bugün

istanbul'da, ankara'da, izmir'de ne bileyim işte türkiye'nin elle tutulur şehirlerinde yaşıyorsan, bir meyhaneye oturduğunda; sakal tıraşını olmuş, kravatsız takım elbisesini çekmiş, ayakkabıları boyalı bir adamın masana yaklaştıktan sonra sırtına elleriyle hafifçe dokunarak "bir isteğiniz var mı" deyişinin ardından "eyvallah, canının sağlığı" cevabına tanık olma ihtimaliniz çok düşüktür. bakın ben size bu diyeyim. bu samimiyete çok az yerde şahit olabilirsiniz.

lakin bu meyhane köşeleri, birane masaları, kadınların sevdaları, kızların kucakları, fahişelerin yatakları bu dünyanın sonu olan bir çok değersiz eylemlerinin içinde isim tamlaması olarak yer edinebilir. içtikten sonra bir otel odasının, marangozunun elinden çıkalı 10 yıldan fazla olmuş masasında aynaya bakarak, "ben bu hayatın neresindeyim" diye sorgulamaların var ve yaşın da 25 üzeriyse seninle gel bir düşünelim arkadaş.

bilemiyorum elbette ne umdun ne buldun şu dünyada. ancak hep hayallerin vardı biliyorum. neden gerçekleşmedi bu hayallerin bir çok bahane sayabileceğinden de eminim. son yazdığım cümlemi kafanla onayladığından sonra da tuzağama düştüğünü bilmelisin. zira "bahane" tuzak bir kelimedir. bu durum hakkında daha fazla da yazmayacağım. hayallerinin peşinden koşamadığının ya da koşmadığının farkındaysan açıklamalara ihtiyaç duymazsın sen.

belki daha önce de söylemiş olabilirim. yine ve yine söylüyorum. yanında huzur bulduğun kadın akşam yemeğinden sonra sana "çay içer misin, demliyeyim mi" diye soruyorsa, sen bu dünyada nirvana'ya ermiş yegane varlıklardansın. hayat bu kadar basit. it's simple that it has to be..

şimdi ben bunları yazarken yine ve her zaman olduğu gibi okunmayacağının bilincindeyim. o yüzden rahatım ağalar. kafam yerinde ve stabilim. o yüzden biraz mantıklı yazıyor olabilirim. okunacağımı bilsem bir beğenilme telaşesine gireceğimden de eminim. o yüzden bu yazdıklarım iyi ki okunmayacak..

mesela tem'de, en sol şeritte 110 km/saat hızla seyredebilen adamlar var. işte ben o adamlar kadar kafam rahat olsun isterdim şu an olduğumdan.. böyle de zamansız isteklerim olmadı değil..
bir amına koyulmuşluğun kelimelere dökülemeyişle daha birlikteyiz amına koydumunun orospu çocukları..

fakirliğin sınırı açlık iken zenginliğin sınırı göte bir şey sokmaktır bence. bu bir şey pahalı olmalı ama. ne kadar pahalı dersek, mesela 200 bin euro. 200 bin euroluk göte ne sokulur dersen de, altın sokarsın mesela ya da 300 yıllık bir şarap şişesi. olm sen göte sokmak için 200 bin euroluk bir şey ara yeter ki, her türlü bulursun. inancın sağlam olsun bu konuda.

neyse bu konuyu şimdilik rafa kaldırayım. aslında paranın hayatımızın tam ortasında ne kadar da büyük bir yer edindiğine dair göndermeler yapacaktım da göndermek benim neyime amına koyim. hepinizi aforizmalar, metaforlar siksin lan ne bu cafcaflı sözler. beni öldürmeyen şey allah değildir amk. metaforum doğsun sabahlarınıza.

çok otelde kalıyorum. odamı temizleyen zavallı teyzelerime acıyorum amk. çoluğuna çocuğuna iki yudum ekmek götüreceğim diye benim dağınık çarşafımı adam edip, havlulalarımı yeniliyor. ben para ödüyorum otele, o havlu yeniliyor ve üstelik benim havlularım. ne biçim bir çarpık düzen bu arkadaş.

"amına koyduklarımının orospu çocuğu"yla, "amına koyduğumunun orospu çocuğu" arasındaki fark büyük eşittir 1 dir. lakin ağızda bıraktığı tat eşittir bence.

eskişehir'de yalnız bir gece geçirmeme sebep olan cümlelerim mi yoksa cümlelerime sebep olan yalnız bir gece mi bilmiyorum. bunun cevabını yarın sabah otelde kahvaltı ederken, restaurant görevlisi bayanın yanıma yaklaşıp, "güne zinde başlamanız için limonlu soğuk suyunuzu içebilirsiniz" diyerekten, masama bir bardak sulu limon bırakması anında bulacağıma siksen inanmam amk. böyle bir anda hiç bi sorunun cevabını bulamazsın sen. zinde başlamak ne amk güne limonla yarrak karı seni.

neyse gençler. hayatın sırrı bende. amk sikseniz söylemem. iyi geceler dilerim, mutlu bukalemunlar.

not: normalde bu kadar küfür etmem. daha çok ederim amk.
kamuoyuna duyuru, hergün başka bir kimlik ve pasaport kullandığım için cia de çalıştığım söyleniyormuş alakası yok. saygılar imza bukalemun
gitmeye dair bir çok satırlar karalanmış, hikayeler yazılmış, romanlara girişler oluşturulmuş ve hatta gelişmeleri yaşanmış, sonunda gidilmiş ya da gitmenin hayalleriyle ertesi güne uyanılmıştır. gitmek bu kadar sancıyı içinde barındırmıştır hep. dünya zaten ikiye ayrılmıştır; gitmeyi hayalleyenler ve gidenler.

bunun devamında ben ise gidenleri ikiye ayırmak isterdim, ki bu bana bahşedilmez; gitmişler ve gidip ölenler.

gidip de ölmek geri kalanlara ağır bir küfür. çünkü kalanlar seni gönderenlerdir ve gönderenler her zaman bir hüzün barındırır. örneğin iki sevgili terminalde ayrılıyor; otobüse el sallayan otobüsdekinden daha çok hüzünlü. dolayısıyla giden kalana daha bir borçlu sanki.

gideni yeni birşeyler bekliyordur ki, oyalanabilir. ama kalan aynıdır. devam eder hayatına. kalmak zordur.

hayata siktiri basmak istiyorsan, gideceksin. gitmek fiili...

çok zor ama zor.
gönlümün elverişsiz bularak teptiği bir aşk fırsatının daha yorgunluğunu atamamıştım ki ruhumdan, "amaç edinme aşkı"na tutunmuştu benliğim. her gün eve gelip aynı sıradanlıkta yaşıyorsan, arkadaşların birer birer evlenirken sen, düğünlerde çeyrek altın takma telaşesindeysen, ölüm gelecek kapıma diyerekten, o ziyaret esnasında yalnızlığın canını yakacağını düşünüyorsan, hafta sonu geldiğinde telefon rehberini baştan aşağıya gezip de arayacak birini bulamıyorsan ister istemez "bir amaç edinme" telaşesine düşeceksin meleğim, adamım ve de kadınım.

