bugün

can dündar'ın "ödünç hayatlar"(16.06.99) başlıklı yazısından alıntıdır.

‘yaşamak değil, beni bu telaş öldürecek’
dediği gibi şairin;
o telaşla bırakın paris yolunda ılık
rüzgarla taramayı saçlarınızı
sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz...
gözümüz saatte söyleştik hep,
koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık

hep yetişilecek bir yerler vardı...
aranacak adamlar, yapacak işler...
bir sonraki günün telaşı, bir öncekinin terine bulaştı...
başkalarının hayatı, bizimkini aştı.

kör karanlıkta çalar saat sesi yerine;
kuşluk vakti, kızarmış ekmek kokusu
veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini
ha babam erteledik.

20’li yaşlardayken 30’lara kurduk saatin alarmını,
30’larımızda 40’lara, belki sonra 50’lere
lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat
kuşlukta uyanma fırsatı sunduğunda size,
artık uyku girmez oluyor gözlerinize...

doyasıya söyleşmek,
telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda,
söyleşecek, sevişecek kimsecikler kalmıyor
yanınızda...

özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz;
vakit gelip sandıktan çıkardığınızda,
bir de bakıyorsunuz ki,
tedavülden kalkmış...

can dündar
Ben asırlar sonra hatırlanmak için böyle sevdim,üzerine alınma!

yazanını hatırlayamadım,yanılmıyorsam özgür gümüşsoy.
...Kimi geceler penceremden uzayı seyrederim. Uzayın adını ben koymadım. Uzayın adını yıldızlar, gezegenler kendi aralarında kararlaştırmışlar. Rahatlatır beni o. Bütün yağmurlar, uzayın derinliklerinden gelip yağar diye düşünürüm. Yağmurlar başka galaksilerden gelip yağar. Romantizme uyum sağlamak için de değil. Öyle. işin gerçeği budur. Yağmurlar, bu dünyaya ait sanma. Bembeyaz bir yalnızlığın olmalı senin de. Lekesiz bir yalnızlık. Lekelenmeye müsait bir yalnızlık. Tedirginliğini buna bağlıyorum seni seyrederken. Pişmansın. Pişmansın kapıp koyveremediğin için sanki. Elinde olsa, avaz avaz bağıracaksın sokaklarda.Neyim ben?! diye haykıracaksın. Olmuyor tabii. Olmuyor. Sıyrılır gibi lüzumsuz bir yerden, sıyrılıp kendi affına sığınıyorsun. Beni anlayacağın günler gelecek. Beni de göreceksin. Benimle tamamlanacak bir şeye benziyorsun çünkü. Korkma lütfen,bir nedeni yok. Yalnızca öptüm. ...
küçük iskender
Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz.
Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz;
"Ölmek var, dönmek yok"tur.
* * *
Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını...
Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz:
"Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..."
Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya.." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
O, sevgisizliğinize yorar bunu... ihanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
"Ya sev böyle ya da terket" diye gürler...
* * *
Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder.
Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...
"iyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.
ihanetten kırılmşıtır kaleminiz; severek, terk edersiniz...
* * *
"Madem öyle..."nin çağı başlar ondan sonra...
Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmiştir".
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...
Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla...
"Bana ne... kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...
Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...
Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...
Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...
Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden...
Dönemezsiniz.
Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.
* * *
Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.
Sürünür gidersiniz.
Can DÜNDAR-Aşka ve Terke Dair
hiç yazılmamış yazılardır.
kafamın içinde kovaladığım ama bir türlü ele geçirip dizginleyemediğim kelimelerim.
özgürlüklerini karşılayan bana saklılıklarını severim aslında.
Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna Rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. iyi halin cezanda indirim sağlamaz.Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. "Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu.

Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı Öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun Unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun as olan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

nazım hikmet.
ada değildir insan bütün hiç değildir bir başına ; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta , bir toprak tanesini alıp götürse deniz küçülür avrupa, Sanki yiten bir burunmuş dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım. işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını senin için çalıyor.

john donne
"unutma hakiki erkek, yüzlerce erkekten meydana gelir. zaten bir zaman
sonra, yuzlerce erkegin sana verdigini, bir erkekten beklemeyecek kadar
olgunlaşmış olacaksın sen de... bir kadinin aradigi o bir tek
erkek, her zaman için hayali bir varliktir. hic olmamistir.... her
erkekte, aradiğin erkegin yalnızca bir parçasini bulursun.
gercek bir kadin icin, gercek bir erkek, Allah gibidir, her yerdedir ve hiçbir
yerdedir. aşk da budur zaten! baska bir sey degil. aramaktan
vazgeç demiyorum, bulmaktan vazgeç."
murathan mungan
bavulları hep toplu durmalı insanın...
bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...
tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vazgeçmeli...
ihanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...
yalnızlığa alışmalı...

* * *

çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senet lerinden biri artık...
bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.
terörün bile bireyselleştiği çağdayız. zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.

* * *

işte o yüzden alışmalı yalnızlığa...
sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başını dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...
romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...
"yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...
telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kimse yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmayacak..."
cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...

* * *

oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.
haklılığın onuru yaşatır insanı... susmanın utancı öldürür.
o yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...
feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...
gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...
hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...
sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

* * *

ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...
yollarla barışmalı...
yalnızlığa alışmalı...

