bugün

ne yediği, içtiği belli olmayan yazar tarafından amaçsızca kaleme alınmış mektuplardır. anlık içinden gelişleri uzun soluklu satırlara vurur.

Merhaba sen!

Dün ayışığının denize vurduğu anlarda düşündüm seni geçmişin gölgesinde. Aslında gözümde bir wayne rooney olmasa da George clooney kadar beyaz perdenin en gizemli kadın oyuncularından birisin. işte bu yüzden orta sahanın yarı alanına bakan diliminde artık sadece tornavida ve Hindistan cevizi var.
Buna inanmayacaksın ama sen oraya ceviz koyarsan aytekinler prag'da yazlık alırlar sahil kenarında. Bildiğin üzere aytekin'in babası prag su işlerinde çalışıyor. Bu sebepdendir ki recep tekin'in asfaltları bozuldu. Daha biz onarmaya başlamadan benim ufak oğlanın önlü masrafı falan çıkınca kondansatör sarj-desaj süresini tam olarak hesaplayamadım.
Sen uzaktan görmezsin amma x giderken sonsuza ben de uzun ince bir yolda gidiyordum. işte tam bu esnada bazı antivirüs yazılımları "a virus has been detected" gibisinden uyarılar vermekteydi, dedim ki; pencereleri pembeye boyamalıyım. Önceleri biraz yadırgansa da sol majör ve minor tınıları soruna çözüm olmuştu. Bu, çok harika ve sevinçli bir haberdi bütün aile için. Başladım şarkılar, türküler söylemeye;

bak yurtiçi geliyor
selam veriyor
herkes bana veriyor
merak ediyor.

Soranlar oldu, ne diye bu şarkı? Amacım 35 santim dedikodusunu gizliden yaymaktı ve başarılı oldum da. bu spekülasyonlarla birlikte kapıldığım sürrealist akımda Salvador dali boyamalarında kendimi buldum. Sanki bu bir vincin kontrol sistemindeki bütün rölelerin çekmesi, geride kalmış zavallı kontaktörlerin atmasıydı. Artık dayanamıyordum ve dedim ki;

"0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144"

Ardından leonarda da vinci bazı çalışmalarından bana söz etmek istedi. Önceleri ürktüm ve tüm cesaretimle sordum;

"pi'yi kaç aldın?"

Verdiği cevapla şok olmuştum;

"3.14"

Bu devirde vinci gibi bir adam pi'yi 3.14 alıyorsa kesin geçim sıkıntısı vardır dedim kendi kendime. Çarşı'nın böyle şeylere karşı olduğunu çok iyi bilmekteydim oysa...

Tamam dostum, tamam. Dur soluklan bir. Nefes al. Derin derin. Dinle söyleceklerimi,

"Ergenekon Salvador vinci'ye ulaşmıyor."

Nefes alışlarının yavaşladığını görüyorum. sakinleşiyorsun. umarım anlamışsındır demek istediklerimi. Bu kadar yazıyı içimdeki duyguları gayet açık bir şekilde anlatmak için yazdım.

p.s :

batman knight begin'i izledim. Kumar kağıdı tipli adam ölmüş biliyor musun? Bu da üzücü tabi, insan çiceği solsa üzülür. Lakin benim balkonum güneş almadığından açık olur perdeler. Sıcak olur öyle&...

onca yazdım sen de döşünü sıcak tut. Hatta iyi bir melek olursan şirine'yi bile görebilirsin.

