bugün

siren çağrısı:

'siren çağrısı'na uyulması insanı ölüme,
görmezden gelinmesi ise sıradanlığa mahkum eder.
iki açıklama yapılabilir ama ne tuhaftır ki bu iki açıklama da
birleşip aynı yere çıkacaklar sonunda.
Birincisi, Lacan'ı izleyerek Siren çağrısının
anne arzusu olduğunu söyleyebiliriz.
Bir kadından doğmuş ve yetişkin olana kadar onunla aynı
yaşam mekanını paylaşan her insan evladının
ilk arzu nesnesi olan annesine duyduğu çaresiz, tatmin edilemez arzu.
Onunla birleşme (ya da ondan ayrılmış olduğunu kabul etmeme) gayreti.
Hayatın ilk yıllarından sonra genişleyerek cinsel arzuyu da içerecek
(ama asla yalnızca onunla sınırlı olmayan) bir arzu.
Oidipus kompleksini dolayımsız bir tanımla okuyan bir sürü düşünür,
bu kompleksi erkek çocuktan anneye yönelen bir arzunun sonucu olarak,
yani heteroseksüel bir arzu olarak algılayagelmiştir.
Oysa daha Oidipal evreye varmadan, erkek ve kız çocuğun içinde
cinsellik potansiyelini de taşıyan arzularının ortak hedefi annedir.
Çoğu düşünür, çocukların heteroseksist bir içgüdüyle doğduğunu sanır,
en azından bunu varsayar; bu varsayım cinsellik (sexuality) ile cinsiyet (sex)
kavramlarının karıştırılmasının bir ürünüdür. Anne Arzusu,
ne salt içgüdüsel, açlıktan ve sıcaklık beklentisinden doğan,
ne de salt cinsel bir arzudur. Bu ikisinin, yani örneğin
karın doyurma hazzıyla cinsel taminin henüz ayrışmamış olduğu bir döneme aittir.
Çocuk cinsellik dışındaki ihtiyaçlarında (yeme, ısınma, dışkılama, vs.)
bir öteki zorunluluğundan kurtuldukça, anne arzusu daralarak
salt cinsel bir arzuya indirgenir.
Tekeşli/heteroseksist aile yapısının zorunlu sonucu,
çocuğun bu yasaklanmış arzuya doğru güdülmesidir aslında.
Bu arzunun yasaklanmış olması, çocuğun ensest yasağı kanununu
bilerek doğmasından ileri gelmez kuşkusuz.
Erkek olsun kız olsun her çocuk, annenin ilgisinin ve zamanının çoğunu ya da
önemli bir bölümünü istemez; tümünü ister.
Oysa daha ilk andan beri annenin ilgisi parçalanmıştır, dağınıktır;
Adam Phillips'in terimlerini kullanacak olursak, anne çokeşlidir (promiscuous),
oysa bebek tekeşlidir. Burada da insanlık tarihinin
en büyük tragedyalarından birinin kaynağını görürüz:
Bir yanda saplantılı bir bağlılık (aşk), öte yanda ise
bu saplantıya cevap ver(e)meyen bir ilgi dağınıklığı;
sevgisizlik değil, yalnızca saplantılı bir sevginin yokluğu.
Edebiyat tarihinde saplantılı/tekeşli aşık erkek ve
çokeşli, başkalarına ilgi duymaya her an açık kadın arasındaki
gerilimden doğan trajik metinlerin haddi hesabı yoktur.
Kara romanın ve kara filmin femme fatale'i,
aslında karşılıksız anne arzusunun bir arketipinden başka nedir ki?
Üstelik bu denklemde çokeşli/saplantısız taraf ille de kadın iken,
karşı tarafın erkek olması da şart değildir.
Nitekim Wachowski kardeşlerin kara filmi 'Bound'da,
femme fatale kadın, ama karşısındaki saplantılı aşık figür erkek değil
gene kadındır (bu da herhalde filmin adının Türkçe'ye
'Tuhaf ilişkiler' diye çevrilmiş olmasının nedenini oluşturuyor).
