bugün

yalnız mısın?

biliyorum ben de yalnızım, ben hep yalnızdım ki zaten, seni neden yalnızlaştırayım.

sen kalabalıkların insanısın, benim ne hakkım var ki çekeyim seni gökteki yıldızlardan?

benim gibi yalnız ol diye mi? sessiz ol diye mi? kaç kişinin kalabalığını susturdum ben haberin var mı?

hayatın zaten zehir, rakı şişesinde kaybolmaya yeltenen birinin üstüne kapağı kapatmaya hangi yiğidin gücü yeter?

sana kıyamam, sen koş eğlen başında beyaz çiçeklerden taç, kelebekler konsun saçlarına renkli gecelerde.

ben vururum kendimi senin yerine çiçeklerden yapılmış tabancamla ve yeniden doğarım başka bir yalnızlığa.

sen mutlu ol yeter ki, zaten hiç yoktum ben.
bazen soundtracklari vardır, hayatın...

pazar sabahi yenilen levrek ve yaninda içilen kirmizi şarap kadar uyumsuzdu, yanaklarindan akan gözyasi... sonbahara özenmis bir haziran ayında... denizin kulağına birşeyler fisildamak için dibine kadar inmişti gri bulutlar... vücudumda bir sıtma gibiydi yalnızlığım... ağlayarak arkasini donup giden bir kadin... herşey müthiş bir nizam içinde akıp gidiyordu. "dünyanın 8. harikası bir kadinin yalanidir" demişti, iyi bir dostum. haklıydı. ve o anda, kesinlikle, Tim Buckley'den Sweet Surrender çalması gerekiyordu...
-geç mi kaldığını düşünüyorsun hayata? evet düşünüyorsun. uzun vâdede bir ölü olduğun gerçeğini sindirebilir misin peki? sen hayata yetişmeye çalıştıkça, hayat da dur durak bilmeden kaçacak senden. ne mi tavsiye ediyorum peki sana? onu sen kendin bulacaksın.

-ânı yaşamaktan mı bahsediyorsun? "carpe diem" diye tutturmuşsun. peki bilmez misin; hayatının her ânı bir ızdırapsa hangi anı yaşamaktan bahsedebilirsin ki?

-insanî olmaya çalışmamızı söylüyorsun, değil miydi en acımasızların insanlar olduğu gerçeği?

-şimdi de kurtulmak mı istiyorsun insanlardan? doğaya mı kaçacaksın? doğamızı da yaktık biz. evet tüm gemilerimizi yaktık.

-hepimiz dünya denen deliler ülkesi zindanlarında hapsedildik. ve her gün zindanımız daha da kalabalıklaşıyor.

-ruhun et bedenine dar mı geliyor? o daha bir şey değil. gelecekte anlayacaksın, bedeninin hapishane, varoluşun bir zindan olduğunu. hepimiz zincire vurulmuş ruhlarız.
-geçmişe bağlılık mı dedin, geç bunları. o öldü bir kere, geçmiş yok artık dedim sana, çürüdü gitti o. peki neye bağlanacaksın dedin; belirsiz bir geleceğe mi bağlanacaksın yoksa dedin. ölü bir geçmişe ait olmaya çabalamaktansa yeni doğan bir geleceği tercih edeceğimi söyledim sana. ya gelecek de ölü doğacaksa dedin. öyleyse şimdide kalacağız sonsuza dek.

-mutluluk diye bir şey yoktur diyorum sizlere. onu aramaktan vazgeçin. o bir yalancı. sürekli daha da fazlasını ister. her dozajda daha da bağımlısı olursunuz. sizi kendine köle eder. onun uğrunda çürütürsünüz bedeninizi. hayatınız bir gıdım mutluluk uğruna heba olur.

-yalnızlık nedir diye sordun. nedir mi bu? çölde bir ağaç olmaktır o. yeryüzünde senden bir adet bulunuyor olmasıdır; ve çok yakında o yeryüzünü de yalnız bırakmak zorunda kalacaksın. belki de bu durumda da yalnız değilsin; çünkü gölgen peşini bırakmıyor. yıldızlar yalnız değildir, birbirlerine ışıldayarak anlaşırlar onlar. en büyük yalnız tanrıdır. kimsesi yoktur onun. yapayalnız haldeki çaresizliğine merhem olması için insanları yaratmak zorunda kalmıştır o.

-insan mı yitirilmiştir yoksa dünya mı? doğa mı bizden beslenir yoksa biz mi doğadan? elbet doğa bizden beslenmekte ve yiten insandır. ona yani toprağa sayısız ölümler sunuyoruz. o ise ağzını açarak kurbanlarını yani bizleri içine alıyor ebediyete dek. çok yakında insanlıktan geriye hiçbir şey kalmayacak ve kızgın kırmızı güneş yine kahkahalarla arkamızdan bakıp gülecek.

-başarı nedir ki. dünya diye adlandırılan küçük ve boş bir kürenin üzerinde oynadığın rolle avunmandan başka ne olabilir ki bu? haz mı alıyorsun ondan? başarı kör eder insanı. halâ bu kürenin gerçek ve büyük olduğunu sanıyorsun ve herkesin seni ciddiye almasını bekliyorsun. peki onları kim ciddiye alacak? bu bir kısır döngüdür. başarı, para, kariyer? hayır ben bunları görmüyorum ben sadece doğumlar ve ölümler görüyorum.

