bugün

Bu aralar feci sınavlardan geçiyorum. Allah'ım sonumu hayır eyle. Dermansız dert verme bir de senden başkasına muhtaç etme çok amin. Sağlığımız yerinde olsun da hepsi gelir geçer.
Fazla hayalperestim. Yaşama dair müthiş bir umudum var. Nereden geliyor bu umut? bilmiyorum. Sürekli hayal kırıklığına uğramam bu yüzden. Akıllanmam ben.
Gökyüzünün karasında kayboluyorum gecelerce.

içimde kanayan bir yara var, nedenini çoktan unuttuğum. Bilmediğim kelimelerim var aklımda yankılanan şarkılar eşliğinde.

Sahi tüm gerçekliğim kendimce, hikayemde sadece.

Bahsetsem dinlenmez, haykırsam bitmez. Ömürlük söylenceler dururken güpegündüz, farkedilmez.

Ya Soluklanmış ruhum, hüznünü umutlara katıp katıp çekmiş kafayı. Tek kelimede hafif sessizlikle..
Sevmek istiyorum sözlük. Ama neyi kimi bilmiyorum. Bilinmezlik içerisindeyim.
Son zamanlarda ağlarken aynı zamanda gülüyorum. Mental sağlık diye bir şey kalmadı
Tam bir ay oldu dün .
Yıllar geçmiş gibi sanki
ben de kendimden geçtim,
yalnız senden geçmedim.
Kaburgamda bir koca boşluk.
Yalnız ben bu boşluğu seçmedim.

görsel
https://music.youtube.com...jG-2T7Y&feature=share
aileme giderek yabancılaşıyorum, onlardan biri değilmişim gibi hissediyorum, eve artık gelmek istemiyorum.
Sinan1 ve saat 3 olmus adlı yazarların yukardaki entryleri tam bir başyapıt olmuş. Aferin lo.
Kendimde değilim , kalbimdeki yara hâlâ sızlıyor ve ben amaçsızca bu durgunluktan sıyrılamıyorum.

Aslında Mutluluk veya sızlanma reklamı yapan sahtekâr biri olmadım. gerçekleri görmeyen biri de olmadım, ben oldum. Saf ve dürüst. Nedenlerimi ve sebeplerimi hep bilir oldum..

Olmaz olsun dediğim günleri bile hatırladım. Kaçtığım ve dahası kovaladığım saatleri de.

Sarhoş olmayı bile denedim, biraz olsun kalbimi dinlendirmek adına. Ama beceremedim, temiz sicilim izin vermedi..
Alkol bile etki göstermedi yalnızlığıma.

Neyse şu deneyden, makaleden,yoğunluktan arada kafamı kaldırıp spora başlamam lazım. Ancak spor paklar beni. Kalbimdeki acıtan yeri dindirir bazı bazı.

Belki tekrar vücut geliştirme disiplinime dönerim bilmiyorum, hani ciddiye alırsam daha bir düzelir kafam.

hoş bu ara belki şöyle deli distortion tonlarda takılabileceğim güzel bir amfi alırım kendime de diyorum bazı bazı.
Bir kaç entrymi eşim girdi.
Her zaman doğru yolu biliyordum ama asla seçemedim, neden doğru yolu bulamadım biliyor musunuz?
Çünkü eğlenceli değildi.
ben bunca zamana kadar niye tartışmıyormuşum ki. Tartışarak can sıkabiliyormuşum yaşasın!
güzeldin, yemin ederim çok güzeldin çünkü sana kalbimle baktım..
eskisehir dusmani, bu kadar takıntılı olmanızın sebebi kızın köklerinde eskişehirlilik olması mıdır?
dün itibariyle koleksiyonun bir parçası daha tamamlandı... #blacklivesmatter.

zencinin de üstesinden gelindi. geriye kalanlardan en çok latinleri merak ediyorum. uzakdoğululara gram yükselmesem de tadımlık bir gün deneyeceğim. puanlama da yapalım o halde.