"amaç edinme" ise 3 temel evreden oluşmaktadır.

1 - amaç edinilme gerekliliğin farkına varmak

en zor madde çoğu kişi tarafından 3.madde (birazdan değineceğim 3.maddeye. şu an 3.maddeyi bilmediğinin farkındayım bebeğim) olarak kabul görse de zannımca en zoru budur. çünkü beyini işlevsel olarak kullanabilme yeteneği gerektirir. zira bu çok zordur ve çoğu varlık (insanoğlunun da çok büyük bir yüzdesi) bunu başaramaz. beynini kullanabilirsen eğer, bir farkındalık oluşacak günün birinde ister istemez. monotonluğun, yalnızlığın, alkolün zirve noktalarını gördükten sonra gelecek bu farkındalık muhtemelen ve ardından bir amaç edinmem gerektiğinin farkına varacaksın.

2 - amaç aramak

bu noktada kişinin geçmiş başarısızlıkları -başarıları-, karakteriksel özellikleri, sevgili arayıp aramadığı (çoğu aptal amacın sadece birini bulmaktan ibaret olduğunu zanneder), tinsel bakış açısı ve gitmeyi isteyip istemediğine (çok önemli bir faktördür) bağlı olarak amaç ve amaçlar belirlenir. amaç belirlemedeki temel nokta sabah yataktan kalkarken uyanmada zorluk çekmemektir. evet bu iş bu kadar basittir. gerçek bir amacın varsa bu hayatta, uyku sabah seni yatakta hapsedemez ve yataktan şevkle çıkarak amacın için savaşmaya başlarsın. dolayısıyla sabah yataktan kalkma sürecini bu bağlamda "amaç testi" olarak adlandırabiliriz. amaç aramak zevkli, bir o kadar da yorucudur. geçiciliğe dair bir çok içerik barındırır ki bu da bir sonraki adımı hazırlar bizlere.

3 - amacı gerçekleştirme ya da "ya sikerim amına koyim ya" süreci

amacı gerçekleştirme, ilkokul, ortaokul ve liseyi bitirebilmek (her gün [devamsızlık sınırları içinde] okula gitmeyi gerektirdiğinden) kadar zor, çetrefilli, sürrealist ve de yavru ağızıdır. optimist bakış açısıyla inceleyecek olursak; ortalama bir amacı gerçekleştirme süresi 6-12 ay arası iken, gerçek ve ciddi bir amacı gerçekleştirme süresini 1-3 yıl olarak verebilirim. benim amacım evlilik, çocuklar ve torunlar büyütmek dersen amacının gerçekleşme süresini (ölüm tarihin - evliliğe karar verme tarihin) olarak belirleyebilirim. bu denklemin sonuna eklenebilecek, önünde eksi olan sıfırdan büyük sayılar, amacının verdiği hazzı aşağıya çekecektir doğal olarak. amacı gerçekleştirebilme, odunla dövüşe hazırlanan rocky'nin haliden daha zor, hüküm dağına giden yüzük taşıyıcı olmaktan daha kolaydır. amacı gerçekleştirme sürecinin en sevdiğim ve mükemmeliyetçi bulduğum noktası ise "ya sikerim amına koyim ya"dır. bir insanın amaç edinmesi gerektiğinin farkına varıp, ardından amacını araması kadar özgür ve doğal bir şey daha varsa, o da "amına koyim" diyebilme hakkıdır. gerçek bir birey her zaman vazgeçebilmeli, pes edebilmeli, pes ettiği noktada da akşamları ve sabahları aynı monoton süreçleri yaşayabilmelidir. zaten bu birey günümüz gencinin edebi olmayan, beğenilme kaygısı taşımayan bir anlatımıdır. "ya sikerim ya amına koyim"ciler aramızdadır, hepimizdir, bu yazıyı yazandır.
selamlar avuntum.

yürüdüğüm yollar, yol değil ya. hep böyle değil miydim zaten. acının acı olduğuna ancak tadınca inandım ben. götümü sikeym.
gitmeye dair.

sandalyelerden, koltuklardan destek alınarak kurulan, içi evdeki binbir çeşit yastığı barındıran, çatısı annenin yeni yıkadığı çarşaflardan inşa edilen çadırının, evinin, dünyasının ya da kainatının içinde yaşayan çocuğun dramı yıllar geçtikçe gitmeye dair bir tutkuya dönüşürse, şaşırmadan ve eleştirmeden o çocuğu dinlemeli, hala nasıl çocuk kalabildiğine dair sorular sorulmalıdır kendisine. o çadırdaki dış dünyayı siktir ediş, bir zaman sonra aniden ortaya çıkıp gitmeye dair mutlu ve ölümlü hayaller kurdurabiliyor.

bir zaman sonra dedik ya, ne kadar bilmiyorum. şunu söyleyebilirim ki, tek başına banyo yapamadığın, saçını anneannenin kuruladığı zamanlardan çok sonra bu zaman. acıları devirdikten sonra mesela, ağlamaktan yorulduktan sonra. yıllar boyu kendini kandırdıktan sonra.

an geliyor ki kalabalıkların içinde anlaşılmamak, fikirlerini dinleyen, onlara katılan veya eleştirebilen birilerinin hayatında olmadıgı farketmek çok derin acılar yüklüyor omuzlara. pes etmek istiyorsun. gitmen ve bütün çevreni terketmen gerek artık. bilinmediğin, tanınmadıgın, yıllarını alarak oluşturdugun karakterini, benligini hic bir baski gormeden ozgurce ortaya koyabilecegin sihir dolu diyarlarda nefes alip vermek istiyorsun. yarına kalabilme telasesinin tek dert oldugu bir dünya düşlüyorsun.

sonra bakıyorsun ki, -kendini cok iyi tanidigindan da olsa gerek- bu sececegin hayat, bir zaman sonra sarilip da uyayabilecegin, konusabilecegin, kahkahalarla gulecebilecegin, dokunacagin birini isteyecek. onu öyle sevmen gerekecek ki, bıraktığın hiç birşeyi özlemeyesin. onu öyle sevmelisin ki, hayatta kalabilme derdine tek bir dert eklensin; onu da hayatta tutabilmek. ölümüne seveceksin, korkmadan ve sonsuza kadar. yaşanabilir edecek o güzel kadın hayatı sana. varlığı süsleyecek yaşamını ve adamlığını. saçlarını kokladığında diyarın tüm çiçeklerini koklayacaksın, tenine dokunman bir haz dünyasına alacak seni, içinden çıkmak istemeyeceğin. o sen olacak, sen o. beraber yıkanacağız tozlu toprağa düşen yağmurlarda.

gitmek işte bu yüzden bu kadar zor.