Kuşkusuz bebeğin arzusu cinsel arzuyu da kapsayacak biçimde
genişlediğinde (fallik dönem), anne arzusunun imkansızlığı
bir yasak biçiminde de ortaya çıkar. Daha önce anne arzusunun
ölümcüllüğü saplantılı olmasında ve karşılıksız kalmaya mahkum olmasındaydı;
şimdi ise işin içine bir dışsal ceza tehdidi de girmiştir.
Yasaklayıcı/Yasa Koyucu/Cellat baba, anne-çocuk ilişkisine
üçüncü unsur olarak katılır ve çocuğun nesnellik, gerçeklik ve
benlik duyularının gelişmesine yardımcı olur.
Baba devreye girdikten sonra çocuk için anne arzusu
gerçek bir Siren çağrısı haline gelmiştir artık.
Çocuk bu çağrıya tam olarak uymaya kalkarsa, sonu ölüm, daha doğrusu,
ölüm metaforunun işaret ettiği psikotik bir varoluştur.
Tüm yaşamını ulaşılamaz bir anne saplantısı üzerine kuracak,
her davranışıyla rahmin güvenli, sıcak, koruyucu ortamına
geri kaçmaya çalışarak hayatını bir cenin olarak sürdürecektir.
Başka bir yol seçer, babanın düzenine uyum sağlayıp
bu çağrıya kulaklarını tıkarsa (Gandalf Yolu), hayatı kurtulur,
ama ikinci sınıf bir kahraman, sıradan bir nevrotik olarak kalmaya da
mahkum olur. Kuşkusuz fantazi edebiyatının önerdiği 3.yol
anlamlı bir psikoterapi sürecine eşdeğerdir. Anne arzusuyla yüzleşip,
onu tanıdıktan sonra çağrıya uymama yolu,
anlamlı bir büyüme sürecinin çatısını oluşturur.

ikincisi, Freud'un geç dönem çalışmalarını izleyerek,
Siren çağrısının ölüm dürtüsünün bir metaforu olduğunu söylemek de mümkündür.
Odyssesus'un gemicileri kulaklarını tıkamasalar, ölümlerine gideceklerdi.
Rengarenk böcekyiyen çiçeğin çağrısına uyan böcek, ölümüne koşar.
Peygamberdevesinin erkeği, dişinin çağrısına uyar ve çiftleşme anında ölür.
Freud (ve onu izleyerek Marcuse), türü sürdürme içgüdüsünün,
türün bireylerindeki ölüm dürtüsüyle hem karşı karşıya,
hem de içiçe olduğunu söyler. Haz dürtüsü ile ölüm dürtüsü
birbirlerinin hem zıddı hem de tamamlayıcısıdır.
Erkek birey, bir kez tohumlarını verdiğinde, türün sürdürülmesi için gereksiz,
hatta zararlı hale gelir; bu yüzden de böcekler dünyasında
çiftleşmeden sonra erkekler çoğu kez ölürler. Dişi için ise aynı şey,
doğurganlığını kaybettikten sonra gerçekleşir.
Ölüm dürtüsünün melankoliden saldırganlığa,
kendine zarar verme fiillerinden paranoyaya kadar
bir çok ortaya çıkma biçimi var. Ancak tüm bu biçimlerde ortak olan,
'doğmuş olma' durumuna isyandır. Gerilimin ve boşalmanın,
hazzın ve acının olmadığı, bu bakımdan da sonsuzluğun mümkün olduğu bir
'kesintisiz memnuniyet' durumunu ister ölüm dürtüsü.
Freud bu saplantılı nevrotik arzuyu, 'tekrarlama zorlaması' kavramıyla,
varoluş tarihi içinde daha eski bir duruma dönüş arzusuyla açıklar.
