bugün

oranın sıcağı kötüdür,pistir. oranın soğuğunda aman dikkat et, adamı çarpar. o da bir şey mi sen bir de buranın soğuğunu gör, ürpertir adamı! hayır,bizim oralar daha soğuk! ulan yettiniz be! yıllarım bu cümleleri duymakla geçti, nereye gitsem aynı sözler. bursaya giderim, derim ki "bursa soğuktur, palto alayım" . karşıdan cevap hazır: "sen istanbul'u gör,deniz kenarı bir de,dışarı çıkamazsın". bir şey söylenmez ona, sonraları küresel ısınma gelir; hava durumuna bakarım, bursa 41 derece, nem oranı yüzde 40. sıcaktan yakınırım; cevap yine hazır: "ohoo sen ona bir şey mi diyosun, gel bir de burayı gör". dediği yerde hava sıcaklığı 33 derece olmasına rağmen orada her zaman nem oranı daha fazlaymış. en sıcak onların, en soğuk onların. peki peki anladık. alın soğuk da sıcak da sizin olsun!

tekerleme raconuyla büyüdük biz. tekerleme bilmezsek cahil gözüyle bakılırdı bize. salak mıydık ne? anlamsız anlamsız sözlerdi hepsi de. iki kişi aynı anda aynı kelimeyi telafuz ettiğinde ileri atılıp "cipsi kola" veya "özel cips kola" demezsen olmaz. ne söyleyeceğin coğrafi koşullara göre değişiklik gösteriyor tabi. o değil de, özel cips kola nedir ulan? hiç de sorgulamamışım yıllarca. hadi onu geçtim tekerlemelere ne demeli? ilk kim yazmış merak ederim. bir tanesi şu şekildeydi: "tom ve jerry,dispanseri,verem do,verem si,oo pepsi." konudan konuya atlamanın en büyük örneğiydi bu tekerleme. bir de "yes-no" cevabı verdiren tekerlemeler vardı, yes dersen "va-ni-kes" ile sıran üç sıra kayar; no dersen "en-no" ile sıran iki sıra kayar. dilimiz bile gelişmiş tekerleme ile teker teker.

fight clubber'lık bir felsefedir. tek model takılacaksın. şekilcilik gibi gözükse de önce görünümüne özen gösterip clubber giysileri giyeceksin; inci küpeni ve üstten sivri saç modelini kafandan eksik etmeyeceksin. v yakalı, ama kocaman bir v yakası olan bir badi giyip gideceksin club ortamına; geldin işin fight kısmına, karıştır ortalığı, yakıp yık. vandal felsefe. tabi bunlar sana yol su elektrik olarak geri gelecek. önce bardan tekme tokat yola atılacaksın, sonra üstüne bir kova su döküldükten sonra en yakın karakolda elektrikli sandalyeye oturacaksın.

insanların "benim küçük sevgilim" diye hitap ettiği sevgilileri olduğu gibi "benim kütük sevgilim" diye hitap etmesi gereken sevgilileri de vardır,olacaktır.

kadir çelik'in sunduğu objektif isimli program objektif olmaktan oldukça uzak, izleyin, görün, küfür edin. tulumuna göre tarafsız medya.

afrika sıcaklarının ortalığı kavurduğu şu günlerde basın mensupları "sıcaklarla aranız nasıl" sorusunu acaba insanları daha fazla bunaltmak için mi soruyor? yoksa sadistler mi? gidin daha güzel soru bulun.

küresel ısınma bitsin, hepsi bitecek...
mevzu su olduğunda çok acımasızımdır. öyle ya, temizlik imandan gelir. ben duş alırken su kesilirse affetmem. önce bizim evi inşa eden müteahitten başlarım, tesisatı kötü yaptı ya hani, ondan su tazyiki gitti ve kesildi su, hızımı alamam, belediyenin su işlerine küfür ederim; asıl sorumlu onlardır diye; bugün git yarın gel müdürlerine söverim, hızımı yine alamam belediye başkanına söverim. yerel seçimden genel seçime atlarım bir anda milletvekillerine, bakanlar kuruluna, başbakana atlarım. sabun şampuan kurur kafamda, beklerim su gelmez, üşürüm. afiyet olsun.

nokia firması insanları etrafına toplamada çok başarılı, insanlar nokia'yı topluyor gibi gözükse de nokia başarıyor insanları toparlamayı, herkesde bir nokia.topluyorlar. nokia; collecting people...

sarhoş pembesi pembenin bir tonudur. boyunun altı ve göğüse doğru inen bu pembelik güneşe doğru içmeyle başlar; zamanla burun da pembeleşir. beyaz gömleğin açık yakası ile müthiş bir uyum oluşturur bu pembelik.

sevmediğim, "alayı" olarak adlandırdığım "hepsi" grubunun "aşk sakızı mısın" isimli şarkısını aylardır "aşkım hazır mısın" olarak anlamanın haklı gururunu yaşıyor bu bünye.

akışkanlar mekaniği dersi akışına bırakılarak geçilecek bir derstir; akıntıya kürek çekmeyeceksin.

savaş ay şantiyeci ya da tinerci. ulan yıllarca yanan fıçılı izbe bir studyoda a takımını izledik, ses de kısık kısık. pis herif! yeri gelmişken cem ceminay'a yandan baktığımda fırlayan tükürüklerini çok gördüm, o da pis.

iki gün önce televizyonda mehmet ağar'ın mitingini gösterdiler. "mağdur olan çiftçi,mağdur olan pancar,mağdur olan,patates,mağdur olan işçi,mağdur olan memur..." dedi sayın ağar. ne demek bu yahu? patatesler iktidar olacak...

dilimize "eamınaobre,ananı da al git,ne mutlu türkiye" gibi deyimleri kazandıran ünlülerimize teşekkür ederim, türkçemiz genişledi...
görüşürüz; hayır efendim, görüşmeyiz. görüşemeyiz. şehirler arası bir yolda dinlenme tesisinde kasadaki adama para verip "görüşürüz" demek kadar saçma bir şey düşünemiyorum. tanımam etmem; nerede görüşeceğim, görüşsem ne olacak, bana ne fayda sağlayacak? kimseyle görüşmek istemiyorum. beni yalnız bırakın.

güldür beni,güldüreyim seni. bu lafı bir arkadaşımla geyik esnasında "gülbeni güldüreyim seni" şeklinde söyledim. dil sürtüşmesi dediklerinden. bunun sonunda "gülbeni" kelimesi ortaya çıktı ve bize sınırsız geyik malzemesi olmuştu. gülbeni; albeni... yeni çikolatanız. gülbeni; gülben tadında...