bu kadar çaresizim işte ben.

bu kadar yorgun

ve bitap.

bir gün o güzel kız gidelim derse bana..

bir gün..

o gün ben gideceğim..
sevgili bukalemun;

benim hava sahamda ne işin var, uçaksavarlarım vursun mu şimdi seni he?

demeden önce dur ve okumaya devam et. sen suriye değilsin ben de tayyip değilim.

senin şizofren ikinci kişiliğin olarak buralarda kalem koşturuyorum, hatırla. hep diyorum, ben şizofren olsaydım benim ikinci kişiliğim sen olurdun diye. ha eğer şizofrensem, sen zaten benim ikinci kişiliğimsin.

bilirsin bizim aramızda sevgide kusur yoktur, severim seni. ha saygıda kusurlar vardı, ne alaka deme, zart zurt osuruyosun yanımda, ulan bu yanımdaki insan mı değil mi hiç takmadan. neyse girizgah çok uzadı, evvela sana selam ederim.

selam bukalemunun yalnızlığı,
bil ki sen kıymeti bilinmesi gereken bir değersin. bütün ilhamların kaynağısın sen. gecenin zifiri karanlığını sadece 15 inçlik bir laptop ekranının bozabildiği, arka fonda anathema hüznünün aktığı dakikalarda kurulan cümlelerin müteahitisin. seni gönderip çift yürek olmaya çalışıyor insanoğlu. ama o çift yürekli günlerde bile hep özlendiğini ve de özleneceğini sakın unutma.

dünya bir bilgisayar oyunu gibi geliyor bu ara gözlerime. insanların gücünü egoları oluşturuyor. ve çarpıştırıyorlar egolarını hunharca. altta kalan egonun canı çıksın! bunu ice-tea me meze yaptığım marlboro marka sigaranın beşinci dalının üçüncü nefesinde farkettim. bütün o egolara köle olmuş insanlara burdan çok kibar bir mesajım var, sizin egonuzu sikeyim! egolarınızın kırıldığı o kıvranma anlarınızı izlemek, gece yarısı kulağımın dibinde vızıldayan bir sivrisineği tek bir şaklama hareketiyle pestil gibi ezerek öldürmekten bile daha zevkli. niye ego konusuna girdim bilmiyorum, ben çocukluğumu anlatacaktım aslında.

geçen gün çocukluğuma indim bir itkiyle; onu dışardan kuşbakışı izledim böyle. ulan ne günahsız, ağzı küfür ve sigara yerine süt kokan, taptaze hayallerle gözleri parlayan küçük tavşan... çok özledim seni lan. sen ateri salonundaki bir street fighter jetonuyla dünyanın en mutlu insanı olurdun, çünkü tek jetonla bitirirdin o oyunu, ve bütün kötüleri bir aduket artı bir aryuket ile alt edebilirdin. şimdi ise sen kötü olmuşsun, kendi içindeki canavarları alt edemiyorsun üstelik. hayalleri olan mutlu, cılız, sıska ve sümüklü çocuk. sana saılıp ağlayasım var; ama ben ağlamayı bile unuttum. oysa dizim kanadğında ağlardım ben, anneme koşardım. şimdi annem bir sıkıntın var mı diye sorduğunda sadece susuyorum. siz benim neden sustuğumu nerden bileceksiniz? o küçük sümüklü çocuk, kurban bayramında kesilen tosunun kanını alnına süren, sokaklarda atletle gezen, mahalle maçlarında mızıkçılık yapan, saklambaç oyununda en kuytu köşeleri keşfeden o yüreği kocaman çocuk, sana nasıl affettireceğim kendimi; çünkü seni öldürdüm ben. heh, niye egodan bahsediyorum diyodum ben de, egolarım seni öldürdü lan. oysa sen hayattan benim şu ana kadar sahip olduklarımın çok daha azını istemiştin. onlar yeterdi sana, çünkü beyaz sayfalardı arka fonları. oysa ben kirlettim dünyanı, kirlenmiş dünyalara ayak uydurdum, günahlara bulandım. ben gökmen abinin gözüne girebilmek için mahallede koş bakalım ne kadar hızlı koşup bana ekmek getiriyorsun dediğinde uçarcasına giden çocuktum. rahiseyi seviyordum ve ilkokul 5 te veda partisinde benimle dans etmek istediği için mutluluktan uyuyamamıştım. karnen nasıl diye soran büyüklerime böbürlenerek hepsi pekiyi derdim. ben pazarda su satıp sattığı parayla pazardan salatalık alıp yiyen çocuktum. ben gülten teyze bakkala gönderince beni, para üstünü bana bırakıyor diye ekmek lazım mı gülten teyze diye soran çocuktum. ben bayramlarda şeker toplama olaylarına karıştığında para veren bir eve akşam bir daha giden çocuktum. zeliha teyzenin tavan arasına koyduğu bidonların içindeki salatalık turşularını yemeye evden ekmek alarak çıkan çocuktum. paçalı güvercinler bana gelsin diye çatıya çıkıp onlara alkış tutan çocuktum. ben esenlerden aksaraya, metro turnikelerinin altından girerek bedavaya gitmeyi marifet sayan çocuktum. akşamları babamın iskambil oynadığı kahveye gidince onun bana aldığı şişe gazozla mutluluktan uçan çocuktum. ben o sıska, sümüklü ve umutlu çocuk. ben var ya ben... ben öldüm. sen öldün olum. ben seni öldürdüm. onlar bizi öldürdüler...
bugün sana istanbul'u anlatacağım sevgili bukalemun,

şuurumun ilk açıldığı zamanlar, yani ben beni ben olarak farkettiğim ilk zamanlar, 3 yaşımdayken istanbul'daydım, esenlerde. oysa 3 yaşıma kadar ankara'daymışım ben, hiç hatırlamıyorum.o yüzden doğduğum yer olarak kayda geçen ankarayı memleket olarak tanımamak için harika bir bahanem var. ben kendimi ilk hatırladığım yerli, istanbul'lu saymışımdır hep, bunu şeref olarak gördüğüm için.

bu ilk şuur günlerime dair ilk hatırladıklarım, yolda bulduğum bir kağıt paranın aslında bir sahibi olduğunun anlaşılması üzerine yaşadığım hayalkırıklığı, ben daha küçük çocuğum diye karşımda sereserpe oturan meral ablanın mavi külodu, su tabancamı çalarak kaçan arka mahalleden bir çocuk, ataman diye birisi ki onunla evin yanındaki tarlada top oynardık düşe kalka, dirseklerimdeki yara izlerim, bakkal mahmut amca, tahtadan yer soframız, marley kaplı küçük evimiz, rahmetli dedemin mendilinin içinde biriktirdiği paralar, bir bozuk daktilo ve siyah zifti asfalta döktükten sonra üzerinde geçen ve beni de dümdüz edecek diye korktuğum karayolları silindirleri.

