mod abilerimizi kızdırmadan tanımımızı yapalım da;
tanım: yaşlı tavsiyedir

Bilemiyorum... Belki şehirleşme, köyden kente güç göç belki, belki teknoloji çağı, kim bilir belki giderek ve kontrol edilemez halde artan nüfus, kahrolsun ürologlar, jinekologlar ve kondom firmaları belki, değişen ahlaki değerler, metaya orgazm çığlıkları, kitaba küslük, popülerle tatmin, sanayileşme, enayileşme, belki de evrimin tıkanıklığı ama muhakkak ki devrimin yarım kalışı...

Bir şeyler olumsuz biçimde ve hızla değişiyor. Bunu en çok da 1930 ila 1970'li yılların arasında geçen öyküleri, romanları okuyunca, filmleri izleyince, sahafların buram buram tarih kokan raflarını soluyunca fark ediyor insan...

"Ragıp Efendi kolalı gömleğinin üzerine giydiği pötikareli ceketini yeleğinin üzerinden ilikledi ve şapkasını nazikçe çıkarıp, hafifçe öne eğilerek kendisine belli belirsiz tebessüm eden kadına yol verdi" diyor mesela kitapta...

"Sizinle bu durumu hususi bir celsede mütala etmek isterim küçük hanım" diyor mesela Ayhan IŞIK filmde... Hem de çok sinirli, sinir küpü, kızgın, kendini bilmez halde...

Kadın sigarasını ağzına götürüyor ve beyefendi ürkütmeden, nezaket dolu bir hareketle yakıyor sigarasını çakmağıyla hanımefendinin...

"Biz toplu taşıma araçlarına takım elbisemiz olmadan binmezdik" diyor "Beyoğlu'nda kolalı gömlekler güneş ışığını gözlerin parıltısına eklerdi, bizler gelip geçenlere nazikçe selam verirdik, aşkı severdik bir de" diye ekliyor elinde eski, tarihin tüm izlerini taşısa da hala ilk günkü kadar değerli bastonu, Gazi Mehmet Amca...

Çok sinirlenince "kör olasıca NATO" diyor, "heeeey hey yıllar önceydi, sorarım efendim beyefendiye (Menderes'i kastederek) bizim ne işimiz vardı Kore'de?"

Televizyonların üzerindeki dantel zarifliği kadar hoş tebessüm ediyor hala yüzüne birikmiş derin izlere rağmen bir zamanlar semtin en güzel kadını olan Münevver Teyze. Salonun tam ortasında damat ve gelininin fotoğrafları ve torununun çizdiği doğa resmi... Üstlerinde de Mustafa Kemal ATATÜRK'ün meşhur, kalpaklı fotoğrafı. Çok şey borçlu olmanın mahcubiyeti bir yana yaşadığı gurur dizlerini uyuşturuyor baktıkça ona...

Mahalle bakkalı var sonra... Bakkal defteri diye bir de mahallelinin borçlarını not aldığı karman çorman bir defter. Eh, esaretten kurtulmuş milletin de zengini az tabi... O zamanın orta direği, ay boyunca yazdırır, ay sonu kapatırdı hesabını. "Borç yiğidin kamçısıydı"...

Hırsızlık, zimmetine mal geçirmek, rüşvet nedir bilmezdi memuru. Fötr şapkası kadardı serveti, bir de omuzlarının üstünde onuru...

Sonra NATO geldi, "benim memurum işini bilir" dedi Turgut ÖZAL, Çikita muz girdi ülkeye... Radyolarda Müzeyyen SENAR çalardı, yayın kesildi birden göbekli TV'lerde muhtıralar okundu... Ceketlerinin sol ceplerinde BURSA NUTKU olan güneş gülüşlü çocuklar asılı kaldı zamanda. ilk kez bir ecnebi savaş gemisine döndü tuhaf bir cemaat ve o gemiyi kıble belleyip kıldı namazını... O gemi gitsin istedi güneş gülüşlü çocuklar... Zamanda asılı kaldılar...

Sonra hukuk da uydu düzene... 17 yaşındaki çocuk bir gecede 18 oldu, cuntanın urganında kutlandı yeni yaşı hunharca...

"Karanlıklar Prensi" lakaplı CIA Orta Doğu sorumlusu havaalanında seçimlerin hemen öncesinde görüştü ÖZAL'la, bir kağıt parçası iliştirdi eline içinde ecnebice "Congratulations! You won the election" yazıyordu oysa seçimlere daha bir gün vardı...

işte tam da o günlerde tanıştı bu tatlı insanlar referanduma %90'a yakın "EVET" demek demokrasi demek değildi gerçeğiyle. Bazen çaresizlik karanlık bir yılana sarılmayı gerektirirdi. Demokrasi çoğunluğun söylediği değil, azınlığın da en az çoğunluk kadar hak sahibi olması değil miydi? Zaten "Platon'un Devlet'inden biliyorlardı - demokrasi eğitimli halkla olurdu", okumayı seviyorlardı. Evler basılıp, kitaplar yakılana kadar da bilgiyi, tarihi, felsefeyi, siyaseti, edebiyatı aşkla okuyorlardı. Sonra... Sonra zaten işkenceden vakit de kalmadı...

Değişti...

Güzel insanların ülkesi mutantlaşan insanların yerleşkesi haline geldi. Artık kadının sigarasını yakan centilmenler değil, bütünüyle kadını yakan erkekler vardı evrimin sürecine çomak sokarcasına. Büyüğünün yanında bacak bacak üstüne atmayan delikanlılar gitti, bastonuna zor tutunan dedeye yer vermemek için uyuma numarası yapan, paspal, özensiz tuhaf çocuklar geldi. Milletin efendisinin dertlerini dinleyen anlayış gitti "ananı da al git" geldi. Günlük konuşmada bile şiir gibi duyulan Türkçe gitti yerine tuhaf kelimeler içeren ilkel bir dil geldi. Kitaplar geri geldi ama o kadar çok yaktılar ki kitapları, geri geldiklerinde onlarla ne yapılabileceğini unutmuştu jeopolitik konumu gereği zor coğrafyanın değişen çocukları...

Köy Enstitülerinden çıkan o güzel insanlara hakaret edip "fuhuş yuvası oldu" diye kapattığından beri Demokrat Parti, Fullbright Komisyon'u belirledi bu toprakların çocuklarının eğitileceği müfredatı ve tabi sistematik cahilleşme, canileşme, cariyeleşme, cari açık baş gösterdi...

Ne vakit boğulsam, yorulsam, ürksem hemen '30 - '70'ler arası bir kitaba, bir filme, bir dergiye kapatırım kendimi. Uzatır ellerini masasına örttüğü danteli kolalayan ananem, omzuma elini koyar jilet gibi takımının içinde hala yakışıklı gülümseyen dedem ve ikisi de onu gösterir... Cebime bir kağıt parçası iliştirirler sanki, korkarım yoksa siz de mi... Siz de mi "Congratulations! You won the election"...!!! Yüzümdeki telaşı ve korkuyu okur ve geçmişten seslenir centilmen dedem göğsünü kabartıp yüzünü inançla gererek "Korkma oğul! Cebindeki GENÇLiĞE HiTABEDiR..."