televizyondaki gençlik ve üniversite dizilerinden bıktım, hayat bu kadar toz pembe mi ulan? hep eğlence, hep eğlence, sevimlilik... sevimli değilsiniz. kütüksünüz kütük!

ben de amerikan filmlerindeki terli, kel, kalın enseli, dişleri eğri psikopat zencilerden olmak istiyorum. şiddetlice...

prison break dizisinde, ana karakter michael'in hücre arkadaşı sucre ajdar anık'ın aynısı.

kutay özcan isimli ufak televizyon çocuğunu hatırlamayan yoktur, deterjan reklamlarında ünü yayılmıştı "çok çalışmam gerekiyo annee çook" diyerek. uzaktan sevimli gibi gözüken bu çocuğu bir 23 nisan günü kim 500 milyar ister'in çocuk versiyonunda izlemiştim. sesli düşünmesi,muhakamesi, mimikleri, hareketleri ve bilgiçliğiyle oldukça iticiydi. ufacık çocuktan bir anda nefret etmeye başladım. şimdi sözüm sana kutay özcan; artık aşağı yukarı 14 yaşındasın, büyümüş de küçülmüş havasından çok büyümüş de büzüşmüş havası veriyorsun bana; sevimli gelmiyorsun, sesin de kartlaşmaya başlamıştır artık, çık ulan hayatımdan.

tolga garipoğlu'nu yani tolga abimizi yıllardır değişmez kılan boynundaki kocaman guguk.

tepeden aşağı bıraktığın yuvarlanan tekerlek, şehre inene kadar mersedes olsa da o mersedes kolay kaza yapar, çuvallar. ortaya dedikodu atmamak lazım. dedikodu; adı üstünde,dediğin anda kodu mu oturtur.

mahallede bir komşu yeni araba aldığı zaman herkes bakar, merak eder. komşu da hasta mıdır nedir arabanın kaputunu açar,gösterir. ulan onca komşu ne anlar motordan? hadi anlasa ne yapacak motorla? bagajı aç, torpidoyu aç da kaputu karıştırma.

bursa'da uludağ olmasa ne yapardık bilmem. bütün herşeyin markası uludağ. uludağ gazozu, uludağ kebapçısı,uludağ seyahat... gavur dağı bursa'da olsa yandıydık. gavur kebapçısı, gavur seyahat,gavur gazoz... hele gavur camisi çok fena olurdu...

2003-2004 senesinde ekranlarda türeyen, bayhan'ı,abidin'i,firdevs'i meşhur eden popstar milleti kendine iyi bağlamıştı. bir gün, jüri yarışmacı, yarışmacılar da jüri olsa ne olurdu dediler ve dediklerini yaptılar. ahmet san,deniz seki,armağan çağlayan ve ercan saatçi'yi yarışmacı olarak sahneye çıkardılar. jürimiz yani yarışmacılarımız eleştirilerini yapmaya başladılar. silik ve ahmet san'la yıldızı pek barışık olmayan bir yarışmacı ahmet san'a "ahmet san popstar olamayasan" dedi. kötü bir espriydi, gülmemiştik. ahmet san'ın ismi ahmet can olsa daha da kötü olacaktı durum. "ahmet can popstar olamayacan" elendi çocuk sonra.

ben kendi yıldızımla barışık bir insanım. yıldızımla yıldızım da barışık. hastayım hasta.
hayattaki en güsel şeydir.espri anlayışımın tümünü oluşturur.saçmalamayandan korkmalı bu devirde..
absurt cümlelerle kisinin aklini karistiran kisilerin yaptigi eylemdir...
söylediklerini bir tek kendileri anlarlar ve kendi kendilerine gülerler, hatta bazen kendileri bile anlamazlar...
arkadaşlar arasında yapılan kahkahalarla gülmeye sebep olan saçmalıklar dizisi.
dün gece izmir çevre yolu facia gibi bir kazayı atlattı. karpuz yüklü bir kamyona ali veli kırkdokuzelli'nin yönettiği otobüs arkadan çarptı. otobüsün hemen arkasından gelen ve otobüse de arkadan çarpan spor otomobil kazanın boyutlarını arttırdı. otobüsten sağ kurtulan yaralılar ambulans gelene kadar yola saçılan karpuzları yiyerek hayatta kalmaya çalıştılar. polis kaza hakkında geniş çapta soruşturma başlattı. otomobildeki kişilerden gürkan palamut ve sebahat nerahat'ın kafatasından karpuz çekirdekleri ayıklanmaya çalışılıyor.

halk otobüsüyle eve gelirken "duracak düğmesi"ne yanlışlıkla bir durak önceden basmışım. şoför kükredi: "kim bastı ona çabuk söylesin, inmeyecekseniz basmayın ulan" dedi. kimin bastığını soruyor, deli miyim bastığımı söyleyeyim?

ufakken et ürünleriyle birlikte ekmek yemezdim, salak mıydım ne? bir de "ben vücutla ekmek yemem" derdim. saçma sapan kelimeler vücuda gelmiş, body language...

"çetrefil" kelimesini duyduğum an korkarım, aklıma kibariye'nin annesi gelir, çetrefilli bir yüz, heyecan, intikam, aksiyon...

milletimiz hem sever hem döver; küfür ederek de sevebilir. ronaldinho sevildiğini biliyor; onca top cambazlığını yaptıkça annesi o kadar çok anıldı ki,her top sekmesine bir küfür...

en iyi nüfus kontrol yöntemi türkiye devlet karayollarıdır. yapılan yollar her gün kim bilir kaç kişiyi öldürür? bilinçli bir devlet politikası; insanımız da azıcık bilinçli olsa, yollara çıksa, nüfus kontrol altına alınsa? değil mi? mıcır mı istersiniz zift mi?
paket olsun.

hayvanseverlik duygumuz o kadar büyük ki! bizim ahmet abi bir pitbul almış, senin kangalı parçalar; ohoo sen bir de bizim kerim'in kurdu gör... siz bir de beni görün, ulan köpeklerinize yediririm sizi barbar sürüleri be!

"zelzele" kelimesi depremi deprem yapan kelimedir; telafuz ederken dilini dişlerinin arasına alırsın; gözlerini kocaman açarsın, karşındakinde sarsıntı yaratır.

profilden bakınca kaç promil alkollü gözüktüğünü öğrenmek için bir delilik yapmak gerekir.
çalışılmayan bir sınavda sıkca başvurulan yöntemdir. ayrıca kafanın dolu olduğu zamanlarda her ortamda yapılabilir olduğunun tecrübeyle sabit olduğunu üzülerek belirtmek isterim.

