bugün

futbol asla sadece futbol değildir dediklerine 's** lan, bi b*ka benzemeyen minimal söz bu demiştim.

yanılmışım...

matrix'i ve futbolu düşündüm. bir neo'yu, bir pendikspor'u. sonra da hayatı...

22 adam bir topun peşinde. matrix farklı mı lan dedim. 1 neo da white rabbit'in peşinde.
futbolun ilahı maradona'ysa dedim, morphues da bu alemin kralı.
messi'nin çalımlarını düşündüm. neo'nun kurşun gelince geriye kaykıldığı sahnesini anımsattı bana.

bi kahve koydum. 'hayat felsefesi matrix ve futbol' diye kafa yordum.

2 saat kadar hayatını futbol üzerine kuranları düşündüm. tüm maçları izleyip iddia oynayanlar...hani geçen sene 26. maçın 67. dakikasında olanları, bir futbolcunun anasının kızlık soyadını hatırlayanları.

bu adamları çözemiyordum, bunlar neo'nun kurşunları durdurma sahnesindeki gibi her şeyi aşmış gibiydi.
bu adamlar hayatın anlamını çözmüş, bizleri yani matrix'te kodlanmış programları sallamıyorlar dedim kendime.

bu düşünce kafamı iyice yordu, sonuçta ben programsam hayatımın önemi yok muydu?

bi kahve daha koyup 1 saat de bunu düşündüm. sonra uyuyakalmışım...

sabah çok enerjik kalktım, nedense içimde bir enerji vardı. kafamda hayatı uzuna sorguladığım günün ardından gelen uyku iyi gelmişti bana.

mp3 çalarımda wake up'ı koydum, gözlüğümü takıp üstüme pardesümü geçirip iddia bayisine yöneldim. kapıyı açtım ve yavaş çekimde sağa ve sola bakış attım. sanki içerdekiler benim aydınlandığımı anlamışlardı ve beni başlarıyla onayladılar.

artık ben de bir programdan fazlasıydım, ben de bir neo'ydum, bir messi'ydim. (messi: mesih ve neo. anladıııın?)

bayinin sahibi çay ikram etti, bi b*ka benzemiyodu çay. yanımdaki sıska çocuk onun biftek olduğunu düşün, öyle iç dedi. ne alaka lan demek istedim, çocuk çok sıskaydı kırmak istemedim. iyi dedim, biftek diye düşündüm, bir yudum daha aldım. hala bi b*ka benzemiyodu.

ama...

her şeye rağmen hayatın anlamını çözmüştüm ve futbolun sadece futbol olmadığını anlamıştım.

çayımı bitirdim.

cebimden wake up'ın sözlerinin yazdığı kağıdı çıkardım

how long? not long, cause
What you reap is what you sow

diye bağırıp içerdekilere poz attım ve onlar da beni kafalarını sallayarak onayladılar. o an sanki hayat yavaş akıyodu, slow motion'dı. ya da karizmamla etrafı yıktığımı düşündüğüm için öyleydi, bilmiyorum neo'ya sorucam.

ne diyodum? çıktım bayiden, eve gitmek için otobüs durağına yöneldim, yanımdaki teyze 'yievrum benim gözler görmüyor şu gelen güzelcikler mi?' dedi. teyze sen programsın, sana yardım edemem dedim. 'şimdiki gençlerde terbiye yok, anan kim senin?' dedi. şaşırdım, tırstım...

teyze ajan olabilirdi, bunu anlayamayacak kadar çaylaktım. hemen ayağa kalktım ve teyzenin bakışları benim üzerimden ayrılmıyordu.

otobüsü beklemedim, eve koşarak, dandik pardesümü sallayarak gittim. 20 dakka sonra çok yoruldum, otobüse bindim, o teyzeyi otobüste gördüm ve göz göze geldik. bana mr. anderson welcome back' dedi. o an herkes, her şey durmuştu. gözlüğümü çıkardım, teyzeye baktım ama bakışlarımdam etkilenmemiş gibiydi.

ajan olma ihtimali artıyordu, ama nasıl olurdu? ne gözlüğü vardı, ne de bir takımı. yine de her şeyi riske atamazdım, şoföre 'müsait bir yerde' dedim ve hemen uzaklaştım ordan.

teyze kimdi, ajanlar teyze kılığına da mı girebiliyorlardı? bana neden mr. anderson demişti? hayatı bi kere daha sorguladım ve benim için safe house olan iddia bayilerinden birine daldım. çok heyecanlı olduğumu anlamışlardı, çay ikram ettiler...

end of part 1.