(can dündar - yalnızlığa alışmalı)
(bkz: hayat hayaller ve yıkımlar/@fatal)
yarın sabah saat yedi buçukta kalkacağım; dedi genç kız.. sonra ertesi günün programını yaptı..duş.. kahvaltı.. evden çıkış.. diye başlayarak.. önemli bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş merkezine gidecekti. sonra öğle yemeğinde uzun zamandır görmediği bir arkadaşı ile buluşacaktı. öğleden sonra bir iş randevusu vardı..
saati sabah 7.30'da çalarken duş yapmasam da olur diye düşündü;yarım saat daha kestireyim..
bir yarım saat daha için kahvaltıdan da vazgeçti..
alışveriş mi?.. o kadar da önemli değildi canım.. ertesi güne kalabilirdi. öğleye kadar uyusa ne kadar iyi olacaktı. o kadar sıcak ve çekici idi ki, yatak..
öğle yemeğinde arkadaşı ile buluşma mı?.. bunca zamandır görüşmemişler de ne olmuştu yani.. birkaç gün sonra yeseler yemeği ne olurdu ki?.. bir telefon eder, yok canım, yüz yüze konuşmak zor, bir mesaj çeker ertelerdi yemeği.. oh be.. artık canının çektiği kadar uyuyabilirdi. .
uyudu.. iş randevusuna, aç biilaç, alelacele yapılmış bir makyaj, iki fırça ile düzeltilmiş saçlar ve uykudan şişmiş gözlerle girerken, aynaya bakmadığı için, neden başarılı olamadığını da anlayamadı..
o gece yatarken gene plan yaptı.. 7.30 kalkış.. duş.. kahvaltı.. gazetelere bakma.. 9.00: alışveriş merkezine gidiş. 11.30: arkadaşla buluşma.. 14.00: iş randevusu..
ve sabah 7.30 da saati çaldığında canım kahvaltı çekmiyor, duşu da daha dün gece aldım..diye mırıldandı, yastığı kafasının üstüne koyup öbür tarafa döndü.
kim mi anlattığım.. siz.. içinizden biri.. kimbilir kaç kişisiniz orda.. kaç yüz.. bin..
başarı, yataktan kalkma ile başlar.. bu kadar basit.. ama o kadar da zor..
bir araştırma yapın yakın çevrenizde.. başarılı olanlar, yataktan kalkmayı bilenlerdir.
nedir yataktan kalkmayı bilmek.. karar verdiğin saatte gözünü açtığın anda, fırlayıp yataktan çıkmak.. bir dakika bile gecikmeden.. bir dakika bile yatak miskinliği yapmadan..
uçak kaçacaksa, yaparız bunu.. ama hayat kaçarken yapmayız.. kaçan uçağın yenisi vardır oysa.. ama kaçan hayatın saniyesi geri gelmez..
yataktan kalkmayı öğrenmek, kendini tanımakla başlar..
kendinizi iyi tanırsanız, kalkacağınız saati doğru belirler, güne doğru, yapabileceğiniz, başarabileceğiniz planla başlarsınız..
saat 7.30'da yataktan çıkamadığınızı bile bile her gece7.30 kalkış diye yattınız mı, kendi kendinizi aldatır, daha kötüsü giderek aşağılık kompleksine düşersiniz..ben ne berbat bir insanım. verdiğim en basit kararları bile uygulayamıyorum diye..
bakın.. hayali değil, gerçekçi planlar yapın..
10.00'da kalkacağım deyin.. ama kalkın.. geceden verdiğiniz kararları, ertesi gün uyguladığınız ölçüde kendinize güveniniz artmaya, kişiliğiniz oturmaya başlar.
o zaman 7.30'da da rahatça kalkabilecek güce ulaşırsınız..
yapamayacağınızı ezbere bildiğiniz planları her gece yatarken yapmak, sizi yaşarken öldürür.
durmadan plan yapıp ertelemek, hiç plan yapmamaktan çok daha hızla çürütür insanı..
yataktan kalkacağınız zamana doğru karar verin ve kalkın.. hayatınızın nasıl hızla olumlu gelişmeye başladığını göreceksiniz

Hıncal Uluç
bağlanmayacaksin

bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"o olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
demeyeceksin işte.
yaşarsın çünkü.
öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
çok sevmeyeceksin mesela. o daha az severse kırılırsın.

ve zaten genellikle o daha az sever seni,
senin onu sevdiğinden.
çok sevmezsen, çok acımazsın.
çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
senin değillermiş gibi davranacaksın.
hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de
korkmazsın.
onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
çok eşyan olmayacak mesela evinde.
paldır küldür yürüyebileceksin
ille de bir şeyleri sahipleneceksen,
çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
gökyüzünü sahipleneceksin,
güneşi, ayı, yıldızları...
mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"o benim." diyeceksin.
mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin...
mesela gökkuşağı senin olacak.
ille de bir şeye ait olacaksan, renklere ait
olacaksın.
mesela turuncuya, yada pembeye.
ya da cennete ait olacaksın.
çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.
hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, hem
de hep senin kalacakmış gibi hayat.
ilişik yaşayacaksın. ucundan tutarak...