(bkz: saç malanmaz taranır)
(bkz: şekil 1 a)
büyüyemedim; olgunlaşamadım. kazık kadar oldum, vücudum kazık kadar oldu, çocuk gibiyim. içimdeki çocuk bile kazık kadar oldu be! belki de ben çocukken içimde çocuk falan da yoktu; içimde bir amca vardı; adam... "bak evladım, içindeki adamın sesini dinle, o büyüğün senin". vicdan içindeki çocuk insanın... ama büyükler acımasız, içindeki büyük adam vicdansız... acımasız velet seni be!

"yumurcak köprü altı çocuğu" filmiyle sevimlilik gördü yıllarca bu insanlar. köprü altlarında afacanlık yapan çocuk olur da ileride gemide afacanlık yaparsa "yumurcak köprü üstü civciv" olur o yeni filmin ismi. köprü üstünden kumandayı devralır kaptandan. yelkenler fora...

"ibo show" programını yıllarca anlamadım, anlamaya da çalıştım halbuki ama olmadı. çocukken anlamak için zekamın yetmediğini düşündüm, ama şimdi de mi zekam yetmiyor acaba? program ilk çıktığından beri konukları var; şarkıcı konuklar. ama o şarkıcı konuklar şarkı söylemedi bir çok programda. arkadaki koltukta oturdular, ibrahim tatlıses aldı eline mikrofonu, titredi, elini beline koydu, zıpladı, "şappiiee" dedi... değişmeyen bir format.

trafikte öyle anlar vardır ki kırmızı ışıkta iki araçla yanyana geldiğinde bakışırsın, gözlerini kaçırırsın sonra da. o bakışlarda ne anlamlar gizlidir halbuki. "yerim seni" den "bakma ulan dik dik" e kadar... ne anlarsan. sen sus gözlerin konuşsun.

pelteklik var hafif... zobodooart!! sen sus da "göt"lerin konuşsun.

900'lü hatlardaki "seviyeli bir sohbete ne dersin" teklifleri üzerine uzun uzun düşündüm ve birini aradım. seviyeyi korumak adına resmi bir şekilde konuşmaya başladım. her gün bu seviyeli sohbeti ilerletmek için aradım aynı numarayı. ay sonunda telefon faturası geldiğinde açık saçık konuştum... açtım ağzımı yumdum gözümü, o da zaten "gözlerini kapa,beni hayal et" demişti. ağzım da açık... daha çok beklersin o açık ağızla.

tansiyon aleti toplumumuzda bir ilaç gibi görülüyor. fenalaşan bir vatandaş koltuğa serildiğinde hemen alıyoruz bir tansiyon aletini, takıyoruz kola, ölçüyoruz on dokuza on iki... oldukça yüksek. kaldırıyoruz tansiyon aletini, iş bitti. o kadar, adam da kaldı öyle.

senin için ağzımla vakumladım her yeri..emdim,yedim. süpürge ettim kendimi. sen ise saçını süpürge etmekten kaçıyorsun.

filmlerdeki esrarengiz adamlar büyük arkalıklı bir koltukta; sadece el bileği gözükecek bir şekilde arkası dönük vaziyette oturmasın. plastik taburede bize dönük dursunlar, o özgünlükle yeteri kadar şüphe duyulası bir insan olurlar zaten.

tarkan filmlerindeki "kurt" isimli köpeği belediyeciler getirmiş stüdyoya.
asidi kaçmış bira gibim bişi bu. * hani tadı iğrençtir içmek zorunda hissedersin kendini. bir yudum bir yudumdur. bu da öyle bi şey...saçmalıyorsun, sus iki dk... susmiycam anasını satiim...

yıllar önceydi çokta güzeldi.
şimdi düşününce...
-anacım düşününce herkese öyle gelir. geçicen onu bi kere...

benimsin demiştin bende senin...
-bana fasilite yapma.
-fasilite ne lan...*

yalnızım,yalnızız, yalnızlıklar...
-bi s.kdir git diyorum sadece....
-şarkı lan bu
-heee...söylesene.

renkli rüyalar otelinde....
-o zaman sadece para kazan
-ne diyosun sen be
-para her şey...
-peki...

sarhoş olsakya, tek vücut olsak ya, yüksek dozaj kalıp burda mutlu ölsek ya...
-salaksın sen
-peki...renli rüyalar otelindeeeeeeeeeeee......!!!
karşımdaki insanın kafasında soru işareti bırakmayacak kadar duygusalım. ne alaka şimdi duygusallıkla soru işareti? kafanızda soru işareti kaldı değil mi? bu soru işaretini derhal silmek lazım akıllarınızdan. demek ki duygusal değilmişim. benim de kafamda bir soru işareti kaldı şimdi. olmadı ama o.

kimi insan bilmece gibi konuşur; her söylediğiyle karşındakinin kafasında soru işareti bırakır. eeeh yeter be soru işareti soru işareti... amma çok soru sordun. ben çok heyacanlı konuşurum. her söylediğimle karşımdakinin kafasında bir ünlem bırakırım. dediğim dedik biri olsaydım da noktayı koyardım. hatta yarım yamalak konuşsaydım da... noktalama işaretleriniz batsın!!

şehre yeni giriyorum. önümde şehir merkezi-centrum tabelası var. hayır efendim centrum da değil sentrum da değil. şehir merkezi bildiğin sendrom. tabelaya onu da eklemeleri lazım.

msn messenger sevenleri birbirine kavuşturduğu kadar ayıran da bir programdır. "hayatım birbirimizi engelleyelim artık olur mu?" . "olur" diyemeden karşı taraf çevrimdışı gözükür. engellersin, üstüne girilmez levhasını basarsın.

şehir hatları vapurunda martılara simit atmak yerine kenarlardaki can simitlerini atmayı denedim. ağızlarıyla yakalayamadıklarını fark edince boyunlarından geçirmeyi denedim. hemen arkamda sağ omzumun üzerinde bir el hissettim. can simidini boynuma geçirdiler beni martıların arasından attılar denize; simit niyetine.

bir tanıdğımız, yeni doğan çocuğunun ismine yusufcan koydu; yeni doğan bebeği sırf ismi yüzünden bebek olarak hayal edemedim. hastaneye gittiğimde karşımda bıyıklı, ceketli, gömlekli, evrak çantalı birini bekledim ama kundaklı bebek vardı... can takısı insana bebeklik katmış.

fabrikada tütün sarar, kafa bi milyon gezer fabrika kızı... ağlamasın da ne yapsın?

"bokuyla kavga etmek" deyimini bilmeyen yoktur, aşırı kavgacı kişiler için söylenir; bu kişiler bokunda da boğulur yeri gelirse. yeri gelmişken söyleyeyim; bokum kadar sevmem onları.