o zamanki dünyam çok küçüktü; ben büyüdükçe büyüyordu ama. aksaray'ı biliyordum ben. aileden birisi ya da ben hastalandığımızda aksaray'a gidilirdi doktora. mahallede bir düğün olacaksa aksaray'da yapılırdı. benim duyduğum ve gittiğim, hayalgücümün ilk en uzak noktasıydı aksaray. ve ben çok severdim orayı, çünkü her gittiğimizde bana yaprak döner alırdı babam. elimden tutardı karşıdan karşıya geçerken. ve çocukluğumun disneyland'ı olan, belediyenin altındaki karanlık köprü altı bisiklet yuvası yakındı oraya. ordan her geçişimizde büyülenirdim ve taşıdığım küçücük yürek hızla çarpardı; o bisikletlerin hepsini isterdim ben!

sonra okula başladım, 1990. o günlerdeki beni hatırladıkça hey gidinin küçülmüş günleri diyorum, oysa ben ne kadar da büyüdüm. içimdeki özgürlük fırtınaları yeni yeni filizleniyordu. esenler-aksaray metrosu daha yeni yeni yapılıyordu. o zamanlar akbil yoktu, turnikelere jeton atılıyordu. ve ben küçücük bedenimle turnikelerin altından bedava geçerek esenlerden aksaray a yalnız yolculuklar yapmaya başlamıştım. hayatımın en büyük yerine gizemli yolculuklar yaparken, yolda binbir hayal kurup kocaman adammışım gibi, tek başıma o yaşta orada gezebilmenin gururuyla kollarımı kabartarak yürürdüm. annem bilmezdi aksarayda olduğumu; o beni üst mahallede sanırdı hep. bazen geç kaldığımda üst mahallede beni aramaya çıkardı ve bulamadığında akşam bana hesabını sorardı, nerdeydin sen!?
anne okulun bahçesinde top oynamaya çıktık, sana da haber veremedim gibi şeyler uydururdum. yine de yerdim dayağı, neyse.

gel zaman git zaman, özgür küçük ruhuma aksaray da küçük görünmeye başlıyordu. artık yazın bir yeşilköyde denize girme furyası başlamıştı. ve en sonunda ben de mahalledeki abilerle yeşilköye kaçmıştım, üst mahalleye gidiyorum diye. tabi çocuk aklı ne bilecek, nasıl düşünecek? gündüz bembeyaz gittiğim denizden akşam kıpkırmızı dönmüştüm. yaşım sekiz bilemedin dokuzdu. yine bir anne dayağı kaçınılmazdı.

ateri salonlarında vakit geçirmeye başladım sonra. o ışıklı kutular, ruhumu, düşüncelerimi ele geçiriyordu. gece uyumadan önce ertesi gün oynayacağım street fighter ın hayalini kuruyordum. ken'i değil ryu'yu seviyordum. oysa yasaktı bana ateriye gitmek. bu yüzden de az dayak yemedim annemden. okuldan ilk defa kaçışım ateri salonuna gidebilmek içindi. bütün hafta birktirdiğim harçlıklarımla on tane jeton almıştım. rüya gibi bir gündü. dün niye gelmedin diyen öğretmenime, kusuyodum öğretmenim demiştim. ne kadar da mutlu olabiliyordum bir jetonum olduğunda.

babam önce sirkeci garında polisti. o günlerde yanına giderdim ve bana kıymalı upuzun bir pide alırdı. sırf o pideyi yiyebilmek için hep babamın yanına gitmek isterdim. sonra gülhane parkına geçti babamın görevi. benim için babamın yanına gitmek artık dünyanın en güzel şeyi olmaya başlamıştı. önce hayvanat bahçesini gezdirirdi bana; o aslanlar, develer... sonra gece gösteriler olurdu sahnelerde. mandrake diye bir adam vardı, bıyıklı. sihirbazlık gösterileri yapardı ve ben yine büyülenirdim. maraş dondurmacısına götürürdü beni, o külahı adamdan bir türlü alamazdım, tıpkı mandrake gibi gelirdi onun da hüneri. 1994 dünya kupası finalini (brezilya-italya) gülhane parkında izlemiştik. hani şu roberto baggio'nun son penaltıyı üstten auta atarak tarihe geçtiği maç. ben ta o zamandan brezilyayı tutuyordum, hala değişmedi bu.

babamın yeni görev yeri küçükköy olunca, babamın yanına gitmek artık eski büyüsünü kaybetmişti sadece bir keresinde, hayatımın ilk beşiktaş maçı deneyiminde mest olmuştum. beşiktaş kocaelispor maçında görevliydi babam ve ben o maçı v.i.p. den izlemiştim. babam bana dünyaları veriyordu ve ben her anımı mutlu geçirebiliyordum.

bostancıda halamlar otururdu, onların evine giderdik bazen. esenlerden bostancıya gitmek, o küçüklükte bir çocuk için istanbul dan ankaraya gitmek gibi uzak birşeydi. o yol hiç bitmezdi, ben sıkıntıdan patlardım. ama yine de vapura bindiğimizde büyülenirdim. hep büyülenecek birşeyler bulabilirdim.

çapa'ya doktora, taksim'e alışverişlere gelirdik. sultanahmete gezmelere giderdik. beyazıt, çemberlitaş; hepsini gezdirirdi babam bize.

sonra kars, gebze, izmir, kocaeli, ankara, şırnak günlerimiz girdi araya. 1996 yılında ayrıldığım istanbul'a 2011 yılında geri döndüm. open your heart, i am coming home diyordum ankara'dan istanbul'a dönüş yolumda. yarim yaşlanmış, yorulmuş. ama hala herşeyden, heryerden daha güzel. heredot cevdet'in bir lafı vardı, dünyanın gelmiş geçmiş bütün güzel kadınları, prensesleri, leydileri güzelliklerini bir potada eritse, yine de istanbul'un bir arnavut kaldırım taşının güzelliğine bile erişemezler. imzamı atarım altına. bazı konularda çok şanssızımdır, ama bazı konularda ise ki istanbul konusu bunların en önemlisi acayip derecede çok şanslıyım. hayatta yaşamak istediğim tek yerde yaşıyorum. ve burası ölmek istediği, burası gömülmek istediğim tek yer. senin sevgin de olmasa, neye yaslanacağım ben be, ey şehr-ül ekber! sen benimsin, sen benim tek yaşam kaynağımsın. ben ölürüm, sen ölmezsin...
selam bukalemunun acıları,

acılar herkese kolayca anlatılmamalı diye düşünüyorum. yalnızca duymayı hakedenlere anlatılmalı. anlatıldığı kadar kolay değil çünkü onları yaşaması.
insanların kendi acılarına saygı duyması gerek. bir hayal dünyasında yaşasan da geçmişinin gerçekliğinin ispatıdır yaşadıkların, acıların ... çünkü bu hayatta kaçamayacağın tek şey gerçeklerdir. zaten onun için icat edilmiş olmalı yalanlar, gerçeklerin üstünü bir yorgan gibi örtebilmek için. onu bunu kandırabiliyorsam kendimle ilgili, buna sevin-memeliyim. kendini kandırıyor olmana üzül her zaman. çünkü gerçeği kendime itiraf edemezsem, ilerleyemem. yerimde saydıkça halime üzülmek gibi acılarım var benim de. sen ben olma sakın, ben sen olayım, biz acı çekelim en yalansızından.
selam bukalemunun sevişmeleri,

bugün ben olmak için fazla güzel bir gün; ben bugün sen olacağım. her sabah martıların yaygaralarına uyandığım bu kutsal günlerde, niye uyandım ki ben şimdi bu güne "demediğim" günlerden birini yaşadım bugün. nedeni mi? bir nedeni yok, bazen böyle oluyor işte, seviyorum bazı günleri...