can yucel
Karda, kışta, zorda; baharında yazında mevsimin, sana açtım çiçeklerini içimin, hep sana soldum sonra…
Hep sana üşüdüm ayazında bu aşkın, ben bu şehrin yağmurundan hep sana aktım…
Sana doldu gözlerim şarkıların en acıklı yerlerinde;
sana bağırdım avaz avaz, sana sustum…
Seni düşündüm yarımında, eksiğinde zamanın;
sana küstüm kimse bilmeden, kimse bilmeden seninle barıştım.
Ben bütün papatyaları sana yoldum! Bildiğim bütün küfürleri sana ettim.
Sana yandım, sana soğudum, sana söndüm.
Ben bütün yollardan sana gittim, sana döndüm…
Ben hep sana yazdım ya, bütün soru işaretlerini, bütün virgülleri, bütün ünlemleri, bütün noktaları sana koydum.
Sana açtım bütün parantezleri, bütün parantez içlerini seninle doldurdum.
Ben sana, ben hep sana, ben bunu da sana yazdım…
Ben sana yazarken her şeyi, sen başka baharında mevsimin, başka zamanında hayatın, başka düşlerin, başka kolların, başka acıların koynunda, yatağında en arsız sevişmelerin;
ben sana durdum ayakta, sana düştüm…
Sana saydım yok oluşlarımı ve yeniden doğuşlarımı.
Ben bütün yaralarını içimin, sana sardım…
Sana topladım dağılan parçalarımı dağıldıkları yerlerden; sana hastalandım sana iyileştim.
Sana fırlattım oklarını hayallerimin; seni hedef aldım, seni ıskaladım, seni vurdum, sana kızdım, seni affettim. Sana içlendim, sana sabrettim; ben sana, ben hep sana, yine sana yazdım.
Ben sana yazdım ya her şeyi; aşkı, ayrılığı, en karasını cümlelerin, en kanlısını, en ihtiraslısını, en yaralısını, en acısını hatta en ağırını.
Ben uyutmak için bazen içimin canavarlarını, bozmak için aşkın kara büyülerini, yakmak için bazen sana ait kelimelerini dilimin, tuz basmak için tenimin senden kalan yerlerine; uyuyabilmek için, uyanabilmek için, unutabilmek için, unutamamak için, acıtmak için bazen senin de canını, sana yazdım…
Var olmakla yok olmak gibi, kaçmakla yakalanmak gibi, iyiyle kötü gibi, melekle şeytan gibi, atmak gibi kendi uçurumlarından kendini ama ölmemek gibi, ölememek gibi.
Aşk; ne karmaşık bir şeydi…

yasemin PULAT
Gelip size zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden.
Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden.
Hepsini bilirsiniz zaten, bir işe yaramadığını bildiğiniz gibi.
Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak,
sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle
yeniden kucaklaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla
başetmek, uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.

Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız.
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.

Gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır
anlamları, önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın
şey, çok sonra değerini kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı
halini alır.
Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Her şeye iyi gelen zaman sizi kanatır...

MURATHAN MUNGAN
mevlana der ki: yorulacaksan,zorlanacaksan, şikayetçi olacaksan, keşkelere sıgınacaksan,söze ama diye başlayacaksan girme aşk yoluna...
aşk yolunda 'u' dönüşü yoktur! aşk der ki sana: yolumdaysan başım feda yoluna ama bil ki senin de başını isterım yoluma! kahır kapris gelecekse senden amenna! ama ayağına diken batarsa ...yolumda ah edip vahlama!
aşk bilek gücü degil yürektir! yüreğin yetmiyorsa düşme yollara!
Yaşadığımdan emin değilim...
Gittiğinden eminim ama bak, seni özlediğimden eminim...

Yirmi beş yaşında bir hayal kırıklığı olduğumdan hiç şüphem yok mesela.
Beceriksizliğimden, yalnızlığımdan, bu şehri sevmediğimden, düzensizliğimden, yorgunluğumdan, huysuzluğumdan, baltalarınızdan birine sap olmamışlığımdan hatta olamayacak olmamdan, kırgınlığımdan, bir gün bana ayrılan sürenin sonuna geleceğimden, her tavşan kesildiğimde dünyanın dağ olma vaziyetinden filan eminim.

Örnekleri çoğaltabilirim...
Örnekleri çoğaltabileceğimden eminim...

Birileri namusum üzerine yemin edecek,

Ölür müydün sanki sevsen beni?

Günlerdir doğru dürüst uyuyamıyorum.
Ellerim parçalanıyor ne zaman yazmayı denesem.
Ağzım artık daha bozuk.
Her tarafta pis bir koku; nefes alamıyorum.
Çok bekledim seni.
Her halimle, her yerimle bekledim.
Yetkiler verdim kendime; tuttum seni affettim.
Aramanı bile bekledim bazen.
Ağır küfürlerle örtbas ettim sonra aramayışlarını.
Bunca zaman aramayışlarını biriktirdim.

Seni bekledim ben çünkü seni bekledim.
içtim..içtim..içtim...
Kustum...

En çok giderken bıraktığın kelimeleri kustum.