üç yaşındaki çocuğu ruh bilimciye götürdüm; "çocukluğuna inelim" dedi; kavga edip çıktım oradan; ruh hastası be!

söylemesi ayıptır; iki gündür susuyorum,konuşmuyorum söylemesi ayıp diye.
her şey sandık başına gittiğinizde belli olur. şimdiden ne kadar anket doldursanız, mitinge gitseniz de her şey sandık başında belli olur. şu lafları duymaktan bıktım. ne şimdi bu? üniversiteye giriş sınavı falan mı? insanın belli siyasi görüşü,düşüncesi vardır ama sandığın başına gidince ruh halinden mi etkilenir bu düşünce? delirtmeyin beni. bu arada seçmen kağıtlarımız gelmiş; karamehmet okulu'nda kullanıyormuşum oyumu. nasıl heyecanlandım bilseniz. size geldi mi seçmen kağıdınız? nerede giriyormuşsunuz sınava? pardon, oyunuzu nerede kullanıyormuşsunuz?

ebe köylü kızı, ebe köylü kızı!!! danışmaya lütfen...

bir dizinin reytingini arttırmanın, sezon sayısını uzatmanın yolu her sezon finaline bir trafik kazası yerleştirmektir. ani bir traik kazası... ama trafik kazasının olay anı ağır çekim olacak. otomobil on dakika boyunca takla atıcak. sezon bitecek. yeni sezon başladığında o otomobil tekrar takla atmaya devam edecek. ambulans,hastane derken, soruşturma başlayacak... kaza flashbacklerle tekrar tekrar gösterilecek... sezonun yarısını bitirdiniz helal olsun. sonra bir de kaza yüzünden evinize kamu davası kağıtları gelir, dava süreci derken bürokrasi sayesinde reyting yaparsınız siz.

prison break izleye izleye cool olma çabası içinde michael scofield gibi kısık sesle konuşuyorum. öhö! boğazlarım acıdı artık. kısık sesle konuşup karizma yapacağıma coca cola reklamlarındaki gibi "brrrrr" yapardım.

"okan bayülgen mükemmel falan yaneeee,evet mükemmel" . evet okan bey, sayın bayülgen... kendisi mükemmel biri. en mükemmel o, herşeyi bilir, hata yapmaz, siyasetten anlar, mizahtan anlar, kızdan anlar, asla medyatik değilken medyanın içindedir, herkesin harcı değildir bu... hıncal uluç olma yolunda ilerlemekte kendisi... yolu açık olsun.

gargi-kaynana; hugo ve tolga abi-görgüsüzler.... dünya klasiklerinin yandan yemişleri bunlar. okuyun mutlaka. gorki ile victor hugo'ya selamlar olsun. tolga abi'yi unuttuk...

tuttuğunu koparan biri değilsen allah tuttuğunu altın etmesin; bir işe yaramaz, tuttuğunla kalırsın.

kendi fotoğrafımızı çekerken gözüken kolumuzu fotoğrafta göstermeyen yeni teknolojiler geliştirsinler.

kelle paşa...
diş macunu reklamları reklamlarına en az kosla sıvı reklamlarına gıcık olduğum kadar gıcığım. dişlerinin beyazlığını göstermek uğruna ekranlarda otuz iki diş göstererek sırıtan ciddiyetsiz insanları görmekten sıkıldım. hele o colgate misvak dedesi yok mu, beni öldürecek... bu nesil de hemen öğreniyor, hemen öğreniyorum, dişlerini kıracağım yakında dede!

ipana multiflorex; diş hekiminizin seçimi. evet, diş hekimimin seçimi, o dişlerini ipana multiflorex'le fırçalıyor. böyle saçma slogan da görmedim. ben her şeyle fırçalarım dişimi.

sarı sıcak isimli programda az önce ferhat göçer epeyce saçmaladı. rahmetli kazım koyuncu'dan bahsederken; "zamansız bir kayıptı bizim için" dedi. azıcık düşünerek konuşun sayın göçer; kayıbın, ölümün zamanlısı mı olur? "dedeciğim senin ölme zamanın geldi artık, bizim için zamanlı bir kayıp olacaksın"... insanı zorla söyletiyor!

bir yerin puşt bakışı krokisini çizebilmek için en detaysız haritayı alın elinize; üzerini bilimum hinliklerle, şeytanlıklarla süsleyin. lejant bölümünde hangi hinliğin neye tekabül ettiğini belirtmeyi unutmayın. alın size puşt bakışı...

yaz sıcağından biraz kurtulup havanın hafif serinlediği zamanlar karpuz yeme havasıdır. o ne yahu? hava serinledikçe belki de canım karpuz çekti.

gargamel'in şirinler'e küfür ettiği günleri de görmek isterim. hasta bir adam zaten bu gargamel, nefret ettiğini yer mi insan? kuzudan nefret edip kuzu eti yemek gibi bir şey...

doksanlı yılların başındaki kara kutu atari kokusunu özledim. aslında plastik ve elektronik aksam karışımının kokusudur o; yeni aldığım web kamerasının kapağını koklayınca aklıma anılarım geldi; bu arada bir insanın kamera kapağını alıp koklaması kadar da saçma bir şey duymadım şimdiye kadar, duymadım işte, yaptım, duydunuz.

sorun sen değilsin, ben de değilim. benim yeni sevgilim sorun. ne demek lan? yoksa yeni sevgili mi yaptın... kiminle konuşuyorsun? bizim üçüncü arkadaş!! sen git buradan,buralar gitsin sen gitme veya... ok,bye...

sana benden bir bira, çiçek pasajından... muhabbetimiz artsın.

gözüne far çek,gözlerini kırp,selektör yap...bekleme yapma ticari!!
haydar dümen'in psikolojisini düzeltecek bir gazete sayfası gerek. hem de çok acil. saçma sapan sorularla adamı hasta ettiler. bir gün şöyle bir soru vardı: "hocam günde dört kere masturbasyon yapıyorum ne olur?"; haydar amca bu soruya şu şekilde cevap vermişti: "oğlum bunu gel günde dört yerine haftada dört yapalım, sen de rahat et, ben de rahat edeyim."... yazık günah adama... anlamadığım nokta, hadi çocuk haftada dört kere yapıp rahat edecek, haydar dümen neden rahatlıyor? yani adam en sonunda şaşırdı... haydar haydar!

yarın 22 temmuz, oyununuzu oynayın,kullanın...

mustafa hakkında her şey filmini izlerken nejat işler'in namlu karşısında banyo yaptığı sahnede arkadaşım "eh hadi nejat'ın dötü de gördük sırtımız yere gelmez artık" demişti. bu da bir yaklaşım...

vücut dili ve edebiyatı bölümü ve yunuslar arası ilişkiler geleceğin bölümü olmayı hak eden bölümler.

