bugün

-Ya adam gibi takamadın mı şunu koluna ?
+Ben adam gibi taktım da senin saatin dandikmiş oğlum ehehhe.
-Ya bi' git Allah aşkına, özel yapım saat bu beyinsiz. Of yaa.
+Tamam yaa tamam, yenisini alırız.
-Sen özürlü müsün arkadaş ? Özel yapım diyorum, yenisi yok, gidip yaptırmak lâzım ama daha önce hangi saatçide yaptırsam bu kayışı dandik yaptı, kendi ustası yapabildi bir tek, dedemin Kore'den arkadaşıydı adam, o da öldü beş sene evvel.
+Özürlü deme.
-Ne ? Ne diyon özürlü ?
+Özürlü deme dedim sana. Özürlü deme!
-Ya tamam bırak yakamı, dengesiz herif.



Dalga geçemeyeceği o kadar çok şey vardı ki hayatında, saymaya kalksa yıllarca duramazdı. Tabuları olan, kibar, naif bir çocuktu. Şaşkındı. Çekingendi. Korkaktı. Değişmesi için sihirli bir değnekle dokunmalıydı biri ona.

Değişti.

Hiç olmadığı kadar farklı biri oldu. insanların, esas anlamıyla kullanmadığı kelimelerden biriyle, "piç" ile ifade edilen biri oldu sonunda. Ahını aldığı o kadar insan vardı ki artık, işlediği günahlar buradan Mars'a yol olurdu. Yaptıklarının bir çoğunun farkında olduğu gibi, farkında olmadıkları da yeterince çoktu.

Değişmesine daha çok kala, çocukluktan ergenliğe geçtiği sıralarda bir gün istanbul'a gitti. Çocukluğundan beri gitmemişti. Ahşap kokan bir evde ruhu yaşlı birini ziyaret etti. Sürekli sandalyede sallanmanın ne kadar acınası bir durum olduğunu o zaman farketti. Sadece eşyaların sana arkadaş olduğu, dört duvarla kaplı rutubetli bir evde, eskimenin eskiyle kala kala daha da kanıksanan bir obsesyon olduğunu öğrendi. Müziğin salt duvardaki saatin tik tak'ıyla özdeşleşmesi bildiği tüm lisanlarda müziğe yapılan büyük bir hakaretti.

Farkındalıkla olan imtihanında şu ana kadar başarılı bir öğrenci de olsa, tüm bu "eskime" mevzusunu bir zaman sonra çok seveceğini henüz farkedememişti.

Tüm gâyesi defolup gitmekti. Orada bulunduğu zaman boyunca bir an önce "o zaman" gelsin ve o evden çıkıp gitsin istemişti.

Tam üç ay kaldı o evde. Her gününü küfrederek, lânet okuyarak geçirdi. O ruhu yaşlı'yı bir kaşık suda boğabilirdi, eğer yapabilseydi.

Vicdanlıydı. Sırf acıma duygusu değil, kan bağıydı onu gitmekten ya da aklına gelen kötülükleri yapmaktan alıkoyan.

Kötüyü çok sorguladı o üç ay boyunca. Aile kavramını, Tanrı'yı... Ahlâklılığı ve iyi bir insan olmayı...

Bundan uzun zaman önce genç bir kadın hamileydi. Hamile kalmayı hiç istememişti. Bazen bazı şeyleri istemesek de yapmak zorunda kalırız. O çocuğu istemese de doğurdu. Sağlıklı bir çocuk. Ta ki o kara güne dek. Rahatsızlandı ve bir daha hiç düzelmedi. Felçli bir şekilde kalakaldı. Sonra kocası "bu olmamış" diyerek bir tane daha doğurttu zorla. Bu da sağlıklıydı. Felç de olmadı sonradan. Olmuştu yani bu sefer. Adam memnundu. Gülüyordu. Akşam eve gelirken oğluna çikolata getiriyordu. Kanepeye kaykılıp oğlunu kucağına alıyordu, havaya fırlatıp tutuyordu, gıdıklıyordu, başından öpüyordu, "canım oğlum" diye seviyordu. Çünkü onun sadece bir tane oğlu olmuştu.

Felçli bir piç gibi yaşadı, bir piç gibi öldü.

Bir eve koydular onu, eski, ahşap kokan, rutubetli bir eve. Onlardan uzak olsun diye. Kadın çaresiz, razı oldu beyi ne derse. Felçli hayatı boyunca o evde yaşadı. Sadece üç ay boyunca yalnız kalmadı. O sağ bacağı kırık, ara sıra yere düşmesine sebebiyet veren sallanan sandalyesinde oturup camdan geleni geçeni izledi. Hayatı seyretti o. Hep seyirci kaldı, hiç sahneye çıkamadı.