Sanat filan dedi bazısı o kelimelere bazısı bunlardan bi bok olmaz dedi.
Senin önemsediğin kadar önemsemedim ben o kelimeleri, senin danışma gruplarının önemsediği kadar önemsemedim.

Kustum..kustum..kustum.
içtim...

Ellerimle yaptığım cam evim kırılacak,

Ölür müydün sanki sevsen beni?...

içimden geç...
içimi sil...
Artık özlemek istemiyorum...

Neye el atsam piç ediyorum.
Yine de fiyakalı durumlar peşindeyim hep.
En sert içkileri kaçırıyorum soluk boruma bilerek.
Her yıl ilkokula başlıyorum.
Her gün yeni bir krallık kurup öldürüyorum kralını gece yarısına doğru.
Uzatmaya gerek yok; sen olmayınca yapamıyorum.

Yokluğun gümüş tepside intihar sunacak,

Ölür müydün sanki sevsen beni?
*
kanatılmış sözcükler kitabı'dır.
insan;
ya hayrandır sana, ya düşman.
ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan...

çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü
sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın.
ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın
bahtiyarlığına benzer seni sevmek...

kim bilir belki bu kadar sevmezdik birbirimizi
uzaktan seyredemeseydik ruhunu birbirimizin.
kim bilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden
belki bu kadar yakın olmazdık birbirimize...

gün iyiden iyiye ışıdı artık,
tortusu dibe çöken bir su gibi duruldu, berraklaştı ortalık.
sevgilim, sanki seninle yüz yüze geldim birdenbire :
aydınlık, alabildiğine aydınlık..

nazım hikmet ran /rubailer / üçüncü bölüm
Bu akşam eve geldiğimde Eşim Akşam yemeğini servis ediyordu. Elini tuttum ve ona söyliyeceğim şeyler olduğunu söyledim. Masaya oturdu ve sessizce yemeği yemeye başladı. Ve yine Gözlerinde o korkuyu gördüm.

Bir an da kasıldım ağzımı acamıyordum ama düşüncelerimi söylemem lazımdı. Ben boşanmak istiyorum. Sinirlenmedi Sözlerime karşılık vermedi, sadece sebebini sordu.

Bir cevap veremedim ve buna çok sinirlendi elinde ki Çatal Bıcakları fırlattı. Bana bağırdı ve Adam olmadığımı söyledi. Bu akşam tek kelime konuşmadık. Eşim bütün Gece ağladı. Farkındaydım Evliliğimiz ne olacağını merak ediyordu, ama onu tatmin edecek birşey söyliyemiyecektim. Ben jane'e aşık oldum, eşimi sevmiyorum artık.

Bu vicdan azabıyla bir Evlilik sözleşmesi hazırladım, Evi, Arabayı ve Şirkettin 30% ona vercektim. Sözleşmeye kısa bir süre baktı ve yırttı. 10 yıl hayatımı paylaştığım bu Kadın bana yabancı olmuştu. Onun harcadığı zamana ve enerjiye üzülüyordum, ama geri dönemezdim, Jane'e çok aşık olmuştum. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bu benim beklediğim bir tepkiydi. onun ağlaması benim hafiflememe sebep olmuştu. Bir süredir aklımdan geçiriyordum boşanmayı, bu fikir bende saplantı haline gelmişti ve şimdi bu duyguyu daha da güclü hissediyordum ve doğru karardı.

Bir sonra ki akşam eve geç gelmiştim ve Eşimi Masada yazı yazarken gördüm. Çok uykum vardı ve Akşam yemeğini yemeden uyumaya gittim. Jane ile geçirdiğim o kadar saat beni yormuştu. Bir ara uyandım ve onu hala yazı yazarken gördüm Masa da. Ama bu benim Umrumda değildi ve başımı cevirip uyumaya devam ettim. .

Ertesi sabah bana Şartlarını yazı halinde sundu. Benden hiç birşey istemiyordu, sadece boşanmamızı ilan etmek için 1 ay müsade istedi ve bu zamanda normal bir Aile gibi davranmamızı istedi. Bunun sebebi Oğlumuzun 1 ay sonra Sınavların olması ve bu dönemde ona bu yükü bindirmemekti. Bu kabul edilebilinir. Birşey daha vardı, benden onu Evlilik Gecesinde onu kapıdan içeriye nasıl taşıdığımı hatırlamaktı, ve 1 ay boyunca her sabah onu Yatak odasında Kapıya kadar taşımamı istedi. Kafayı yediğini düşündüm, ama son günlerimizin iyi gecmesi acısından, kabul ettim.

Sonra bu şartlardan Jane bahsettim, yüksek ses ile gülüp bunun çok sacma olduğunu ve eninde sonunda Boşanmayı kabul etmek zorunda kalacağını söyledi.

Eşimle boşanma konusunu açtığımdan beri Fiziksel temasda bulunmadık. Bu sebepten ilk gün onu kucağıma alıp kapıya götürdüğümde tuaf bir duygu yaşadım. Oğlumuz arkamızda duruyordu ve alkış yapmaya başladı 'Babam Annemi kucağında taşıyor' bu onu çok sevindirmişti, Sözleri canımı acıtmıştı... Yatak odasından Evin Kapısına kadar 10 metre taşıdım. Eşim gözlerini kapatı ve kulağıma'Oğlumuza boşanmamızdan bahsettme' diye fisildadı. Bende başımı öne eğerek tamam dedim, ve içime bir üzüntü çöktü. kapı önünde onu bıraktım Eşim Otobüs durağına gitti ve onu işe götürecek olan Otobüsü bekledi. Bende tek başıma Ofise gittim.