cumhurbaşkanlığı seçimi iyice kaos haline geldi, yargıtaylar danıştaylar derken cumhurbaşkanını kimin seçeceğine bile karar veremedik. ben "halkı cumhurbaşkanı seçsin" diyorum.

gülben ergen şu sıralar bir albüm hazırlığı içerisinde olmalı; sürekli garip garip demeçler veriyor ve kendini antimedyatik gibi gösterme çabası içinde;gündemde sürekli... bir de üstü shakira altı şişhane miymiş öyle birşeymiş. kendisine "bırak allah aşkına" diyor ve istanbul gecelerine geçiyoruz.

bu akşam "güzel ve dahi" isimli programda "adolf hitne" diyen güzelimiz, kenan evren'i bilmeden tanımadan garip bir sosyal mesaj vermeyi başardı, ders verdi. öyle kültürlü ki...
şu an dünya görüşüm genişledi, o kızı görerek.

hatta dünya görüşümü genişleten isimlerden biri de okan bayülgen'dir. her şeyi bildiği gibi her programda gençliğe ağır eleştiriler yaparak yaptıklarımdan ders almamı sağladı. teşekkürü borç bilmeliyiz "sayın" bayülgen'e...

behzat ve süheyl uygur kişilerinin işi ekranlarda bağırmak. kendilerini yıllardır televizyonda sadece bağıran zıplayan manyaklar olarak biliyorum. hatta programları vardı, önceleri şahane cumartesi, sonra şahane pazar... şahane falan değildi o programlar. "haftasonları en boktan hale nasıl getirilir" sorusunun cevabıydı o programlar... şükür ayırana...
(bkz: yasasin absurdizm kahrolsun mantik)
tuvalet kimya kültürünü arttıran bir mekandır. deterjan kimyasını... her tuvalete gittiğimde elime farklı bir deterjanı alırım; arkasını okurum. hatta bir de calgon varsa coğrafya kültürüm de artar. neden mi? calgon deterjanlarının arkasında hangi yörenin sularının ne kadar kireçli olduğunu gösteren türkiye haritası var. bursa'nın suları orta derecede kireçliymiş; üç kaşık calgon yeterli...

elim kolum hiç rahat durmaz. sigara aldığımda hemen jelatinini çıkarmaya çalışırım; çıkardığımda içimi büyük bir huzur kaplar. ancak jelatinin dılarda olması ve sigara paketinin de jelatinsiz bir şekilde mat görünüşü beni tekrar huzursuz yapar. jelatini pakete geçirmeye çalışırım, beceremem. huzursuzluk yerini strese bırakır... sinir,cinnet. buradan benim sürekli huzursuz olduğum gerçeğine ulaşabiliriz.

insanlar toplu taşıma araçlarına bindiklerinde her yanlarını sahiplenme duygusu sarar; kaplar. kaplan... ama öyle bir sahiplenme duygusu ki! otobüs henüz durakta; hareket etmiyor. ama insanlarımız otobüse binmiş, oturan yolcu adedi 38, ayakta yolcu adedi 60; yani otobüste 98 kişi var. hepsi bir yeri tutmuş,tutunmuş. hiç bırakmamacasına tutuyorlar. halbuki otobüs duruyor. her gittiğimiz yere bağlanırız böyle biz. kimisi koltuk sevdalısı olur böyle, kimisi de tutunma sevdalısı; demirleri tutuyorlar.

yeni alınmış ayakkabının altındaki sökülmemiş etiket hep ilgimi çeker; birinin ayakkabısı parlaklığıyla yeni olduğunu belli ediyorsa ne yapar eder "etiketi sökmüş mü sökmemiş mi" anlamaya çalışırım. önümde o kişi yürürken önümdekinin ayaklarına dalarım. fetişist, sapık sanarlar sonra...

yeni aldığım ceketin cebinden ufak bir paket çıktı. rutubet önleyici kapsülleri içeren paket. üzerinde de "yemeyiniz-don't eat" yazıyor. evet, ben o kadar salağım ki, mağazadan aldığım ceketin cebinden çıkan her şeyi hediye sanıp yerim. hatta geçen gün; ceketin paketteki yedek kol düğmelerini yedim. üstünde uyarı yoktu, ondan yedim. insan yazar "don't eat" diye... pis herifler!

küçükken ekmek çizgisi fetişistiydim ben. ekmeğin ortasındaki yarık çizgiyi kemirirdim, emerdim. ekmekle de oyun olmaz ama hastalıktı bu da.

bilgisayarım son model; işlemcisi epey bir çekirdekli,dallı budaklı. dvd yazıcısı katmanlı katmerli... o derece. ama ben bundan memnun değilim, neden mi? o kadar hızlı çalışıyor ki, bilgisayarım açılırken o geçen hızlı saniyelerde, siyah ekranda neler yazdığını okuyamıyorum, zorluyorum yine olmuyor. nasıl bir ukte kaldı içimde anlatamam...
trafikte arkadan çarpmanın suç olması kadar da faşizan bir kural görmedim. neymiş? takip mesafesini koruyacakmışımız, çarpmayacakmışız. geçen hafta sıkışık trafikte önümdeki araca arkadan çarptım; aniden önümde durdu çünkü. fren lambaları da yanmıyordu; polise izah etmeye çalıştıysam da anlamadı; çünkü çarptığımda aracın fren lambalarını zaten kırmıştım. polis inanmadı tabi, yine yanmıyordu... on beş ceza puanı yanısıra 192 ytl para cezası ile cezalandırıldığımı biliyor musunuz? bilemezsiniz.. tampon da gitti... of!

takip mesafesi... hey allahım! bunu da yaptırımlarla uyguluyoruz. saatte 90 km hız ile gidiyorsak önümüzdeki araçla aramızda 45 metre mesafe olacak; hadi buraya kadar tamam. yaklaşık saatte 40 km hız ile ilerlediğimiz şehir trafiğinde önündeki adamla aranda 20 metre bırakırsan taşlarlar seni! arkadan çarpmak en iyisi; cezamı da öderim; paşa paşa yatarım! yaktırtacaksınız bu karagümrüğü bana!

