bugün

otomobili, dün sabah saatlerinde Boğaziçi Köprüsü üzerinde terk edilmiş olarak bulunan ve intihar ettiğinden şüphenilen, SABANCI Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi.
cesedi arnavutköy açıklarında bulunan rahmetli öğretim üyesi.
Dicle Koğacıoğlu intihar etti. Boğaz köprüsünden kendini bırakıverdi.

Gazetelerde, yine bir öğretim görevlisi intihar etti, diye okuduk. Bugün Radikal'de, kendisininin dostu Leyla Pervizat bir makaleye yazmış.

Leyla Hanım, dinlerin ve toplumların intiharı nasıl karşıladıklarını ve insanların nelere tepki olarak intiharı seçtiklerini kısaca özetleyip Dicle Hoca'nın intihar nedenlerini açıklamaya çalışmış. Dicle Hoca özellikle kadınlar temelinde aile içi şiddet- namus cinayetleri konusunda çalışıyormuş. Gördükleri ağır gelmiş.

Durumun daha da acı tarafı ve benim dikkatimi çeken asıl mesele; Dicle Hoca'nın destek almayışı/ alamayışı.
Leyla Hanım'ın makalesinden hareketle; özellikle ABD'de eğer şiddete yönelik çalışmalar yapıyorsanız psikolojik destek almanız şart. Bir düşününce, mantıken; gerekli.

Bizde yok, demiş Leyla Hanım.
Biz zaten ne öğretmenimizin ne öğretim görevlimizin ne bilim adamımızın arkasında durabiliyoruz.
Ve bu yeni bir şey de değil.

Toplumsal Tarih'in son sayısında Nuran Yıldırım, çocuk cerrahisi ve ortopedinin Türkiye'deki kurucusu Dr. Akif Şakir Şakar'ın hikayesini anlatmış. Şakar hem 40'lı yılların yaşam şartlarıyla hem kendi uzmanlık alanını 'kırıkçı-çıkıkçı ' diye nitelendiren zihniyetle kapışmış. Şakar'ın şu sözü, mücadelesinin ne kadar çetin geçtiğini açıklar nitelikte;

"Ben enerjimin %85'ini şahsıma ve kliniğe yönelen çiftelere karşı harcadım. %15'i ile de ilim yaptım. Isırganı çok olan memleketlerde ilim adamı daima böyledir; hayat törpüsü..."

Dr. Şakar'ın farkı, savaşçı olmasındaydı.
Kliniğini istiyordu ve aldı da.
Çapa'daki kliniğin inşaatını izlerken zafer gözyaşı dökerken biliyordu ki kazanmıştı.
O kazanmıştı, ortopedistler kazanmıştı, Türkiye kazanmıştı.

Dicle Hoca savaşçı değildi, olması gerekiyordu da demiyorum. Ya da devlet bilim adamını görsün artık, halk bilim adamlarına saygı duysun, edebiyatı da hepimizin bildiği gibi işe yaramıyor.

Bizim aslında bilim adamlarını koruyacak savaşçılara ya da savaşçı bilim adamlarına ihtiyacımız var.

Tarihin her devrinde, bilim zar zor ilerler, ön yargıları ve bir takım kanuni kısıtlamaları güç bela aşıp yolunda gider. Önce birileri ( savaşçılar) tüm bu engellere göğüs gerer, yolu açar, çalışma şartlarını rahatlatır. Arkadan gelenler aynı yoldan ilerleyip yeni kısıtlamalarla karşılaşana kadar devam ederler.

Benim bugün gördüğüm bu savaşçıların eksikliği. Bilim adamının işini, toplumun kolaylaştırması her zaman mümkün değildir. Devlet, işine ve yönetim politikalarına uygun gelirse bilimadamını destekleyebilir/desteklemeyebilir. Geriye kalan; bu savaşçı aydınlar.

Başka ülkede daha mı iyi şartlar? Başka yerlerde daha mı iyi yapılıyor? Neden barada yapılmıyor? Birinin bu soruları sorması lazım.

Bürokratik engeller... kağıtlar... yasalar... insanlar.

Şakar enerjisinin %85'ni bunlara harcamıştı.
Birileri enerjisini bunlara harcamadı, çalışma şartları için savaşılmadı, çok alakasız gibi gelecek ama bir hoca intihara gitti.

Leyla Hanım'ın makalesinde şuydu beni geren, belki üzerinde çok durmadığı/duramadığı; destek alsa olmazdı.

Ya da belki, yine böyle olurdu, destek her zaman çözüm olmayabilir ama bizim sistemdeki savaşçı aydın eksiğinin bu olayın buraya gelmesinde minik de olsa bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
Sadece bu olay için de değil, pek çok olay için aynısı sözkonusu olabilir.

Yavru Tarzan sundu, efendim, afiyetle.
*
http://yavrutarzan.blogspot.com/
son notu şudur:

"çok acı var, dayanamıyorum."

büyük kayıp...
anısına " dicle koğacıoğlu makale ödülü yarışması" yapılacak olan muhteşem bir kadın. son başvuru 30 ağustos.

http://bianet.org/bianet/kadin/121722-dicle-kogacioglu-makale-odulu-yarismasi-duzenleniyor
dayanamayıp acılara, gitmesinin üzerinden bir yıl geçmiş. ne ki o acılar yerli yerinde.
nur içinde yatsın.