sevmek bildiğim bir şey, bu his bana yabancı olamayacak kadar çok sevdim ben. az seviştim ama. bundan daha fazla sevişebilirdim, ama bundan daha fazla sevemezdim. çok sevişmeler mi, unutulmayacak öz sevişmeler mi derseniz, bu sorunun cevabını bilmiyorum açıkçası. unutulmayacak öz sevişmeleri bilirim de, çok sevişmeleri bilmem ben. o yüzden sorunun cevabının hep unutulmayacak öz sevişmeler olmasını umarım. kendime söylediğim milyonlarca yalandan biri olma ihtimali çok yüksek tabi bunun, değil mi ikinci kişilik?

yoksa iki az mı be, bu da mı yalan? aslında bin, beş bin, yüz bin tane farklı mı var benden. çünkü ben her şey olmak istiyorum. aile babası, ıssız adam, yalnız serseri, playboy, hatta brazzerstaki kel adam, entellektüel yazar, kendini doğaya salmış bir berduş, salaş barlarda bira içerek ölümü bekleyen yalnız, seri katil, aşık ve romantik sevgili, her şeyi ardında bırakıp uzaklara giden adam... bunların hepsi yaşıyor benim içimde. bunlardan çok daha fazlası yaşıyor benim içimde. ben bunların hepsi olmak istiyorum. ama ben bunların hiçbirisi olamıyorum. en korkuncu, ben kendim olamıyorum. elimden en fazla, bir zamanlar olduğum kişiyi hayal meyal hatırlayarak daha fazla taklit etmek geliyor. ben onların olmamı istediği kişi oluyorum. o yüzden olmak istediğim kişi olamıyorum. ben kim oluyorum?

ben senin dizinin dibinde yaşlanacak kadar temiz bir yüreğe sahipken, neden günahların arasında şuursuzca yuvarlanan birisine dönüştüm? senin yüzünden mi? benim yüzümden mi? aşırı dozda hüzünden mi?

arka fonda hüzünlü bir müzik çalıyor, sessizliğin kulak memesi kıvamında. bir süredir o hüzünlü müziklerin beni ölüme çağıran mesajlar olduğunu düşünür oldum. kendimi kaptırıp ölesim gelmiyor değil. ama ölürsem hangi ben öleceğim onu bilmiyorum. belki içimde ölmemesi gereken benler de vardır. içim ölmemesi gereken senlerle dolu. ve içim ölmemesi gereken senelerle dolu. o seneler beni yaşatıyorlar, bu günlerim ve gelecek umutlarım değil. çünkü o seneler gerçekler. sen gerçektin. sevişmelerimiz gerçekti. gerisi yalan...
önce çaldım,

http://video.uludagsozluk...ssi-veren-şarkılar-33098/

sonra dedim ki alkol mü? açmadım hiç bir şey. odamın soluk ışığında tavana bakmaya devam ettim. neredeydim, neredeyim, ne olacağım? klasik günümüz insanı tedirginlikleri işte. sıradan düşüncelere kapılıyordum. sonra buna üzelmeye karar verdim. o kadar sıradanlaşmıştık ki, artık hayallerimizde bile sıradandık. boğaz köprüsünü köpek ısırmış bir balinanın yutmasını isterdim delikanlı çağlarımda. köprüyü yedikten sonra, köprü üzerindeki arabaların sürekli midesinde korna çalmasından dolayı da baş ağrısından karaya çıkıp ilaç fabrikalarını bir bir mideye indirmesini, kuyruğuna konan ödül için binlerce balıkçının atlara binmesini tahayyül ederdim. lakin ben de büyüdüm ve aklım sustu.

otomatik olarak geriye doğru kapanan bir kapıdan çıkmakta iken, kapı arkamdakine çarpar korkusuyla kapıyı usulca bırakmanın iyi bir adam olmak için yeterli kriter olduğuna bir maymunun muza tapması gibi taptım ne de yanıldım ben.

http://www.youtube.com/watch?v=YxxqVEIA8Qc

arkama baktım.

oysa bakmaman gerekirdi. o kapı kimin suratına çarparsan çarpsın. sanane mahluk. şarkımı dinledim iyice ve ortalarında bir düz yazı yazayım dedim. hikayenin ana kahramanı cemal ve eşi olacaktı. her düz yazım gibi bir paragrafa biraz yaklaştı uzunluğu. hatta deftere ne karaladıysam buraya da yazıyorum aynısını,

"yağmurun yoldan süzülüp geldiğini belli belirsiz görebileceğiniz kadar yokuş bir sokakta otururdu cemal ve eşi."

sonra bıraktım yazmayı ve çaldım yine,

http://www.youtube.com/watch?v=T-WiA8txq2U

şarkının yine ortalarına doğru öyle bir tükenmişim ki, aklım o kadar yitik ki, birden oturduğum 20 katlı bina yerden dikey kalkış yaptı. önce deprem oluyor sandım, sallantı gittikçe arttı ve bir anlığına da olsa uzay-mekanda evimin eğimi cemal'ın oturduğu yokuşun eğimine eşit oldu. hayata farklı bir bakış açısıyla; tanjant teta ile yaklaşıyordum ki evimin eğimi > cemal'in sokağı'nın eğimi oldu ve bütün eşyalarım cama doğru sürüklenmeye başladı. maddenin üç halinden biri olan katı sandığım oturma odamın camı aslında başka bir şeymiş. bir karadelik gibi önce 42 inç tv'mi, sonra çekyatlarımı yuttu. camsı karadeliği durduramıyorduk ve ev eğilmeye devam ediyordu. evin amacı dikey kalkış yaptığı yere paralel olarak uzanmak iken camın amacı ise kapağı açılmış çamaşır makinesinin içinde duran bir günlük donlarımı bile yutmaktı. cam iyice büyüyüp evi, evi bırak youtube'u bile yutabilirdi. ben de cam youtube'u da yutmasın diye hemen modemin fişini çıkarttım iyi de etmiştim.