çocukluğum o kadar sorunluydu ki; en basit kural olan karşıdan karşıya geçmeyi bile tam anlayamazdım; "anladım" derdim de anlamazdım. "önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola" derlerdi. düşünürdüm; hadi sola baktım, sağa baktım, bir daha sola bakıp yola atladım; o esnada sağdan araba gelmez miydi? her karşıdan karşıya geçişte bunu düşünürdüm; adrenalin son seviyede. şimdi ne değişti? hiç bir şey... aval aval bakınarak geçiyorum karşıdan karşıya!

pazar günlerini herkes gibi ben de genelde sevmezdim; hele ki ufakken pazar günü hava yağmurluysa eve tıkılıp kaldıysak bunun sorumlusununun pazar 90 serisini sunan mustafa yolaşan olduğunu bellerdim. şans yolunu izlete izlete şans kalmadıydı bende. "büyüdüğümde senin bıyıklarını yolacağım, mustafa" dedim hep yıllarca... artık beni duyduğundan mıdır nedir, geçenlerde mustafa yolaşan'ı trt 4'te gördüm, bıyıklarını kesmiş... ya da benim gibi cinnetli,sorunlu bir çocuğa denk gelmiş.

sırt kaşıtmak çok hoşuma gider, anneme kaşıtırım ara sıra, bir dakika kaşır, "ah oğlum kıpkırmızı oldu" der; beni düşündüğünden falan değil; canı kaşımak istemez de ondan. halbuki "sırtlar kaşımakla aşınmaz." yollar bile aşınmamış...

bir daha görüşmeyelim, beni bunun için mi çağırdın ta ebesinin van'ından? evet... allah belanı versin, ok..bye! sana gelen bana gelsin!

bir komşumuz var, dillere destan... zaten kendini destan gibi görmelerini sever; her şeyi bilir. geçenlerde köpek bulmuşlar sokaktan; besliyorlar; hayvan severlik tabi. ama zıçtımının hayvanı beni sevmiyor; onlara kalsa çok insancıl. ben hayvancıl değilim onlara göre. hatta köpek safkanmış... yok artık ulan; bildiğin melez bu! yoo dostum yoo!

safkan melez sokak köpeği bu...
-saçmalarken sinir tanımam.
+ne tanımazsın?
-sinir.
+mal mısın olum. o sinir değil. sınır.
-olsun ben ikisinide tanımam.
+!!?!
dogdun, büyüdün, calistin, geberdin mezarlikta bir isim oldun eee ne anlami var simdi bunun? gecenlerde bir deney yaptim gözlerimi kapatip ellerimi kullanmayarak kapiyi açmaya calistim ayagimla ne mi oldu göt üstü düstüm. az daha canaği kiriyordum herneyse... ya da ne mehter marşi üzerine bach onunda üzerine hakkı bulut en son olarak nat king cole dinliyerek evde camlari sildim. ne mi oldu hiç.... ep sunu düsünürüm yahu dünyadaki seylerin tam tersi olsa idi ne olurdu? ve bizim simdiki yaptiğimiz seyler anormallik olsa idi neler neler olurdu? sartlanmişliklarimiz ne kadar komik kacar değil mi? kavun peynir ilişkisinin yerine iskembe cikolata ilişkişi olsa mesela? ya da ne bileyim tütünü kagida degil de kagidi tütüne sarsak? ne bileyim bataği 104 ile baccarayi ise tek deste iskambil ile oynasak? olmaz olmaz demeyin mandolinle mozart calanlar var bu dunyada. öff sıkıldım ve uykum geldi...
peker açıkalın'ın 28.07.07 tarihli güldür bakalım adlı programda sergilediği tavrın niteliğinin sözcüklere dökülmüş hali.
algılamamın çok zayıf olduğunu utanmadan söylerim her zaman; evet efendim, malesef bana söylenen,anlatılan herhangi bir kavramı beynime yerleştirmem uzun zaman alır. küçüklüğümden beri böyle bu durum... artık balık hafızası mı, kurbağa duygusu mu bilemem.

çocukluğuma inelim, zamanla bugüne doğru geliriz. en basitinden çocukken "allaha ısmarladık" ve "güle güle" kavramlarını anlayamazdım, karıştırır dururdum. hatta karıştırmaktan öte "allaha ısmarladık" kalıbının "alasmarladık" şeklinde talaffuzu yüzünden bu kelimenin hangi dilde olduğunu düşündüm durdum yıllarca... karıştırmaya gelince; nasıl mı karıştırıyordum? misafirliğe giderdik, oturup sohbetimizi yaptıktan sonra (anneler babalar sohbet ederdi,biz mal gibi bakardık) veda vakti gelirdi. biz misafiriz, vedalaşıyoruz ya; "güle güle" derdim; onlar da bana bir daha "güle güle" derdi. buradaki garipliği düşünürken annem "alasmarladık" 'ı yapıştırırdı; iyice anlam karmaşası yaşardım; bir de üstüne "selamatle" geldi... hey allahım ben bu en basit iki kelimeyi çözemezken neler geliyordu başıma? eve döndüğümüzde bana uzun uzun "alasmarladık" ve "güle güle" nin farkını anlatırlardı, hatta "alasmarladık" ın aslında "allah'a ısmarladık" olduğunu peygamber sabrıyla izah ederlerdi... bir sonraki misafirlik yine karmaşa; basit bir "görüşürüz" ü duyana kadar neler çektim yahu?

halay çekmekle, horon tepmenin farkını da anlayamadım ben bir aralar. serçe parmaklarını birleştirdin tepindin; ne oldu o? halay,yok horon... halay teptim. horon çektim. bunu bir yerde daha söylersem aduket çekerler bana. ama ne yapayım? gelin çiftetelli çekelim olmadı; üstüne de diz vurup zeybek çekeriz; foryuken hesabı.

hadi gel köyümüze geri dönelim figaro'nun düğününde halay çekelim... bu da bana tanıdık geliyor; yine hatlar karıştı sanırım; fadime'nin düğünü müydü o yoksa, figaro'nun mu? faaaadime fadime fadime fadime fadime fadime...

sağımın solumun belli olmamasının sebebi sağımı solumu oldukça geç öğrenmemdir. hala daha karıştırırım sağımı solumu; birisi sağa dönmemi söylediğinde yavaş çalışan düşüncelerim hemen gözümün önüne yemeği getirir; kaşığı sağ elimle tuttuğumdan sağ elimi kaldırırım; hah işte o sağ el... tabi o kadar zaman geçer ki; karşıdan gelen sesle irkilirim; "beyefendi, beni duyuyor musunuz; sağa doğru devam..." bunca karmaşanın üstüne bir de sağ sol davalarına girersem oportinizme bulaşırım tam. aman yarabbim.

