılsıklam oluşumu da öyle, sadece o gece bitsin istiyordum. Annemi ve kardeşimin ölmemelerini diliyordum.
Sabaha karşı biraz daha sakinledi deniz, dünkü fırtınada onlarca geminin battığını söyledi gemideki bir adam kaptana. Zaten etrafımızda da gemi görünmüyordu.
Zorlu geçen birkaç gün ve geceden sonra kara göründü. Osmanlı sahilleri, bizim yeni yurdumuz olan yer. içimde tarifsiz bir umut belirdi benimde, Annem ve kız kardeşim Setenay’la bulaşacağıma dair bir umuttu bu. Fırtınadan kurtulduklarından emindim. Aslında öldüklerini düşünmek istemiyordum, hayattaydılar ve beni bekliyorlardı. Biliyorum…
Çünkü Annem bana; “elimi bıraksan da, Anneler evlatlarının ellerini tutmak için mutlaka geri dönerler” demişti. Öyle ayrılmıştık farklı gemilere binerken.

Anneler yalan söylemezler çünkü. Anneler evlatlarını yalnız bırakmazlar. Biliyorum onları göreceğimi. Ve biliyorum kardeşim boynuma sarılıp nefesim kesilene dek beni sıkacak. Biliyorum. On beş yaşındayım ben, Annem henüz genç ve ölüm kardeşime yakışmaz benim. O daha küçük, çok küçük. Ölümün acısına bedeni dayanmaz.
Hem Annem beni yalnız bırakmaz. Söz verdi. Biliyorum, Anneler sözleri tutmadan ölmez.

Ah Setenay…
Benim beyaz gülüm, kalbimde biraz temiz bir yer kaldıysa senin eserin. Beyaz gülüm, sana söylemek istediklerim var benim. Hem sen ölümü bilmiyorsun ki, ölmek için erken daha, küçüksün. Ne olur gemiden indiğimde karşıma çık ve bana yeniden sarıl. Sen bana sarılınca ben unuturum üzülmeyi, bahar gelir bana. Çiçeklerin içinden sen açar yüreğim.
Ah beyaz gülüm, saçların toprak olmak için çok ince ve güzel kokuyor senin. Hem senden önce ölmek benim hakkım değil mi?
Hani bir keresinde babam sana ne demişti; “abilerin sözleri dinlenir” sen beni dinle ve ölme. Ölme be Setenay…

Gemi sahile yanaştığında açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşen bedenim birden canlandı ve karaya en önden ben atlamak istedim. Ama engel oldular. Sonra bir fırsatını bulup atladım gemiden aşağıya. Burada da askerler vardı ve binlerce insanla beraber, karaya yanaşmış gemiler.
Ağlayan binlerce insan, onları bir arada tutmaya çalışan askerlerin bağırmaları ve çaresiz binlerce insanın isyanları vardı.
Tek tek gezecektim yanaşan gemileri, binlerce insanın yüzlerine tek tek bakacaktım. Annem hayattaydı ve kardeşimle beni bekliyorlardı bir köşede. Emindim buna…

Binlerce ses arasında bende bağırmaya başladım.
“Anneeeee nerdesin.”
“Anne… Sesimi duyuyor musun?”
Bir yandan ağlıyordum, bir yandan Anne diye bağırıyordum. Onlarca ses arasında benimde sesim vardı ve sesimi bazen ben bile duymuyordum. Ama pes etmeden bağırmaya devam ediyordum.

“Anne…”
“Anneee neredesiniz?”
“Anne, sesimi duyuyor musun?”

Bir çocuğun dilindeki en güzel sözdür Anne. Aslında çocuk değil, tüm insanların dilindeki en güzeli budur. Ve tüm insanların diline yakışan tek söz Anne.

Defalarca bağırdım Anne diye. Gücüm tükeninceye dek.
Hayır, Allah’ım hayır. Ne olur sesimin onlara ulaşması için yardım et bana, güç ver. Ne olur… Annem bensiz nefes alamaz, Setenay daha küçük, Annemsiz hayatta kalamaz. Ne olur yardım et, ne olur sesime güç ver duysunlar beni. Ne olur beni bununla sınama…

Gelen tüm gemileri aramalıyım. Herkese sormalıyım. Mutlaka Annem ve Setenay inenlerin arasında olmalılar. Sadece sesimi duymuyorlar, ben yeterince bağıramıyorum.
Yoksa Annem, ben ne zaman ona seslensem cevap verir.
Setenay, abim diyerek boynuma sarılır.
Bütün insanların yüzlerine bakmalıyım. Burada olduklarını biliyorum, mutlaka bir yerde beni bekliyorlar. Yorulmuşlardır, Setenay dayanamaz fırtınaya, yorulduğu için bir yere oturmuştur Annem. Yoksa annemde beni arardı, bana seslenirdi. Biliyorum…
Anneler, çocuklarını yalnız bırakmazlar ki… Hem Anneler çocuklarına verdikleri sözlerden vazgeçmezler ki… Bana söz verdi, elimi bıraktığında tutmak için geri gelecekti. Öyle söyledi… Annem yalan söylemez benim.
Annem yalnız bırakmaz beni. Bırakmazsın değil mi Anne?