hemen 2 gb'lık mp3 çalarımdan çalmaya başladım,

http://www.youtube.com/watch?v=IyzXWE3bDg4
çalarken korkmuyordum, oturma odamın camı mp3 çalarımı yutarsa yutsun. nasıl olsa sadece 2 gb. şarkı çalarken ev her şeyini ortaya koyarak yere paralel konuma geldi ve midesinde boğaz köprüsü olan balinayı yakalamak için birden kazan dairesindeki tüm brülörleri ateşledi. benim anlatımlarımda abartı hikayelere yer yoktur, dolayısıyla ışık hızında falan gitmiyorduk; yere göre 90 km/saat civarı olmalıyız.

bu arada mp3 çalar da gitti ki aklım[ı]dan oynatmaya başladım,

http://www.youtube.com/watch?v=CTL8mvYGrPo

ev balinaya doğru gidiyordu. kütle ve hızımıza bakacak olursak bu momentumla balinanın amına bile korduk. fakat köprü ne olacaktı? ev bunu düşünmedi bile tüm gücüyle balinaın midesine doğru bir darbe yaptı. bense tam bu esnada oturma odamın camı yutmasın diye evdeki son çay bardağına sarılmışım. sırtımı da yatak odasının kapısına yasladım cebimden çıkarttığım 20'likle rakı içiyorum.

büyük darbe gerçekleşiyor. balina yok oluyor. midesindeki arabalar da öyle. aşk yok oluyor kelebeklerdeki. kadın ve gözleri mahvediyor hepsini.

http://www.youtube.com/watch?v=9sTJo6_7frM

uçurtmalar uçuyor sözlüğümden. elimde çay bardağı. hayallerimdeki sen ve ben. birer yitik savaşçı. doğruluyorum kanepeden, odamdaki soluk ışığı da karanlığa gömüyorum. kafamı yastığa koyup, insanların içinde oturduğu kocaman camdan bir balina düşlüyorum...
yalnızlık..

yalnızlığın en zor yanı, dünyanın en mükemmel cümlesiyle bile tasvir edilse anlaşılamamasıdır. zira, yalnızları ancak yalnızlar umursar. ancak her yalnız en büyük yalnızlığın kendisine ait olduğunu düşündüğünden diğer yalnızı anlamaz. her yalnızlık anlaşılamamışlık olur gider böylece. dolayısıyla yalnızlık kişinin isyanı bazında boşa gitmiş bir feryattır. kişi, sadece kendinin yalnızıdır.
aşık olmak..

sadece görüşürüz derken yanağını yanağıma değirebileceğim kadınlara aşık oldum ben. dokunamayacağım, sevmeme izin verilmeyecek kadınlardı onlar, ağızları yeni süt emmiş bebek gibi kokardı. saçlarına dokunmak zordu, bellerine sarılmak imkansız, dudaklarına dudaklarımı değirmem yok oluşumdu. varamayacak olmamdan, gülüşleri tanrının bile gücünün yetmeyeceği bir dengede cennet ile cehennemi aynı anda barındırırdı. gülüşlerine, bakışlarına, saçlarına, ağzının kokusuna, yanaklarına, ellerine o kadar aşık olurdum ki, ve aşık olduklarıma o kadar dokunamazdım ki, bedenini çıplak hayal etmek o kadınların, hem onursuzluk dolu hem de zamanın yetmediği bir hayaldi.
selam sana bira şişesine atılarak hayatına son verilmiş izmarit,

seviştikten sonra arkasını dönüp uyuyorsa bir adam ve sabah kalktığında karşısına geçtiği aynadaki görüntüsünden tiksinebiliyorsa kasmadan,
o tiksinti emin ol sevişmelere değil kendi benliğinedir adamın.

adam isyan eder, çünkü hayalini kurduğu peri masallarından fuckbuddy seviyesine evrilmiştir istemeden ve bu evrilmelerindeki dengesiz hız kontrollerini sağlayan
bir invertör yoktur. adamın bütün asenkronizasyonu kendinedir. belki herşeyi kendi etmemiştir, belki kaderin sıkça kazığını da yemiştir ve kimi zaman kendi de
kazık atangillerden olmuştur, ama her ne olmuşsa olmuş olsun, adam her koşulda kendi bulmuştur, sararmış solmuştur...

kendi kusmuğunda ve pisliğinde boğuluyordur bu adam, kendi kanının tadını biliyordur. günahlara bulanmıştır bu adam ve çırpınması nafiledir, çıkamaz. kendine ne kadar
tiksintiyle bakarsa baksın, yüzünü yıkadıktan sonra yine o kadının bacak arasına doğru adım atmaya başlar, bundan hiçbir vakit kurtulamaz.

zavallı...
selam sana tişörtün ensesindeki kaşındıran etiket,

pazar gününün sabahında, yan komşunun duvarını delerken kullandığı büyük güçlü matkabın adeta beyni delen gürültüsünden rahatsız olduğum gibi rahatsız oluyorum monotonluktan.
nasıl ki kanser vücuda yayılıp bedeni öldürmektedir, monotonluk da ruha yayılıp ruhu öldürmektedir.

her gün aynı günü yaşıyorsa ruhun, sen ona yaşıyor deme ey gafil!

sınırlarla çizilmiş bir hayatın parçasıysan, farkında değilsin ama sen modern kölesisin bu hayatın.
köleliğe karşıyım deme, sen kendin kölesin bir kere. önce kendini kurtar!

sabah 8 de çalan bir alarm ve akşam 6 da verilen bir paydos, belirli integrallerin alt ve üst değerleri gibidir , sınırlandırır seni.
kolaydır belirli integrali çözmek, kolaydır senin o hayatını şablonlamak, seni copy-paste hayatlı köle seni!

oysa ben limit sonsuza giderken beni günaha çağıran belirsizliklerin hayranıyım. ruhumda kopan kıyametleri dengeleyebilecek faraday kafesi gibi
bir korumanın peşindeyim. çünkü ruhumdaki kıyametleri engelleyemiyorum ve böyle korumasız, böyle savunmasız daha ne kadar dayanabilirim bu gerilime,
ne kadar sağ kalabilirim bu yaralarla bilemiyorum.

gör, hayat ölüm kadar ağır..!
selamlar vapurdan atılan simiti havada kapamayacak kadar yaşlanmış martı,

hani kronik yaralar vardır ya, bir türlü iyileşemeyen ve belli aralıklarla nükseden.
bu yaraların en başında geleninin koku hafızası olduğunu düşünüyorum.

lokman hekim koku hafızasından kurtulamamanın çaresini de bulabilmiş miydi acaba zamanında?

aklımda hiçbir şey yok. güzel bir şubat gününe uyanıyorum istanbul'un. uykumu almışım, kuvvetim ve neşem yerinde.