türk -> checked
4-5/10

kürt -> checked
2/10

ukraynalı -> checked
8/10

rus -> checked
9/10

kazak -> checked
7/10

özbek -> checked
6/10

hırvat -> checked
7/10

faslı -> checked
8/10

kanadalı -> checked
9/10

azerbaycanlı -> checked
4/10

kenyalı -> checked
9/10
Sadece adını
Bildiğin herhangi biriyim.
v for vendetta yı izlemedim.
Bir halamda daha meme kanseri çıkmış. Çok üzüldüm. Sigara da içmiyordu. Benim sigarayı acilen bırakmam lazım. Nasıl yapabilirim bilmiyorum.
almanya.

ertesi gün sınava girmemek için ateşim olsun diye vücuduma kar sürmüştüm ertesi gün ateşlendim ve okula gitmedim.
hadi ya

ben sana bayılıyorum.

çişim geldi.
ulan ben sana mı dedim bak bakalım.
köpek gibi aşığım ama yine de önümüzdeki bikaç hafta içinde aldatacağım. odağımı dağıtmam gerek, tüm odağım onda olduğunda işler hem benim, hem onun için baya zorlaşıyor. her türlü güçlü bi kadın, sağlam bi karakter, baş başa güreştiğimizde bi şekilde alıyor altına, dışarıdan yardım gerek. benim zayıflığımınsa temelinde fazla odaklı olmam geliyor, bi konuya ne kadar yoğunlaşırsan o kadar duyarlılaşıyor, kırılganlaşıyorsun, başkalarını denkleme dahil edip %30 falan onda olursam eşit güreşiyor olacağız gibi bi his var.

ilk tanıştığımız bir ay sağda solda dolanırken sürekli başımıza absürd şeyler geliyor, kafalar pırıl pırıl. gittiğimiz mekanın komedi şiveli kürt garsonu bize sarıyor, dönüşte binilen taksinin taksicisi keçi sakallı acayip kafa nerd bi hatay'lı genç çıkıyor aralıksız 1 saat sohbet ediliyor, masa tenisi oynamaya diye çıkılan yolda yanlış yönlendirmeler sonucunda kadıköyde bi işhanının yerin altındaki üçüncü katında göt kadar bi odada üst üste alt alta cumartesi öğlen langırt oynayan bi düzine yağız langırt takımı delikanlısı ile o sırada orda ne yapmakta oldukları konuşulup masa tenisi salonunun doğru adresi temin ediliyor, pazar akşamı bira içmeye diye buluşmaya gidilen yeni istifa etmiş eski iş arkadaşı için müdürü ya şu formaliteden kağıdı bi imzalasın, kargoya vereceğim sen alırsın, görüşüyorsunuz zaten diye cebime tutuşturulan evrak arkadaşımın yok ben dava açıcam onlara imzalamam demesi üzerine masada parça parça yırtılınıyor falan... kendisi yabancı, demesine göre bi süredir uzaktan çalışmak üzere geldiği türkiyede çok sıradan ve sıkıcı bi hayat yaşamaktaydı. biz tanıştıktan sonra 1 ayımız panayır yeri gibi geçti, neden ben de bilmiyorum, hakikaten de renkliydi be. genelinde kafalar iyi, avare kahkahalar, enstantaneler eşliğinde geçen bir bir ay. sonra bu olayın gittikçe büyüyor olması öyle bir hal aldı ki özellikle benim omuzlarımda bi yük gibi ağırlaşmaya başladı. dile net bi şekilde getirilmemiş itham benim bu gibi anları kasıtlı yaratıyor olduğumdu, birden hayatımı sanki bi performans sergiliyormuşum da seyirci artık bu numarayı yemiyormuş gibi bi hal aldı durduk yerde. en sonunda net bi şekilde konuştum; "i do not do them on purpose, that is not smt i sell, i dont need it"... sonraki 2 ay boyunca çevreyle olan iletişimi istemsiz bi şekilde gittikçe azalttım, bi süredir tanımadığım insanlarla olan diyalogum sıfır. yani arkadaşlarımı eşimi dostumu dışarıda bırakıyorum, herhangi bir sebeple konuşmak zorunda olduğum hiç kimseyle en ufak bi bağ kurmuyorum, robot gibi bişeyi sipariş ediyorum, bişeyin fiyatını soruyorum, bişeyin ödemesini yapıyorum, bişey soran birine bişeyler söylüyorum etc. sanıyorum bunu başta söylediğim haksız ithamı kabullenemediğim için içgüdüsel olarak geliştirdim, kasıtlı yaptığım birşey değil...