Başroldeki ise üç ay boyunca hem o evden, hem de babasından nefret etti. Tiksindi. Korktu. Sarsıldı. Büyüdü o üç ay boyunca. Öğrendi çünkü.

Üç ayın sonunda yaşadığı yere geri dönünce annesine sordu, "biz istanbul'dan neden taşındık ?" diye. Annesi "biliyorsun oğlum, babanın işleri..." diye yanıtladı. Tatmin olmadı, çünkü gerçek; babasının işlerinden ziyade babasının nasıl biri olduğuyla ilgiliydi.

Duyabileceği desibellerde "özürlü" derdi kardeşine daima. Bizzat yüzüne karşı değil ama duyabileceğinden de çekinmezdi. O da duyardı çoğu zaman.

Ve ağlardı içinden. içinden severdi, içinden öperdi babasını yine de. Neden babam beni sevmiyor travmasının kıskacında, iki büklüm bir hayatı yaşamak. Bir bakıcının ellerinde, ailesinden, kardeşinden, annesinden uzak olmak. Uzak bırakılmak... Sırf elinde olmadan olmuş olduğun şey yüzünden, böyle cezalandırılmak. Ne de ağırdı. Onun hayatının onda birini bile yaşamamış insanlar ne de kolay lânet edebiliyorlardı her şeye. Ne de zor geliyordu onlara hayat. Aşk acıları, düşük gelen ders notları...

Felçli'nin yanından gitti üç ay sonra "gerçek oğul". "Hayatımı daha iyi, daha dolu yaşayacağım" diye gitti ve her gün başka bir kızla tanıştı. Bir tanıştığını ertesi gün tanımadı. Herkese dostum dedi ama hiç dostu olmadı. Bol refah içinde yaşayan, statü sahibi biri oldu. Dışarıdan gözükünce çok güzeldi her şey ama felçli kardeşi o küçücük dünyasında ondan daha az yalnızdı, daha az umutsuzdu, daha az mutsuzdu.

Bir gün bakıcısı ona "gidiyorum" dedi. "Gitme" diyemedi. Çoktandır babasından para gelmemişti. Kadın aylardır bizatihi gelip iki tas çorba kaynatıyor, çamaşırını yıkayıp ilgileniyor, hayrına çalışıyordu. Gidiyorum demişti ama öylece gidemedi. Yazdığı mektuplara cevap bekledi durdu. Gelmedi...

Sonunda aldı evine götürdü onu, evdeki eski püskü ne var ne yoksa sattı. Yeni bir soba aldı evine, felçli üşümesin diye.

Tek isteği ölmeden önce annesini görebilmekti. Bir gün babası ölünce annesi çıkıp istanbul'a geliverdi, yerinde bulamadı. Geride sadece ahşap kokan boş evde, bir bacağı kırık sallanan sandalye kalmıştı.

Gerçek oğul farkındalık eşiğini çok sonra tamamladı ve felçli için geri geldi. Aradı taradı bulamadı. Boş eve yerleşti. Sandalyeyi de atmadı. Gündüz işe gitti, akşam gelince o sandalyeye oturdu. Felçliyi aradı, bulamadı. Kimse bir şey bilmiyordu. Bakıcının evini buldu, komşuları taşındı gitti buradan dediler, felçlinin de onunla olduğunu söylediler. Dön diye yalvarıp duran makyaj çantası ve moda dünyası olmasa kişiliğini koyacak bir yeri olmayan plaza karısına boşanma davası açtı, annesini de yanına aldı, nerede varoş, nerede banliyö varsa aradı durdu, sonunda buldu. Felçliyi tuttu kolundan ama götüremedi. Zamkla yapışmıştı sanki sandalyesine. Bakıcı "gitmek istemiyor işte, bırak" dedi, bakıcıyı itekledi, illâ götürecekti. Öyle bir eşikti ki o zor vardığı "farkındalık", kefaret ödemesi gerekliydi. Sırf kendisinin değil, babasının günahları için de sorumlu hissediyordu kendini. Tutup kolundan götürmek istedi ama götüremedi. Anladı, bir kez daha ve ilk kez; neyin ne olduğunu. Nihâyet bu sefer anladı.

Annesi sorunca gelmek istemediğini söyledi, kadın beni götür ona dedi, tamam dedi. "Boşanma davam bugün, yarın götürürüm söz". Yarın oldu arabanın şanzımanında sorun çıktı, bir sonraki gün...

Derken çileli anasının yorgun kalbi dayanamadı. Götüremedi.