bugün

Yeni yıkanmış renk renk, çeşit çeşit çamaşır yığınlarının rutubetiyle ütü sıcaklığının camları buğulandırdığı temizleyici dükkânında; orta yaşlı iki kadın, başbaşa vermiş, hüzünlü bir yüzle konuşuyorlardı.
Kadının biri, yemekhane masası kocamanlığındaki ütü masasının ucuna yarım oturmuş, aşağı doğru sarkıttığı bir ayağını hafif hafif kıpırdatıyordu.
Öteki, çamaşırların paketlenmesini beklerken müşterilerin bazen ucuna iliştikleri, hasır sandalyeye oturmuştu.
Arada bir içlerini çekerek, "Ne yapacaksın kardeş, işte böyle" der gibilerden, kaşlarını kaldırıp boyunlarını büküyorlardı.
***
Temizleyici ise, tel çerçeveli gözlüğü, hafif kamburumsu omuzlarıyla; özensiz iş giysileri içinde, ellisini geçmiş mi, geçmememiş mi, pek belli etmeyen biriydi...
- Elliyi geçtin mi, diye sorsan:
- Ne ellisi yahu, daha kırkbeşe bile varmadık da diyebilirdi; ne ellisi, çoktan altmışa merdiven dayadık da diyebilirdi.
Kadınlarla fazla ilgilenmeden, cep defteri, tükenmez kalem, çözülmeden çıkarılmış kravat türünden bir şeylerini topluyor ve kadınların duyacağı bir seste, ama kendi kendine konuşuyor gibi:
- Ben gitmeden olmaz; dükkân artık perşembeye kadar kapalı kalsın, diyordu.
Sonra bana döndü.
- Demincek annemin öldüğü haberi geldi de, dedi...
***
Olayı doğal karşılamaya çalışan, ama her taze ölüm haberinin insanı daha insancıl yapan yumuşaklığında; her türlü ihtirastan arınmışların kadife sesiyle konuşuyordu.
Acısını paylaşma zorlanmasından beni kurtarmak için de:
-Zaten hastaydı, yaşı da sekseni geçmişti, diye ekledi.
- Başın sağolsun, ne yapacaksın, hepimizin sonu aynı, gevelemesiyle beylik bir şeyler söyledim.
***
O, annesinin bulunduğu kasaba uzakta olduğundan; perşembeye kadar acele bir iş varsa, yapamayacağı için, özür dilemeye çalışıyordu.
Benimse kafamda, annesinin gerçekte ne kadar yaşamış olduğu sorusu; bayram günleri zafer taklarına asılan resmi sloganlar gibi, öyle gerilmiş yanıtsız duruyordu.
***
Dükkândan çıktım, hafif bir yağmur altında, kaldırımlardan yürürken, yanıtlar vermeye başladım soruya:
- Ne kadar sevişmişse, o kadar yaşamıştır.
- ...
- Yok hayır, ne kadar sevilmişse o kadar yaşamıştır.
- ...
- Sevindiği kadar yaşamıştır, güldüğü kadar yaşamıştır.
- ...
- Umutları gerçekleştiği kadar yaşamıştır.
- ...
- Çöküntülerle kırıklıklara uğramadığı kadar yaşamıştır.
- ...
- Yaptığı işlerden hoşlandığı kadar yaşamıştır.
- ...
- Pişmanlıklara düşmediği kadar yaşamıştır.
- ...
- istemediği bağımlılıklara mahkum olmadığı kadar yaşamıştır.
- ...
- Kendini başarılı hissettiği kadar yaşamıştır.
- ...
- Yaşamaktan bıkkınlık duymadığı kadar yaşamıştır.
- ...
- Yaşamının hangi bölümlerini yeniden bir kez daha yaşamak istemişse, o kadar yaşamıştır.
***
Sonuncu yanıt en doğrusuymuş gibi göründü.
Acaba ütücünün annesi de, hiç düşünmüş müydü bunu?
Kaldırımın bir yanından bir ses yükseldi; öteki yanından, onun yankısıymış gibi başka bir ses:
- Yaşamımın hiçbir anını bir daha yaşamak istemezdim.
- Her anını bir daha yaşamak isterdim.
***
Dünyanın tüm insanları, damlara, balkonlara, pencerelere, elektrik direklerine çıkmışlar; kaldırımlarda iç içe yuvarlanan iki sese katıldıklarını bağırıyorlardı:
- Ben de... Ben de... Ben de... Ben de... Ben de... Ben de... Ben de... Ben de... Ben de...
Ancak seslerden hangisinin hangisine katıldığı anlaşılmıyordu.

çetin altan