Karaya yanaşan tüm gemilere baktım. Herkese sordum ve her yüze baktım. Her Anneye Annem çıkar umuduyla yüzlere gözlerimle dokundum. Ama yoktu.
Hiçbir Anne, Anneme benzemiyordu.
Kalbinizin içeriden parçalandığını hissettiniz mi hiç? Hani böyle nefes almak istersiniz de, nefes alırken kalbinize bıçaklar saplanır ya, işte öyle bir andı benim için o an. Kıyamet benim için kopmuştu. Annem sözünde durma, duramadı. Kardeşim, ölüm için küçüktü, ama beni dinlemedi, benden önce ölüme yürüdü.
Ah be Setenay, küçük prensesim, on yaşına o gecenin sabaha çalan renginde girmişti.
Doğum günüydü, benim ise en kara günüm o gündü.

Ben on beş yaşında Karadeniz’den kurtuldum. Belki bana gücü yetmedi denizin, ama kapanmayacak yaralar açtı kalbimde. Yazan, kaderime keder yazmış ve kederin de adına 21 Mayıs adını yakıştırmış.
Bana onlardan tek bir şey bile bırakmadan aldı bu deniz.
Hayattayım. Ama kalbini denize bırakmış biri olarak. Yaşamak denirse buna, yaşlandım.

Son defa yanaklarımı öpüp giden kadın, son defa gözleriyle kalbime dokunan kız kardeşim ve bana sakın ağlama diyen adam, özlüyorum sizleri, özlerken biraz daha ölüyorum. Ve size geleceğim gemiyi bekliyorum bu sahilde.
Kulaklarımda hala senin sesin var Setenay. Annemin sert bakmaya çalışıp da beceremediği, kalbime dokunan yumuşak bakışı var içimde. Kalbimde kapanmayan bir yara var aslında ve kalbime adamlığı öğreten adamın son sözleri…
Ama en çokta söylemek isteyip de dilimin ucunda küflenen sözler var. Kalbimdeki yaraları kanatan sözler bunlar…

Ben bunları yazarken bir yanım hep ağlıyor. Belki rahatlamak için, belki de kalbimdeki acıyı hafifletmek için yazıyorum. Ama biliyorum bir gün, bir gün size ulaşacak bu sözler. Bir gün sizlerle tekrar görüşeceğiz. işte o zaman ayrılık olmayacak, işte o zaman ölüm dediğimiz ayrılığın adı geçmeyecek yanımızda.
Beyaz gülüm.
Kurtulduğum sahile senin doğum gününde, benim ise kara günümde gidiyorum her yıl. Biliyorum seversin sen beyaz gülleri, şimdilerde benimde bahçemdeki çiçeklerin hepsi beyaz senin gibi. Senin kalbin gibi, ama sen gelsen, biliyor musun bahçemdeki tüm güllerin boynu bükülür. Sen gelsen ve güneş unutsa doğmayı… inan aydınlığı hiç istemezdim.
Bak yine bırakıyorum beyaz gülleri denize, sana ulaşacağını biliyorum. Ama denize düşen her beyaz gül kan kırmızıya boyanıyor. insanın insana yaptığından utanmayan insan yerine, belki de deniz bu şekilde utanıyor. Bu kırmızı güller sizlerin kanı. Sizlerin ahı, sizlerin yakarışı, sizlerin acısı…
Sadece ben değil, binlerce insan var denize gül bırakan. Annem gül hangi renkte olursa olsun severdi. Ama sana benzediği için beyaz gülleri başka severdi.

Anne…
Bu sözü söylerken kaç defa uyandım bilmiyorum. Dilime yakışan en güzel söz senin adın… Biliyor musun, onlarca kitap yazdım, onlarca şiir. Ama kalpten Anne diyen birinin sesindeki aşk kadar güzel olmadı hiçbiri. Hiçbiri senin kokun kadar, senin gözlerindeki şefkatli bakışlar kadar güzel olmadı.
Anne, galiba artık büyüdüm bende, ilk zamanlar kadar kalbim ağrımıyor. Ama bazı geceler uyuyamıyorum. Sizden ayrı geçirdiğim 55 senelik bir ömür ve geriye baktığımda sadece hüzün ve özlem var. Her geçirdiğim yıl ayrı bir acı verdi bana, acıdan da fazlasıydı aslında.
Sizlerin yokluğunu hala kabul etmiş değilim, ama kalbim artık yaşlandı. Yaralarım da kanamıyor artık, unutmuyorum bana yapılanları. Ve biliyorum artık, size kavuşacağım günün yaklaştığını.
Bu sahile bir gemi gelecek ve o gemi bizi, ayrıldığımız topraklara, babama geri götürecek. Çocukça bir düşünce biliyorum, ama kaç yaşına gelirsem geleyim, ben sizden ayrıldığım yaşta, ben hep on beş yaşındayım.

Setenay.
Benim beyaz gülüm. Sen hep on yaşındasın.
Ve beyaz gülüm.
Doğum günün kutlu olsun.

Davut Sandıkcı // Beyaz Gül (21 Mayıs 2011 - Edebiyat Mayıs Sayısı)
21 Mayıs Nedir?

Çarlık Rusya’nın da yüzyıllardır sıcak denizlere inme politikası hep vardı ve onun önünde Çerkesleri engel olarak görüyordu.100 sene süren acımasız savaşın sonunda Çerkeslerin son birliklerinin yok edildip geride kalan masum ve sivil halkı gemilerle farklı ülkelere sürgün edilmesinin, vatanlarından uzakaştırılmasının başladığı gündür ve bu kara gün Rusya’nın senelerden beri gelen sistematik Soykırım projesinin son ve en etkili yok etme temelinin başladığı gündür 21 Mayıs 1864..
o güzel kızlara nasıl kıydınız lan!!
SÜRGÜN VE SOYKIRIM DA KAYBETTiĞiMiZ ATALARIMIZI SAYGI VE MiNNETLE ONIYORUZ RUHLARI ŞAD OLSUN.