"akşam altı suları" dedikleri anda aklıma hemen "akşama doğru" programı gelir; arka planda deniz, ışık vurur akşam üstü o denize... ah trt 2 ah! sahi ne oldu o programa?
doritos'un "parti nerede" temalı reklamlarını, reklam filmindekine benzer bir şekilde yaşadım. bana kalsa o reklam filmini benimle çekmelilerdi. ucuza kabul ederdim. parti neredeyse ordaydım, ahanda ordayım.

ayağımda terlik, üzerimde atlet, altımda pijama; yanımda da saçı ensesine yapışık sümüklü saime; kapalı mekanda bile güneş gözlüğüyle dolaşan ferhat ağabeyim ve ağzında emziğiyle aysel teyze'nin iki yaşındaki oğlu şükrü var.

en önde ben varım; reklam filmindeki zencinin cips yemesine inat apartman merdivenlerini çekirdek çitleyerek, "oof of kömür gibi yanıyorum of" şarkısı eşliğinde çıkıyorum. arkamdaki tayfanın heyecanı büyük, şükrü emziğe üflüyor adeta,yanakları balon olmuş. "parti nerede ulan" haykırışıyla ilk kapıyı açıyoruz, ortam hiç partilik değil. sallanan sandalyede teyze duymuyor bile bizi...

coşkumuzda en ufak bir kayıp yok, partinin olduğu daireyi arayışa devam, çekirdek çıtlatarak, türküler çığırarak. o esnada dört numaralı dairenin kapısı açılıyor; hem de biz çalmadan. neriman teyze bu; kafasındaki bigudiler ve elindeki merdanesiyle partiye katılıyor. aslına bakarsanız neriman teyze'nin derdi parti değil; kocasını arıyor o "nerede o kart zampara nidalarıyla"...

merdaneler,emzikler,çekirdekler... coşkuyla dokuz numaralı dairenin kapısını açıyoruz. "parti nerede" demeye kalmadan manzara ile şok oluyoruz; neriman teyze'nin kocası selami amca dokuz numaradaki seksi dul ile kanepede iş üstünde... parti bizim için burada değilmiş; neriman teyze'nin partisiymiş burası. merdaneler çalışıyor kafaya, biz coşkuyla partiyi aramaya devam ediyoruz...

"ves dı paaadiya".... bu sesi duyar duymaz on dört numaralı daireye dalıyoruz ve salonda açık televizyonu fark ediyoruz, reklamlar var; hem de bu doritos reklamı; fakat salonda kimse yok; tuvalete bakıyoruz. "parti nerede" diyerek kapıyı açıyoruz ve hüsnü amca'yı klozette kakasını yaparken buluyoruz; çekirdek çitliyoruz bir yandan da manzara karşısında; küfür yiyene kadar.kapıyı kapatıyoruz... coşkuya devam...

ama bizim apartman on dört daireli... burada hayat yokmuş demek ki, parti de yalan. allah kahretsin be; girdiğim şekillere bak!
(bkz: anadan doğma akrabayız)
garip bir milletiz biz. nerede bir mühendis görsek aklımıza at gelir; bir mühendis ata tecavüz etmeye yeltendi diye düşündüklerimize bir bakın. bakış açımız mühendislikle sınırlı kalmış. artık "bütün mühendisler tecavüzcüdür" noktasına gelmişiz ki ben bu noktayı pek sevdiğimi söyleyemem.

bakış açımız farklı bile olsaydı yine birilerine yafta yapıştıracaktık. eğer veli isimli biri ata tecavüz etseydi "bütün veli'ler tecavüzcüdür" derdik. bakmayın bana öyle,kesin söylerdik bunu. "-birader adın ne? -veli... -at..intikam ehehe.." bunları çok gördüm ben.

tıpkı ismi fatih olanlara "fatih ürek" etiketi vurulduğu gibi... ben,sen,o vurmasak bile vuranlar var.. kınadığım insanlar.

benim hayat felsefem "gez,toz,arpacık" ... o ne lan öyle?

tarih derslerimiz hayatımız boyunca klişelerle doluydu. bir devletin yıkılma sebebini bilmesen bile "iç karışıklar,taht kavgaları,dış akınlar" dediğinde sorunun yarı puanını alırdın. ha bazı hocalara kalsan "alırdın babayı".

bir de şu vardı her tarih kitabında: "o ölünce yerine oğlu x geçti". bunu okuyarak ilerlemiştik tarihte; ama çok kez bu bilgi yanlış anlatılmış bize; yavuz sultan selim babası ölünce geçmemiş tahta, babasını tahttan indirip geçmiş. bunu çok sonra öğrenmiştim ben. içimde bir paranoyaklık,güvensizlik..tarih kitabına karşı!

bim marketler zincirinin kendi adına ürettiği "le kola" ve "le porte" beni öldürecek. o nasıl bir isim öyle? yani biri urfa'dan,maraş'tan gelecek "le kirvo" diyecek, bir karmaşa olacak. kirvelere marka mı bastınız ulan?

eyvah necdet sezer! bakmayın öyle dediğime, kendisini çok severim.

azrail'i ilk kimin resmettiğini hep merak ederim. elinde orak,üstünde çarşaf. onu ilk resmedenin ülkesinin tarımda gelişmiş olduğu besbelli. eğer inşaatta gelişmiş bir ülkenin ressamı resmetseydi elinde kürekle,malayla gezen bir azrail görecektik karikatürlerde. daha örneği çoktur bunun.

eğer bir cips, insanı parti parti diye inletecek kadar coşturacaksa hep yerim, garantisini versinler. daha önceleri bahsettiğim gibi dumur bir olayla karşılaşmayayım.
yazmıyorum uzun zamandır. cümleleri alıp savurmak, kendim için yaptığım en iyi şey belki de...kendimi tedavi etme yöntemim bu. bitiş çizgisidir kelimeler. ilhamım; yaralarımdır. Ne tuz basarım ne de kül...beklerim kabuk tutmasını...yaşar, alman gerekeni alır, çekmen gerekeni çeker, çetelesini tutar, savurursun...bu nedenle önce kanıksamam gerek. olayın dışına çıkabilmem, anlayabilmem, durulmam... yazdıysam, iyileşmişimdir.

işte bu nedenle, ancak, takılıp kalırsam bir yerlerde, yani demem o ki iyileştirmezse zaman; (zaman dediğin de kardeşim; benim yüreğime sığar. seninkine sığdığı gibi...eni yok, çapı yok, yüzölçümü yok, tanımı yok...) ancak o zaman tükenir kelimelerim...

yazıyorum ve çoğaltıyorum kelimelerimi. benden çıkıp gittiğini ve birilerinin bir uzvuna çarptığını bilmek (ya da düşünmek en azından) güçlü kılıyor beni. Herkesin edindiği bir silah vardır. Benim ki de cümleler.(ne ironi ama!!!)cümleleri savurur dönüp arkama bakmam bile...bir yerlerden ses gelmesini beklemek yorar yalnızca...

"Dil kalptekine delildir" derler... Cümlelere taptım, cümle kurmayı öğrendiğimden beri... amma ve lakin en güzel cümleleri kuranlar, canımı en çok yakanlar oldu istisnasız... Cümlelere tapmaktan vazgeçmesem de, korkuyorum güzel cümle kuranlardan...