geçen cumartesi. saat 1 vapuruna yetişilecek öğlen, müze vesaire gezilecek karşıda, 15 dakika kala aceleyle çıkmaya hazırlanıyoruz, tuvalete gitmesi gerektiğini söylüyorum, işemek için mi olduğunu sorduğumda evet diyor, 1 dakika içinde gidip gelebileceksen git yoksa yarım saat sonraki vapuru bekleyeceğiz diyorum. gidiyor geliyor, aşağıya inene kadar 8 dakika kalmış. normalde yürüme 13-15, hızlı yürüme 9-10 dakika vapura mesafe, 8 dakika kısa, oldukça hızlı yürümeye başlıyoruz, beş adım, on adım, elli adım, yüz adım, ikimiz de kaç dakika kaldığını kontrol ediyoruz, dakikalar attıkça adımlarımız hızlanıyor, ilk yarısı dümdüz ikinci yarısı yokuş aşağı yaklaşık 5 dakika sahile kadar yürümeniz gereken bi yol. adımlar hızlanıyor ama ikimiz de o hızlı adımların koşu olduğu söylenebilecek birşeye evrilmesine direniyoruz birbirimizin beyin kıvrımlarında yaşamakta olduğumuzdan. ikimizin de aklı 2 ay önceki tartışmada, yaşadığımız hiçbişeyin kasıtlı bi şekildeymiş gibi sinematografik gözükmemesi için elimizden geleni yapmakta ısrarcıyız, bunun da en garanti yanı yalnız olmadığımız, özellikle dışarıda olduğumuz her anda olabildiğine abartsız davranmak. ikimiz de koşmak istemiyoruz, hızlı yürüyüşü ilk koşuya dönüşen yenilecek, bi yandan da vapurun kalkacağı realitesi var ama. düzlüğü yarıladığımızda artık yetişebilme korkusu baskın gelmeye başlamış, adımlarımız koşu ritmini yakalamıştı. gittikçe daha hızlı, gittikçe daha hızlı, daha, dahaa, ciğerlerimizi patlata patlata koşuyoruz düzlük bitip yokuş aşağı başladığında. koşmaya devam, devam, yaklaşık 3 dakikadır birbirimize hiç bakmadan, sırıta sırıta, güle güle koşuyoruz, dayanamıyor "where is our director" diye keyif dolu bi çığlık atıyor...

jean luc goddard'ın 1962 yapımı jules et jim diye bir filmi ve onun çok ikonik bi aşıklar koşusu sahnesi vardır. aha da şu.

https://www.google.com/se...pr=1#imgrc=gc38D29kQPNTVM

çiçeğimin en sevdiği film 1944 yapımı bir frank capra filmi. daha önce hakkında konuştuğumuz bu filme refere ediyor, bense filmi izlemedim, filme dair atilla dorsay'ın bi kitabında 2 sayfa yazı okumuşluğum var, sahneyi biliyorum... hakikaten de kendimi bi film karesinin içindeymişim gibi hissediyorum. iki insanın karakterlerinin, düşünce dünyasının bu şekilde örtüşmesi bir çeşit zehir olsa da bu gibi çok nadide bi güzelliği de mümkün kılıyor. birbirini benzer şekilde algılayıp, hislerini benzer şekilde aktarabiliyorsun. karşındakinin ne hissettiğini, hissetme kabiliyetin arttığı için onu her mutlu ettiğinde, o mutluluğu da tahayyül edebildiğin için kendin de aynı şekilde mutlu oluyorsun. sonsuz mutluluk üreten bi çeşit erke dönergecine dönebilen bu mekanizma dişlilerin arasında bi zımbırtı takılıp ortalığın amına koyana kadar kusursuz işliyor.