2. gün bu oyunu oynamak bize daha kolay gelmişti. eşim başını Göğüsüme yasladı, ve onun kokusunu duydum. Birden Eşime uzun süredir bakmadığımı anladım. Ve onun Evlendiğim zama ki kadar Genc olmadığını farkettim. Yüzünde hafif cizgiler oluşmuş saclarına ak düşmüştü. Gecen yıllar öylesine yanından geçmemişt, O an kendime ona bununla neler yaptığımı sordum.

4. Gün onu kucağıma aldığımda bir güven duygusu yaşadım. Bu bana Hayatının 10 yılını Hediye eden Kadın.

5. gün bu güven duygusu daha da büyümüştü. bundan Jane bahsettmedim. Günler geçtikce onu taşımak daha da kolaylaşmıştı, belki de bu sayede yaptığım antreman dan dolayı dı bu.

Bir Sabah onu ne giyeceğini düşünürken izledim. isyan ederk her gün kıyafetlerin biraz daha bol geliğini söyledi. Birden onun ne kadar süzüldüğünü ve kilo verdiğini farkettim. Demek ki onu her sabah daha kolay taşıyabilmemin sebebi buydu. Birden yüzüme yumruk gibi vurdu. Bu kadar Acıyı ve Üzüntüyü Kalbinde taşıyordu. farkında olmadan başını okşadım. O an Oğlumuz da geldi ve ' Baba Annemi taşıman lazım ' dedi. Bu hayatımzın bir parcası olmuştu, Babasının Annesini odadan Kapıya taşıması. Eşim Oğlumuzu yanına çağırdı ve ona sıkı sıkı sarıldı. Ben başımı cevirdim, son anda kararımdan vazgecmek istemiyordum. Onu kucağıma aldım ve Yatak odasından Kapıya kadar taşıdım. Elini enseme koymuştu ve ben onu sıkı sıkı tutmuştum. Tıpkı Evlendiğimiz gün gibi.

Artık Huzursuzlanmıştım bu kadar kilo vermesinden. Son Gün onu kuçağım da taşıdığımda hareket etmedim. Oğlumuz okuldaydı ve Eşime Hayatımızda ki yakınlığın ne kadar eksildiğini söyledim. Ofise gittim arabadan fırladım kapıyı kilitlemeden bunun için zaman yoktu. Her anın kararımı değiştirmesinden korkuyordum ve Merdiven den yukarı koştum, yukarı varınca Jane kapıyı actı. Ona Karımdan boşanmayacağimi söyledim.

Şaşkın bir ifadeyle elini anlıma koydu ve ' Senin ateşin mi var' diye sordu. Üzgünüm Jane ama ben artık boşanmak istemiyorum dedim. Evliliğimizin renksiz kalması sevgi eksikliğinden değil, birbirimizin değerini unuttuğumuzdan dı. Şimdi aklıma geldi ki, ona Evlendiğimiz Gün kapıdan içeri taşıyınca ömrümün sonuna kadar Sadakat yemini verdiğimi........ Jane olayı anlayınca yüzüme bir tokat attı ve kapıyı kapatarak ağlamaya başladı. Hemen aşağa koşup ilk Çicekciye gidip Eşime bir Buket çicek aldım, üzerinde ki Karta da'''Seni her Sabah hayatımın sonuna kadar taşıyacağim'''' .

Eve vardığımda yüzümü bir gülümseme kapladı, elimde Çiceklerle yatak odasına gittim ve Eşimi yatağın üstünde Ölü buldum. Eşim aylardır Kanser ile savaşıyordu ve ben Jane ile ilgilenmekten bunu farketmemiştim. Fazla yaşamayacağını bildiği için, beni Oğlumun bana negativ tutumundan korumaya çalışmıştı . En azından Oğlumun gözünde iyi bir Eş olarak kalmamı istemişti.

ilişkide ki küçük şeylerdir önemli olan. Villalar, arabalar çok paralar değil . bunlar hayatı kolaylaştırır ama asla Mutluluğun temeli olamazlar.

ilişkine zaman ayır ve ilişkinin güven ve huzur anlamına gelecek şeylere meşgul ol.

Mutlu bir beraberlik yaşa. *
Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,kendimi bulduğumda anladım.

Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..

Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..

Yüreğinde aşk olmadan geçen hergün kayıpmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde anladım..

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği
acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..

Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terkettiğinde anladım..

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..

''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..

Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..

Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde anladım..

Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

CAN YÜCEL
Kenan’ın anne ve babası yine kavga ettiler; küfür etmekle yetinmeyip, babası anasına iki de tokat patlattı. Kenan lise ikide; içinde öfke var, korku var, kaygı var, yalnızlık var. Evet, yalnızlık var. Kenan bu durumu en yakın arkadaşlarına dahi anlatamadı. Anlatamıyor. Çok ağrına gidiyor bu durum.