Elbette korkuların üzerine gitmek ve kanser hücresi gibi çoğaltmak içinde ve gözlerini kapamamak benim de söylemlerim arasındadır. Ama düşünüyorum, dikkate aldığım insanlara benim hakkımda istediklerini düşünme özgürlüğü vermek, onları yanıltma riskini taşıyor. Tıpkı onların beni yanılttığı gibi...Ben arının balı yapıp, bunu izah etmesi gerektiğini düşünenlerdenim ama öyle içselleştirmeli ki bunu, sırıtmamalı ve eğreti durmamalı...

işte bu nedenle "korku"yu aşmak için (ki gerekiyorsa şayet) yeterli nedenim yok. Mesela "biz" olmak kimsenin umrunda değil artık hatta umrunda olmaması daha makbul çünkü bir sürü "ben" olamamış, "ben" olmanın ayrımında ve farkında olmayan bu insan kirliliği içinde "biz" olmaya çalışmak ceketin düğmesini ters ilmiğe geçirmekten farksız. Tek bir yanlış, tüm ilmiklere bulaşır sonunda...
Ay tozu mitime çok sıkı bağlıyım işte bu yüzden. Hepimiz öyle, aslında. Sistemin her türlü kanalla empoze ettiği ve sadece adını değiştirdiği bu mit, ne yazık ki benim içime de işlemiş durumda, her "evren" torunu gibi...bu yüzden de, maskelerim de var, yanılgı, zaaf ve basitliklerim de...

Askıda kalmaya alışkın bir neslin ferdiyim. Dürüst değilim ben...en çok kendime yalan söyledim. Şimdi susturdum içimdeki seslerin çoğunu, sadece yaşıyorum. Evet, yüreğimi araladığım (ki aralamaksa bu...) doğru (ki neye göre, kime göre???) ama ne bir volkan var içimde ne bir giz. Ne bir ayrıntım var gizli saklı da, ne de girintim çıkıntım. Duvar gibiyim dümdüz ve sessiz. Her şey aşikar...boşluğa diktim gözlerimi. Ki bunlar dönüp dururken zihnimin içinde, ağlayamıyorum bile. Yoo, hayat mükemmel falan da değil üstelik... Güçsüzlük de demem bunun adına (ki aksine, bağıra bağıra, hakkını vere vere ağlayabilmeyi güç bilirim ben) ama ağlatmıyor hiçbir şey. Melankoli değil üstelik bu, hatta acı bile değil... belki delilik (ucundan, kıyısından)...

Halbuki, deli bile değilim ben (ne yazık ki), günlük hayatın sıkıcılığından kurtulmak için deli gibi davrananlardanım eni sonu. Ama ömrüm boyunca en çok onlara özendim. Çünkü artık, her anlam, anlamsızlığa varıyor...Komünist, sosyalist, devrimci, anarşist, solcu, turancı vs vs...hepsinden sıyrılmayı, hiçbir şey (ama her şey -deli-) olmayı seçtim.

Delilik, özgürlük en çok... ve elbet intiharı da ekleyebiliriz deliliğin yanına, çünkü doğru ellerde intihar bir manifestodur. Görüp katlandıklarına "yeter ulan" diyebilme gücüdür... hoş, biz akıllı ve yaşama tutkun insanlar olarak küçümseriz bu aykırı grubu. Kıskançlıktan ama... çünkü delirmek isteyince deliremiyor, ölmek isteyince de ölemiyoruz. Hatta acı bile çekemiyoruz...

Bundan seneler önce bir haber çıkmıştı gazetelerde. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bahsi geçen çocuk fiziksel acıyı hissetmiyordu. Okuyunca, zihnimde yankılanan ilk cümle "ne güzel! hayat böyle çok kolay olmalı..."olmuştu...sonra düşününce acının gerekliliğini (ki bize yoğurdu üfleyerek yedirtendir o...), çözdüm içimde acı düğümünü. işte bu nedenle acıdan uzak durmaya çabalamak, zihni ve yüreği karantinaya almak (korumak adına) çözüm değil... Acının gerekli olduğunu düşünürüm çoğu zaman. Bir boş vermişlik değil bu anlattıklarım üstelik...insanlara rağmen, insanlara, kızgın, kırgın değilim...

izliyorum renkli siluetleri... seviyorum tüm renklerini insanlığın, yanlışlardan ve sanallıktan ibaret olsalar da...Sanal deyince aklımıza sadece internet geliyor değil mi? Yok öyle bir şey...artık elini koyduğun her yürek mekanik...bir yere sığdırmaya çalışmak sanalı, sadece içimizi ferahlatıyor hepsi bu. Artık tenini, terini katacak salt kandan ibaret bir insanoğlu yok. Herkesin bir taraflarında sıkışıp kalan bir vida yada chip görebilirsin.

Mesela vur demi dostluğa...ki nitekim çokça da söyledim. 20 senelik dostluğumu tüketmiş bir insan olarak rahatça söylüyorum ki, bir yerlerde bir dost yok. Aramak ve beklemek, umut etmek yani, kendini kandırmaktan öte değil. Diğerlerinin umut ettiği ve inandığı şeyler benim için ütopya artık. Umutların yittiği yer iki metre toprak altıdır sözünü reddediyorum bu nedenle.

işte bundandır, uzun zaman oldu kimseye,"hoş geldin ömrüme, sensiz geçen boşa geçmiş" diyemedim...açtım kapılarımı , gelip gidenler var, hep de oldu. izole etmedim onlardan hiçbir zaman kendimi elbet, fakat kimse kök salamıyor bende. Belki de ben izin vermiyorum kim bilir...Kimseye yol göstermek, kimsenin yitiğini bulmak istemiyorum. Bu ülke ve halk içinse, artık cümle bile kurmuyorum. Onları anlamaktan değil ama, onlara anlatmaktan vazgeçtim.

Peki edilgenlik mi bu? Sanmıyorum...Edilgenlik gibi görünse ve de edilgen olmak sürekli aşağılanıp, yerle bir edilse de ancak dervişane bir yürek başarabilir bunu. Dünya yıkılırken tepemize, kaçmak "etkin"liğinin aksine seyretmek "edilgenliği" daha büyük cesaret ister...

Siz etkin olmaya devam edin. Ben sadece, oturup izlemek istiyorum tüm edilgenliğimle...

işte bu nedenle; saçmalıyorum! itirazı olan var mı?

Sanmıyorum... Pek çok şey elimizden kayıp giderken, tükenmenin eşiğine gelmişken itiraz etmeyen sizler mi itiraz edeceksiniz?

Yok, daha neler... *