Bu da sürekli bir rahme dönüş arzusunu, doğum öncesi duruma
geri dönüş dürtüsü demektir aslında. Dolayısıyla,
anne arzusunun ve ölüm dürtüsünün işaret ettiği fiiller aslında bir ve aynıdır.
Anneden ayrılmış olmayı reddetme ve anneyle yeniden birleşme gayretiyle,
doğum öncesi duruma, yani bilincin ve farkındalığın olmadığı
rahim içine (kısacası ölüme) dönüş gayreti,
aslında bir ve aynı arzuyu yansıtır.

Bu yüzden de Siren, daima annedir.
Hem saplantılı bir biçimde aşık olunup, hem de nefret edilen anne,
rahme dönüş (ölüm) çağrısının da görünürdeki öznesi olduğu için,
kendisinden sakınılması gereken mitolojik bir varlığa dönüşür.
'Fantastik edebiyat'taki Siren çağrısı öyküleri,
bu arzunun varlığını kabullenip, onunla başa çıkma yollarının
araştırılmasının öyküleridir. Siren çağrısı size birçok şey vadedebilir:
Sınırsız iktidar, sınırsız haz, sınırsız mutluluk.
Vadedilen her şey sınırsızdır. Oysa fantazi kahramanı,
tam da sınırlarını tanımak için çıkmıştır yola.
Sınırların ötesine bir göz atıp dönmek,
sınırları tanıyıp kabullenmenin en anlamlı yoludur.
Sınırı geçip geri dönmemek, kaybolmayı getirir.
Gollum Yüzük'le birlikte 'Kıyamet Çatlağı'na düşer,
vajinadan içeri girerek rahme geri döner.
En Uzak Sahil'de ölümsüzlük vadine kanan büyücüler
büyü güçlerini (iktidarlarını, bağımsız benliklerini, sanatlarını) kaybederler.
Arthur destanında bile tüm kötülükler,
Lancelot'un Guinevere'e (sembolik baba Arthur'un karısına,yani bir tür anneye)
aşık olmasıyla, arzuya gem vuramamasıyla başlar.
Gandalf ve Aragorn örneklerinde, arzuya gözlerin ve kulakların kapanması
kötü sonu engeller, ama kahramanı da bulunduğu yerden
bir adım bile ileriye götürmez. Gandalf Yüzüklerin Efendisi'ni
başladığı gibi bitirir. Aragorn da öyle:
ipsiz sapsız bir 'Yolgezer' iken kral olmuştur,
ama kişiliği bir değişime uğramamıştır, büyümemiştir.
Aragorn ve Gandalf roman boyunca 'tedavi' olamazlar;
başladıkları gibi, bütün bir tarihin, savaş ve yıkım dolu bir varoluşun
acı dolu yükünü taşımaya, melankolik olmaya devam ederler.
Peki Frodo'ya ne olur? Frodo Siren çağrısı imtihanını geçemez;
son anda arzusuna yenilir ve ancak Gollum'un müdahalesiyle ölümden kurtulur.
Ama bu kurtuluş tam değildir. Birincisi eksilmiş, iğdiş edilmiştir.
ikincisi ise, artık yaraları iyileşmeyecek, huzur bulamayacaktır.
Frodo'nun terapisi eksik kalır; Frodo büyür, ama bir yetişkine dönüşemez.
Öte yandan Frodo'nun hizmetkârı, roman boyunca hep
'2.sınıf' bir kişilik sandığımız Sam,
arzunun ülkesine gider ve geri döner. Yüzüğü takar ama
onun çağrısına kanmaz. O yüzden de içgörü kazanır, yetişkin olur.
Bütün romanın mutlu sona erebilen tek kişisi Efendi Samwise'dır.
Evlenir, mutluluğu bulur; hatta Hobbitköy'e belediye başkanı olarak
iktidar sahibi bile olur. Ama iktidarın, hazzın, ya da mutluluğun kölesi olmaz.*