şarkılar dinleyerek hazırlanıyorum işe. kapıdan çıkıyorum, güneş gülümsüyor yüzüme. ben de ona gülümsüyorum peşisıra.

sokağımın ıssız yokuşundan ana caddeye çıkıp mecidiyeköy'ün keşmekeşine karışıyorum.

benim gibi bir metropol insanı mutlu olur keşmekeşlerde. insanların koşuşturmacalarını izliyorum uzaktan, hoşuma gidiyor.
hayatın ta kendisini izliyorum o gürültülü meydanda.

yolunda giden bir hayatın içinde, kalabalıkların içinde yolumda gidiyorum.

derken...

yine o koku. yine senin lanet olsun ki ne yaparsam yapayım unutamadığım o güzel parfümünün kokusu.

neredeyse 10 yıl olacak. ama her hissettiğimde hatırlıyorum. başkalarının üzerinden gelen senin kokunu.

donakalıyorum sokağın rabarbasında. hızlı flashbacklerle oynatılıyor senli hatıralarım zihnimde. bir iç yanması hissediyorum derinlerden.
aklımın unuttuğu seni burnum unutturmuyor bir türlü. yine kurtulamıyorum senden. onca yıl sonra yine başarabiliyorsun bütün neşemi kaçırmayı.
somurtuyorum... kokluyorum... kanıyorum...

nasıl unutacağım seni. nasıl çıkacağım bu labirentten. malesef çaresizim, hiç bilmiyorum...
selam sana sevdiceğe alınmış gelincik puzzle nın kayıp son parçası, biliyorum kayıp değilsin aslında; seni ben çaldım bari bu da tamamlanmasın diye hayatım gibi... tamamlanmış bir hayattan ne bekleyebilir ki insan..?

bugün edeceğim kelamlar , bırakmaya dair...

herşey sevgilim bırakmamla başladı. o gün bunun bir başlangıç olacağını düşünürken, zihnimce kastettiğim, yeni bırakmaların başlangıcı olması değil, yeni bir hayatın başlangıcı olmasıydı. oysa benim sevgilimi bırakmam demek, bırakmalar silsilesinin ilk adımını atmam demekmiş, bilemedim.

çok uyuyorum diye kızıyordum kendime, çok uyumayı bıraktım.

yokuşta nefes almak zorlamaya başlayınca ve spora da tabi, sigarayı bıraktım.

spora başlayınca bir de alkolü bırakmak gerek dediler, onu da bıraktım (tamam ayda bir içiyorum ama sayılmaz), çikolatayı bıraktım.

kanser ediyor dediler, şekeri ve tuzu bıraktım.

genel müdürüm rica etti, ekmeği bıraktım.

ot gibi yaşıyorum yani senin anlayacağın...

dermansız acılar sindi ruhuma, mutlu olmayı bıraktım.

şimdilerde kendimi bırakmanın yollarını arıyorum, intihar etmenin dışında bir yol.

duş buharıyla kapanmış aynamın karşısına geçip çıplak elimle dört parmaklık bir açıklık yaratıyorum göz hizamda,
öğürmekten kan çanağına dönmüş bir çift göz. masumiyetlerini ve yaşama tutkularını yitimişler bana bakıyorlar.
kendim olduğumu sandığım görüntüme bakıyorum (ben kimim ki?). ağzımdan dökülüyor bir çift söz:

bırak bu işleri...
selamlar tony parker gözyaşı damlası,

Başarı nedir? o duyguyu tatmamış insanlar topluluğuyuz.

o yüzden başarılı olabilen adamları sevmiyoruz.

Mutluluk nedir? Bizden fersah fersah uzakta bir olgu.

O yüzden mutlu olabilenlerin mutsuzluğu ile mutlu olabiliyoruz.

Ahlaki yozlaşmış bir toplumun günümüz yaşayanlarıyız, arızalıyız.

Bok atmayı iyi beceriyoruz ama aslında zavallılar bütünüyüz.

Sonra neden geri kaldık oluyor...
selam vermek istemediğim kadınlara toplu selam olsun,

bir sorum var bilemediğim?

yanlış kadınlara mı aşık oluruz, yoksa yanlış oldukları için o kadınlara mı aşık oluruz?

her ne boksa.

boku yiyen çeker çileyi. bir heyecanla, pır pır adı verilen bir heyecanla yaşar günleri. o kadın hiç bilmez o aşkı.

amna koyim.
selamlar aydaki kraterler,

zengin olmanın kriterleri var.

birinci seviyenin kriteri çirkin beyaz bir süs köpeği alıp bebek te gezdirmek.

sonuncu kriteri golf.

mutlu olmamın kriterleri var.

anathema dinlemeye ihtiyaç duymuyorum mutluysam. o yüzden son kez bir lost control dinleyeyim amk.

daha da sikseniz gelmem monoton dünyanıza.

home sweet home değil. sweet home office.

çok yalnız ve eğleniyorum bebeğim, dimi mariachi black?
selamlar olsun sana yakalayamadığım kelebek,

zaten öylesin ki, birazdan öleceksin. yakalayamadığım, başarısızlığım önemsiz... tıpkı hayatım gibi... edemediklerin, olmayanlar, varmayanlar, dokunmayanlar, tutmayanlar ve bırakanlar önemsiz. ah'larım, yakınışlarım, gözyaşlarım ve fotoğraflar önemsiz. nasıl olsa öleceğim. nasıl olsa o fotoğraf da ölecek. dolayısıyla her şey önemsiz...

bazen bir fotoğrafa öyle saplanır ki insan, öylesine kaptırır ki kendini; o fotoğraftakinin çenesini, elmacık kemiklerini, gözlerinin rengini, dişlerinin beyazlığını, saçlarının dağılmışlığını, burnunun duruşunu, kaşlarının estetiğini, alnının sonsuzluğunu, kulaklarının melodisini öyle bir içine çeker ki, o fotoğrafı yaşar. fotoğraf gerçek olur, siz olursunuz, yaşadığınız an olur ve yok olur!

zira nefret edilmesi gereken adamlardır fotoğrafı çekenler. sizin hayallerinizi süsleyen o anda, onlar oradadır! ah ne acı verir bu, ne kalp spazmlarına yol açar ve ne bitmez!

bir fotoğrafçıdan nefret etmek hiç bir duygu bütünlüğü sağlamaz bedende. o, orada var olmuştur.

unutmayın ki, fotoğraf her daim geçmiştedir! geri gelmeyecektir. o surat, o beyaz ten bir daha asla ve asla o fotoğrafta baktığı gibi bakmayacak, omuzlarıyla asla o andaki gibi sonsuz bir cazibe yaratmayacaktır.

bense fotoğrafa bakmaya devam edeceğim bir kelebek gibi... o an geldiğindeyse, gideceğim.

fotoğraf başkalarının çerçevelerinde bir imza ile sonsuza kadar mühürlenmiş olabilir. öyledir ya zaten. sınırları çizilmiş, bir eve hapsedilmiş, duyguları köreltilmiş ve tekdüzene terkedilmiş fotoğraflar asla gün ışığı göremezler bir daha.

içime atıyorum. olsun.