-insan nedir peki? bunu henüz kimse bilmiyor. kim biliyorum diyorsa yalan söylüyor.
bu yazının;

yarısı yalan,

yarısı kurgu,

tümü ise gerçektir...

buraya kadar! herşeyi noktalayacağım zaman, bu zaman sanırım. gecenin en koyu vakti. şakağımda 44'lük sweet&wesson'ın hissettirdiği ölüm soğukluğu ile odamın penceresinden yansıyan yüzüme bakıyorum. pişmanlıklarımı, yalnızlıklarımı ve herşeyden vazgeçe vazgeçe bambaşka biri olduğumu görüyorum. çünkü unutamıyorum. unutmak, ölmektir. unutamadığıma gore ölmeyi deneyebilirim. bu 44'lük işimi görür. silahı şakağımdan çekmeden macallan marka viskimden bir yudum aldım. bardağı yerine koymayıp elimde tuttum. gözlerim halâ penceredeki yansımamda. ölümüme bir kaç dakika var ve bir saniyesini bile kaçırmak istemiyorum. silahın horozunu yavaşça geriye çektim. çıkırt! silahın çıkardığı bu sesi seviyorum. çünkü beni korkutuyor. korkmak, bana hâlâ insan olduğumu hatırlatıyor. o zaman biraz düşünelim. bu trajedinin içine nasıl düştüm? ve intihar etmek için neden hep gece yarısı seçilir? belki de gece, gündüzün tüm yalanlarının üstüne örtülen siyah bir çarşaf gibi olduğu içindir. neden olmasın? ve herkes uyuduktan sonra gecede kalanlar, geceye ait olanlardır. ölüme ve geceye ait olanlar ise şu anda şakağına sweet&wesson'ı dayamış penceredeki yansımasına bakarak kendi isini bitirmeye çalışıyordur. sanırım. ya da ben herkesi kendim gibi zannediyorum. fakat kimse benim gibi değil. bu yüzden belki de bu duruma kadar geldim. insan ölmek için doğar...

tekil şahsımda çoğul yalnızlıklar yaşadım. halâ da yaşıyorum. ve işimi bitirdigim anda ortada yalnızlığımdan eser kalmayacak. sadece etrafa saçılmış somut beyin parçalarını görebilecekler. oysa ki tüm vücuduma yayılmış yalnızlığımı gorebilseler, beyin parçalarıyla uğraşmazlardı.

kendime acıyorum. kafamın icinde yitirilmeye yüz tutmuş, sesi soluğu kesilmis bir kaç mutlu anılarım var aslında. daha ölümü hissetmemişken, herkes gibi yaşarken, onu severken, onunla bir yakadan diğer bir yakaya geçerken "dünya ancak bu kadar büyük olabilir" diye düşünürken, denizin sesi ve ayrılığın sessizligi beynime işlememişken, annem beni yanağımdan öpüyorken... silahın horozunu yerine geri getirdim. aniden koltuğun üstüne doğru fırlattım. elimde duran bir bardak viskiyi kafama diktim. silahı fırlattığım koltuğa oturdum. gözlerim donuk bir biçimde boşluğa bakıyordu. kendime geldim. silaha doğru döndüm. namlusu bana doğru dönüktü ve sanki bana " bu defa sen kazandın" diyor gibiydi. cevabım gecikmedi. " bir dahaki sefere, sıkı tutun..."
hiç bilmediğim bir semtte buluyorum kendimi. durakta birini bekliyorum ama kimi? normal miyim? otobüsün içindeki kadın neden camı tıklatıp parmağını sallasın ki normal olsam? işte sokağın başında göründü beklediğim kişi. tanımıyorum fakat onu beklediğim yankılanıyor beynimde. nereye gidiyoruz? bu içimden çıkan ruhum mu? ya izleniyorsak. kalktık işte dünya hep daha farklı geliyor gözüme. daha soluk. her şey ölüm soğukluğunda. bu saatte burada tavşanın ne işi var? hem de beyaz. hayalgücün buraya kadar işte diyorum. o meşhur masonik beyaz tavşan ı görürsün anca. sen bu beyaz tavşan hikayelerinin kurgudan ibaret olduğunu mu sanıyorsun? donnie darko, matrix, alice in wonderland hepsi kurgu olabilir mi? ya gerçekseler. tanrı olsam diyorum, tanrı olsam dünyayı yine böyle yaratırdım. en kötü yanlarını bildiğim haliyle. yine bu kadar karmaşık. sefaletler ruhumu güçlendiriyor sanki. beyaz tavşan takip edilmeli. onu takip etmeliyim. iyi ama bu peşimdekiler kim? neden herkes bu kadar sıradan? monotonluk içinde boğulan insanların hayatına dahil olmayacağım. aslında hiçbir şeye ait değilim. sadece geçip gidiyorum kıyısından köşesinden. empati nasıl yapılır ki? ben neden üzülemiyorum? yoksa herkes benim gibi de sadece rol mü yapıyorlar? bence bu çok mantıklı olurdu. bir başkasına üzülebilme yetimizi kaybedeli çok oldu. nereye gidiyoruz diye kaçıncı soruşum be sana? takip et. az önce ayrıldığım dünyayla burası çok farklı. bedenim değil ayaklarım yürüyor sadece. gövdem onların izinde savruluyor. yer çekimi yar yarıya daha az. gözlerin çok güzel.