Kenan yüzü asık, neşesiz, öfkeli sınıfa girerken kapıda matematik öğretmeni K’yı gördü. Görmemiş gibi yaptı, diğer öğrencilerin arasına karışarak sınıfa girdi.

Matematik öğretmeni sınıfa girince ters ters Kenan’a baktı. Kenan kendini derse veremiyordu, önüne bakıyor ve annesinin hıçkırıkları, babasının küfrü ve annesine vurduğu tokat tekrar eden bir film şeridi gibi kafasında canlanıyordu. Öğretmen Kenan’ın ilgisizliğinin farkında yeniden baktı ve “Ne anlatıyorum ben, söyle bakalım!” diye Kenan’a bir soru sordu.

Kenan önüne baktı, cevap vermedi.

Öğretmen, “sana söylüyorum, sersem adam; öğretmen konuşurken ayağa kalkılır. Oturduğun yerden önüne bakıp durma; ayağa kalk ve soruma cevap ver!”

Kenan ayağa kalktı, yine önüne bakmaya devam etti. Kenan sınıf ortalamasında daha uzun boylu olduğu için sınıfın arkalarında oturuyordu. Herkes döndü, ona baktı. Bazılarının yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.

“Burası sınıf. Dalga geçme yeri değil. Adam gibi dersini dinle. Otur şimdi yerine. Allah boy vermiş ama akıl vermemiş,” diyen öğretmen Kenan’a öfkeli öfkeli baktı.

Kenan oturdu. Ağlamamak için dişlerini sıktı. Önüne baktı. Bir daha hiç tahtaya bakmadı. içinden karar verdi. Bu öğretmen yarın ölse, cenazesine gitmeyecekti. Ondan nefret ediyordu. Kendisi ayaktayken ona alaycı bir gülümseme ile bakanları da unutmayacaktı. Bir fırsatını bulduğunda onların canını yakacaktı. Nasıl olsa sınıfın en güçlü çocuğu sayılırdı.

Matematik öğretmeni K, öğretmenler odasında arkadaşına dert yanıyordu. “Asık suratla sınıfa giriyor; bütün ders boyunca önüne bakıyor, ders dinlemiyor. Derdi olabilir! Öğrencinin derdi olur da biz öğretmenlerin derdi olmaz mı? Bizim de kendimize göre dertlerimiz var. “Derdim var!” diye ben okula asık suratla geliyor muyum? Herkesin içinde rezil ettim. Umarım aklı başına gelmiştir. Herkesin derdi kendine yeter. Hiç kimse onun asık suratını görmek zorunda değil.”

***

Kenan yüzü asık, neşesiz, öfkeli sınıfa girerken kapıda biyoloji öğretmeni i’yi gördü. Öğretmeni görmemiş gibi yaptı, diğer öğrencilerin arasına karışarak sınıfa girdi.

i. öğretmen öğrencilerinin yüzüne, oturuşuna, dinleyip dinlememelerine dikkat eden bir öğretmen değil. Kenan’ın asık yüzünün, neşesizliğinin, öfkesinin farkında bile olmadı.

i. öğretmen bu konuda gayet tutarlı. Kendisine sorulduğunda felsefesini şöyle anlatıyor: “Herkesin derdi var; iyi günü var, kötü günü var. Kimse benim derdimle ilgilenecek durumda değil, ben de kimsenin derdiyle ilgilenecek durumda değilim. Ben öğretmenim, benim vazifem öğretmenlik yapmak, öğrencileri sınava hazırlamak. Bir öğretmen olarak sınıfa girer, müfredat programına göre anlatmam gereken dersimi anlatırım. Öğrenciliğinin bilincinde olan öğrenci dinler ve benden yararlanır. iyi öğrenci ve kötü öğrenci ben ders anlatırken belli olur; iyi öğrenci dinler, kötü öğrenci kafasını vermez, ilgisizdir.”

***

Kenan yüzü asık, neşesiz, öfkeli sınıfa girerken kapıda Türkçe öğretmeni S’yi gördü. Öğretmeni görmemiş gibi yaptı, diğer öğrencilerin arasına karışarak sınıfa girdi.

S. öğretmen ders anlatırken Kenan’ın durgun, gergin, öfkeli ve mutsuz halinin farkına vardı. S öğretmen ders anlatırken öğrencilerin arasında yürüyen bir öğretmendi. Bir ara Kenan’ın sırasının yanına geldiğinde, Kenan’ın omuzuna elini koydu ve, “Kenan, ders bitince benimle bir dakika ayırır mısın, sana sormak istediğim bir şey var, unutabilirim, lütfen bana hatırlat,” dedi ve sonra elini Kenan’ın omuzunda çekti ve ders anlatmasına devam ederek yürüdü. Ders boyunca bir kez bile Kenan’ın tarafına asık yüzle, çatık kaşla bakmadı.

Ders bitiminde Kenan S. öğretmenin yanına gitti. S. öğretmen koridorda yürürken başka hiç kimsenin duyamayacağı bir sesle Kenan’la konuştu: “Sen benim en iyi öğrencilerimden birisin. Senin bir derdin var gibime geldi. Benim sana değer verdiğimi bil; biriyle konuşmak istersen, ben buradayım. Sorunlar olabilir, herkesin sorunları zaman zaman olur. Her şeyi içine atma. Belki benim sana yardımım dokunabilir. Bana güvenmeni istiyorum. Bu dediklerimin üstünde düşün, lütfen.”