olsun.

bir diyeceğim var,

yalnız bir adama, "bu evrende yalnız değiliz" demek, ağır bir bilimsel küfürdür.
zamanın bilimsel bir kavram olması insanların ölçmeye olan arzusundan süregelir. aslında zaman; bir etin, kemiğin, bir kaç organın, bir ağzın ve bir çok düşüncenin hayat bulduğu süreyi ölçmek için uydurulmuş bir kavramdır.

amıma koyayım bazen böyle konuşuyorum.

tuhaflık. tuhaflık, insanın ne kadar hızlı yer değiştirdiğiyle doğru orantılı olan bir ölçü sistemi sanki. yazması şu dakikalar itibariyle acı verse de, dün ben prag caddelerinde binaların geçmişlerini merak ederek başı boş dolaşıyordum.

dün ben charles köprüsü'nün üzerinde öpüşen çiftleri kıskanarak kafka müzesine adımıı atıyordum. dün ben prag kalesinden vltava nehrinin üzerindeki köprüleri sayar iken turn the page dinliyordum. astromik saatin kaç yelkovanı, akrebi vardır ki diye hesaplar yapıyordum. kiliselerde pazar ayinlerine katılıyordum. bir şeye dua ediyordum ben. birine, olmayana, olacağa, hissettiğime ama yokluğa. o kızların gözlerinin renklerinde kayboluyordum, kayboldum, yok oldum ve şimdi başka yerdeyim.

neredeyim ben, neyim ben ?!

erlangen'de bir otel odasında karanlıkta bira içen, geçmişinin gölgesinden kaçan, geleceğinden bihaber olan, yaşadığı anı uzatmaktan aciz olan, uykuya dair 1- uyamayı istememek, 2-uyanmayı istememek şeklinde problemleri olan, zayıf, karaktersiz, acınası, yaşlılığında kimsenin dönüp bakmayacağı, birine muhtaç olmadan ölmeyi dileyen, kafka'yı isteyen, karamazov'un abisi, balzac'ın şato işçisi, şehirlerin sokaklarında yürümekten acı duyan ayakların sahibiyim.

dün o kadınlara aşık oldum ben. şimdiyse; wherever i may roam...

artık hayatımda emin olduğum tek bir şey varsa o da şudur; bir insan her yaşta ve her aşkta başka bir aşkı arar. bir aşk bir insana yetmez. insan sarılmak ister, dokunulmak. bir insan bir insana yetmez azizim. lakin, işte burada, tam da burada, bir sevmek bin defa ölmek iken bu kadar aşk arayışı nedendir?

aşk; ölüme çabucak gitme arzusudur. aşk yok olan bir bedenin var olma çabası, arayışıdır. aşk, beyrut'a gitmektir. aşk, nil'den su içen çıplak ayaklı sudan'lı çocukların iyi niyetidir. aşk, benimdir, sensindir. aşk hepimiziz.

iki yeni tanışan insanın, her ikisinin aklına da konuşacak bir şey gelmez, bir sessizlik anı olur ya; işte o sessizlik anının verdiği rahatsızlığım ben. birazdan sesler üzerime basacak. yok olacağım.

akıllarda bir anı bile olamayacak kadar piçim ben...

hiçim...
şeytanın, vesveseleri ile ölümü fısıldadığı saniyeleri yaşıyor isen, evet hayatının en kötü dönemlerinden birisindesin.

şeytana uymak erdem bünyelerine yakışmaz. uymayacağımıza göre, gel bir düşünelim o halde, ney yapmak lazım?

uyumak istiyor insan apansızca, kımıldamadan. uyanmak zorunda olmak yaşayacağın en büyük acı kaynağın.

antidepresan mı? ne kadar kolay uyutuyor seni değil mi? günlerce uyuyabilirsin antidepresan kafasıyla, günlerce yemek yemesen,
sorun olmayacak gibi, iştahın yok?

ölüm bir bakımdan cazip, çünkü sınırsız uyumak demek ölmek, en sevdiğin şey, en kolayı olan, "uyumak"...

şeytana direniyoruz yine, ölmek cazip fakat ürkütücü. çünkü bilinmeyen. bilinmeyen çekici olduğu kadar ürkütücü de.

bir anlık cinnetimle çözerim zorlasam diyorsun, ben de diyorum ki; zorlama. ölmek yok... ölmek yok..!

hayat sırtındaki bir devasa yüke dönüşmüş ve sende hamal meziyetleri yok. yere yüzükoyun yapışmana ramak kaldı. düşme!

dayan be koç, bir bildiğim var ki bu kadar emin konuşuyorum.

yerin köklerinde dibe vurmuş olsan bile bak, ne olursa olsun, yaşamak... güzel şey!

sen sadece varoşlarındasın yaşamın, doğru yerine, merkezine çıkman lazım.

neden düşeriz bruce? why do we fall?

to rise again!

pes etmek kolay. ağlayıp sızlamak kolay. üşüşürler sevdiklerin ve seni sevenler yardımına. bırakmazlar seni.
kolay olanı sızlanmak, ama güzel olanı direnmek, sus!

ağladım da kimseye söyleyemedim diye mırıldan arka mahalleyi. başıma neler geldi, size diyemedim de!
ama kendi kendine de..

senin gibi adamlar... benim gibi adamlar... hakları yoktur sızlanmaya. düşüyorum tutun, diyemezsin.
kanıyorum sarın, diyemezsin. yalnızım koşun, diyemezsin. seni özledim... hiç diyemezsin.

anca öyle, kendine sen diye hitap edersin, ve ayakta kalabilmek uğruna yalanlar fısıldarsın "o'nun" kulağına.

ben, sen , o...

ölmek yok!
selamlar son nefesim,

hangi zaman diliminin içerisinde karışacaksın atmosfere hiç bilmiyorum. belki elli yıl sonra, belki yarından da yakın.

ölümden konuşmak değil niyetim hayır. ölüm konuşmam gereken değil, düşünmem gereken bir masumiyet.

karanlığı aydınlatan küçük ışıkları seviyorum. sessizlikle birleşince düşüncelere dönüşüyorlar 300 000 km/sn hızla.

düşünüyorum ben de yalnızlığımla beraber. yalnızlığını ikinci kişilik olarak benimseyen şizofrenler en zavallılarıdır, öyleyim.

bugün yine bazı şeylerin olmayacağını gördüm, boşuna çabaladığımı. ve tam bu noktaya gelince, boşuna çabaladığımı aslında en başından bildiğimi.

bildiğime inanmak istemiyormuşum sadece, hepsi bu.

budalalık, aşınmıyor.. aşındırıyor.

birkaç kutu alman çikolatası, imzalanmış bir kitap.

beyhude emeklerimin acınası mirasları.

yarın akşam rakı içeceğim, ve yalnız olmayacağım. zavallı şizofrenim ben, dedim ya...
Gündemdeki Haberler
güncel Önemli Başlıklar