yokuştan aşağı koşmaya başladığımızda nefesim kesiliyor, tekrar koşmadan hızlı yürümeye geçip tamam yetişiriz gibi artık dediğimde kolumdan çekiştirip "yetişmeliyiz, hayır hayır, durma, koş" diye beni tekrar yanında koşturmaya başlıyor, bi süre daha koşuyoruz, koşarken yanağımı koşarken şunun yanağına yaslayayım, biraz da öyle koşalım diye düşünüyorum, canım çekiyor o yanağı, o teması, ona doğru seyrederek koşmaya başlıyorum, normalde zor bişey bu iki farklı hızda koşan insanın sarılıp koşması falan, ya da sanıyorum zor olmalı yani, daha önce denemişliğim yok ama farklı boylar, farklı vücut hareketleri ile gerçekleşen farklı hızda koşular ve yokuş aşağı tümsekli bi yol, matematik olarak zor olması gereken bişey. hayır öyle olmuyor, sağ elimi boynunun üstünden geçirip sağ yanağını yakalayıp yüzünün solunu kendi yüzümün sağına doğru bastırdığımda zaman donuyor, bu hareket kusursuz bi senkronizasyon ile gerçekleşiyor. tıpkı aynı hızda aynı yöne giden iki araç ya da vapuru kovalayan martıların havada asılı kalması gibi zaman havada asılı kalıyor, yanak yanağa koşmaya başlıyoruz. bana bakıyor, gülüp "ohhh, yeaaa" şeklinde bi nida. ben de ona bakıp "why, nooot"...

yetiştik, vapurdayız, şu en eski istanbul tipi, vapur denince akla ilk gelen şeyden olanlardan birinde açık alanda. vapur hareket ediyor, şişman bir çingene gelip elindeki darbukasıyla şuan hatırlayamadığım ama o an çok hoşuma giden arabesk bi şarkıyı çığırmaya başlıyor, vapurun arkası kalabalık, foto çekenler, martılara simit atanlar, darbukacıya alkış tutanlar, ortalık panayır yeri. martılar daha önce hiç olmadıkları kadar çoklar, içeri gidip bi kahve alıp geri geliyorum, ceylanım kolumun altında, kafam iyi, tabloyu seyrediyorum "vay mk" diye düşüne düşüne. telefonda arkadaşıyla konuşması bittiğinde bana dönüp "bu martılar fotoğrafa grafikle eklenmiş gibiler" diyor, dikkatlice bakıyorum, hakkaten de şahane bi benzetme, vapurla aynı hızı yakalayıp yakalayıp sonra süzüldükleri anda havada asılı kalan martılar gerçekten de hiç gerçek fizik kurallarına, gerçek dünyaya ait bir his vermiyorlar. daha önce de yüzlerce kez gördüğüm, garip bulduğum bi görüntü ama bu şekilde ifade etmek ya da düşünmek hiç aklıma gelmemişti. fikir bana çok tanıdık geliyor, tam olarak benlik, başkalarıyla paylaşmaktan kaçınacağım yüzlerce fikirden birisi gibi.

onu diyorum. böylesi bi kadını aldatmama şansın yok bir erkek olarak. ona bu iyiliği yapıp, onu aldatacağım.
Sözlüğü bırakıyorum. Belki başka bir sözlükte en vinicia halimle...
insanlar dünyanın en kötü insanı gibi gözüküyor gözüme.
Ya sen neden hep seks hikayesi yazıyorsun. Cidden ayının 3 türküsü var 3 de armut üzerine püüü
güncel Önemli Başlıklar