Kenan gözünde biriken yaşları saklamaya çalışarak S. öğretmene teşekkür etti ve süratle oradan ayrıldı.

S. öğretmen okulun rehberlik bölümüne gitti, Kenan’la ilgili herhangi bir bilgi olup olmadığını sordu. Bir bilgi yoktu. Okul yönetimiyle konuştu, onlarda da bir bilgi yoktu. S. öğretmen okuldan Kenan’ın ev telefonu aldı, evi aradı. Annesiyle konuştu. Kendisini tanıttıktan sonra, “Kenan içine kapandı, hüzünlü, kendini derse veremiyor, bana bir şey anlatmıyor, acaba siz nedenini biliyor musunuz?” diye sordu. Annesi ağlayarak ailedeki sıkıntılı durumu anlattı.

S. öğretmen anneden rica etti, “lütfen aramızdaki bu konuşmadan Kenan’ın haberi olmasın; bunu bir onur meselesi yaptığı belli oluyor. Ben okulda ona göz kulak olacağım, içiniz rahat olsun, zaman içinde hem benimle hem de rehber öğretmenimizle konuşmasını sağlayacağım. Lütfen elinizden geldiği kadar Kenan’ın yanında sorunlarınızı tartışmayın, başka bir odaya gidin, orda konuşun,” dedi.

S. öğretmen rehber öğretmene durumu anlatır. Rehber öğretmen deneyimli biri olarak Kenan’la nasıl konuşacağını bilen biridir. Okul yönetimi durumdan haberdar edilir ve Kenan’la rehber öğretmenin danışmanlığı başlar.

Kenan’ın ailesindeki duruma güçleri yetmez ama S. öğretmen ve rehber öğretmen birlikte Kenan’ın bu sürecin altında ezilmemesine yardımcı olur ve sonunda Kenan yaşama daha dirençli ve olgun biri haline gelir. Derslerinde en yüksek başarılar elde edemese de, sınıfta kalmaz.

***

Üç tür öğretmenden söz ettim:

K öğretmen, korku kültürünün öğretmenidir, bütün derdi öğrenciden daha güçlü olduğunu göstermektir.

i öğretmen, işine odaklanmış öğrenciye ilgisiz öğretmendir. işini yapar, daha fazlasına karışmaz.

S öğretmen, sevgi ve saygı değerini yaştan öğretmendir. Öğrencinin gelişimi, kendini anlaması, hayata hazırlanması onun için sınava hazırlamak kadar önemlidir.

Sizin okulunuzda hangi tür öğretmen daha fazla?
*
On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğuyum. Doğduğum ev, Silifke'nin en eski mahallesi olan, Mukaddem Mahallesi'nde Becilli Sokak üstünde, mahallemizin adına yakışır, eski bir taş evdi. Etrafı yer yer yıkık kalın bir duvarla çevrili olan bahçemizde bir kuyu vardı ve diğer evlerden farklı olarak bu kuyuya babam daha sonra tulumba koydurmuştu.

Bahçemizde hangi ağacı kimin diktiğini hatırlamıyorum; kuyu başında, taştan oyma banyolardaki küvet büyüklüğünde, bir 'yalak,' onun biraz ilerisinde bir nar ağacı vardı. Şimdi düşünüyorum da, o nar ağacı kimsenin dikkatini çekmeyen, kimsenin ilgilenmediği, öyle var olan, ama her nasılsa benim evle ilgili anılarımda vazgeçilmez bir yeri olan bir ağaçtı. Narını şimdi gözlerimle görüyorum gibi; ama sanırım ekşi olduğu için yemezdik, ağaç üstünde kalır, sonra yere düşer, nar çürür giderdi.

Hurma ağacımız vardı; babam her yıl o hurma ağacını budardı, ama onun hurmasını yediğimizi de hiç hatırlamıyorum. Zeytin verip vermediğini hatırlamadığım bir yaşlı, ama çok yaşlı, bir de yeni ufak boy iki zeytin ağacımız vardı. Zeytin topladığımızı pek hatırlamıyorum.

Hatırladığım en önemli ağaç, bahçemizin bir ucundaki toprak damın hemen köşesindeki dut ağacıydı. O ağaç bol miktarda dut verirdi ve mevsiminde bol bol dut yediğimizi, komşulara dağıttığımızı, dallarına çıktığımı, dut toplamak için o dalların uçlarına uzandığımı hatırlıyorum.

Patlıcan, domates, biber, nane, maydanoz, soğan, kabak mevsiminde bahçemizde yetişirdi. Önceleri 'helke' dediğimiz kovalarla kuyudan su çekerken, daha sonra tulumbayı kurunca yalağa doldurduğumuz su ile 'avar' dediğimiz bahçemizi sulamaya başladık. Ağabeyimler kuyudan su çekerlerdi; ben helke ile kuyudan su çekmeyen nesildenim.

Ben ortaokuldayken eve elektrik ve su bağlandı. Elektrik dıştan kurşun borular içinden geçen kablolarla evin tüm odalarına dağıtıldı ve her bir ampulün, döndürünce 'çat çat' diye ses çıkaran düğmeleri vardı. Su, kuyunun yanındaki yalağın yanına bir musluk konarak eve bağlandı. Orayı çeşme olarak kullanarak evin su ihtiyacını temin ediyorduk.

'Ayak yolu' dediğimiz helamız bahçenin en uzak köşesinde kazılmış bir çukur üzerine oturtulmuş bir uyduruk kulübeden ibaretti. ibrikle su taşırdık; taharetten sonra ıslak eli silmek için eski bez parçalarının asılı olduğu bir ip olduğunu hatırlıyorum. Dört, beş yaşlarında helada otururken kendi kendime hikayeler uydurur, anlatırdım. Bir keresinde ihsan ağabeyim, kapıda beklemiş beklemiş, bakmış hikayenin biteceği yok, çık artık, yoksa donuma yapacağım, diye beni uyardı. Rüyadan uyanır gibi, öykümden uyandığımı hatırlıyorum.

Eşeğimiz vardı, adı nedense 'Kalıp'tı. Kalıp'ı şimdi, sevgiyle, şefkatle ve bir tür eziklik duygusuyla anımsıyorum. Bir keresinde Kalıp'ı dövmüştüm; istediğim yere gitmiyordu, kendimi aciz hissediyordum, sanırım yedi ya da sekiz yaşlarındaydım, acizliğim beni öfkelendiriyordu. Hem dövdüm hem de bir süre onu susuz bıraktım, cezalandırmak için. Bu yüzden ne zaman bir yerde birinin hakkının yendiğini, eziyet edildiğini duysam, içim cız eder, isyan duyguları kabarır ve hemen aklıma Kalıp gelir.

Ve şimdi bu satırları yazarken gözümden yaşlar akıyor, onun hakkını helal etmesini istiyorum. Kalıp'la helalleşmek benim için ne kadar önemliymiş ancak şimdi farkına varıyorum! Şu an inansam ki, istanbul'dan Bolu'ya yayan yürüsem Kalıp bana hakkını helal edecek; gözümü kırpmadan yola çıkarım. Hayvanlarla helalleşmek şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti, ama anlıyorum ki, benim insan olmamın bir gereği olmuş. Helalleşmenin bu kadar önemli olduğunu ancak bu yaşta anlayabiliyorum.
*
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:

- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?

- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.

- Ne oldu, nasıl oldu?

- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”

Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:

- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?

- Hayır, neden?

- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.

Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:

- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim istanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.

- Radikal bir karar!

- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.

- Eşiniz ne dedi?

- Hocam biliyor musun ne oldu?

- Ne oldu?

- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!

- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.

- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?

- işte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.

- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!

- içimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.

- Eşiniz gelmek istemedi!

- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?

- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. inanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.

“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.

“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

*
Seninle yaşlanmak istiyorum. Seneler geçsin, sen beni bil, ben seni bileyim istiyorum. Benim olduğu kadar dostlarının, dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum. Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.

Yaşayalım ki, öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı. Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız. Sen çok dertlenip, içip, arkadaşlarınla eve gelmelisin. Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız. Öyle ki, yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.

Yaşayalım ki, paramız olunca sevinelim. Güzel günlerimizi, evimizde, bır şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız. Ya da bazen dostlarla ucuz biralar içerek... Böylece yaşamalıyız işte.

Sonra çocuğumuz olmalı, düşünsene, senin ve benim olan bir canlı. Geceleri ağladıkça sırayla susturmalıyız. Sen arada mızıkçılık yapmalısın. Ve ben söylenerek sıranı almalıyım. Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım, söylenerek yumurta kırmalısın. Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılıp yatmalıyız.

Zaman su gibi akıp giderken, herşey yaşanmış bir hayatımız olmalı. Herşeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden. Mutlu da olsa, kötü de olsa, yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı. Saçlara düşünce aklar ya da gidince aklar, çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.

Kavgasız, her sabah gürültüyle uyanılmayan, sessiz bir yere gitmeliyiz. Geceleri balkonda denizi seyredip, sandalyelerimizde sallanmalıyız. Eve gelip, benden kahve istemelisin. Çocuklar gelmeli ziyaretimize, geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız...

Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı "her şeyde". *
Ne zaman; hayatında bazı şeyler çekilmez hale gelirse,
Ne zaman; yirmi dört saat kısa gelmeye başlarsa,
O zaman; mayonez kavanozu ve iki fincan kahveyi hatırlayınız…

işte kavanoz ve iki fincan kahvenin hikayesi

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir. Ders başladığında; hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır. Sonda da kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur. Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar…

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine; profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını, kavanoza döker. Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurmaya başlar. Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler yine hep birlikte; ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Profesör yine aynı soruyu sorar. Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan kahveyi alır. Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye. Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar… Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;

‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları; Hayatınızdaki önemli şeylerdir. Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.

Çakıl taşları ise; Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir. Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.

Kum ise; diğer ufak tefek şeylerdir. şayet kavanoza önce kum doldurursanız; Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi; ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz; Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın.

Sağlığınıza dikkat edin.

Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.

Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.

Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.

Gerisi hep kumdur…’

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar; ‘Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’ Profesör gülerek cevaplar; ‘Bu soruyu bekliyordum. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun; Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır. *