Kendine iyi bak. Sevgilerler...
selalar ismail, bu mektup sana.

bazen opet bupet ve dostum ayı postum tarzı espriler yapıyorsun. bu davranışların canımı sıkmakta.

eskiden dere kenarlarında halı yıkarlarmış, sen de öylesin. otlanmış bir çimen gibi geviş getirilme evrelerini yaşayan bir bitkisin. lanet olsun sana, seni patron yapana da.

gözüm görmesin seni, bağkurluyum ben.

kısa zamanda belki de yarın görüşeceğimize inanıyorum. 8.30 - 18.30 arası devamlı sevişiyoruz biz. sen de gel.

sevgiler ismail, hatta ismayil.

edit: şimdi rejideki arkadaşlar uyardı. evet evet selalar o.
selamlar akif, bu sefer sana yazasım geldi.

garip vallahi garip. beyaz elbiseler giydirip, bana gençliğimin en tenha zamanlarını yaşatıyorlar. sıkıca bağlı üstelik. 160 tl para nedir ki, bilmiyorum. at nalları dallanıyor odama, karanlık ve katıksız. hayat kahpe oyunlar oynuyor ve oynatıyor ister istemez. bazen yalan söylüyorum ki sevda acayip bir tünel.

anlayacağın üzere sana aşık değilim akif ve hiç olmadım. seni kaldıramazdı bünyem. şu gömlekten bir kurtulabilsem arada spiderman izleyebilsem ardında da 12 angry men tadında bir adalet temsilcisi olsam dünya hem kendi etrafında dönerken hem de güneşin etrafında dönebilir ve ışık saçabilir.

insanın kendine acıması ne kadar da çelişkilerle dolu bir bizans zindanı. soğuk zinciler var bileklerde. bazı kadınlar da adana burma takıyorlar çoğu kez anlamadım onları.

huzursuzum akif.

sevgilerimle yeşeren bedeninde geceleri beyaz bir ten ile sevişmen dileklerimle. mutluluklar...
selamlar insanlar

sınırsız karanlık bir dünya düşünün hiç ışık olmayan. ben ordan geçiyorum. tüneller var izleri olmayan heryerde ninja kaplumbağa. ayışığı vuruyor bünyeme pek bir solgunum.
selamlar henüz doğmamış 3 gün sonranın güneşi, önceki günlerden farkın olacak mı bilemiyorum ama seni özel olarak seçtim ki, selamlar olsun sana.

zamanın kısa tarihi diye bir kitap vardı zamanında. aslında zaman o kadar da kısa değil sanki. mesela bir insanın ortalama ömrü 70 yaş desem, 70 sene kısa mı acaba. neyi referans alıyoruz tam bu noktada. güneş milyar yaşında mesela, nikola tesla'da pek uzun yaşamamış. edison da dcciydi üstelik. dolmuş sevdalısı bir adamım ben, düşünme egzersizlerim için mükemmel bir mekan yan şeritteki akan solgun beyaz çizgiler.

kadınlar var sonra doğan güneş gibi hepsi. hergün yeni umut ışınları saçıyor biz güzelliğe susamış erkeklere. bütün güzel kadınlara sahip olmak isterken yürek mutlak aşkı sadece birinde görüp, göreceğinden de emin.

ilginçtir futbol gibi bazen saçma sapan şeyler. suskun. para var biraz. hava dersen bedava. su konusu canımı sıkıyor. seviyorum yazın gelmesiyle kadınları. öpmek istiyorum bedenlerinin her bir köşesini. geceler kısalıyor, hüzünlü biraz. uzun sevişmek istiyorum ben.

hoşgeldin doğan güneşi kovalayan huzursuz ay.
selamlar yarın sabah bineceğim minibüsün şöförü, selamlar sana zeytin ağacının kırılacak dalındaki kuş,

kendine has bir kitabım ve sayfam olması oldum olası mutlu etti beni. kimsenin okumadığı veya dokunmadığı. yüreğimdeki bütün sesler bir araya gelmiş bir şarkının melodilerini oluştururken ben, uzak dağların daha çiçek açmamış güneş görmeyen tepelerinde öylece durgun bir şekilde gökyüzüne bakan, üstüne henüz kurumuş bir gül yaprağı düşmüş humuslu bir toprak parçasıyım. eskiden bir arsada topraktım oysaki. sonra oraya da apartmanlar yaptılar rüzgar beni buralara kadar savurdu.

kelimeleri bir araya toplayıp cümle denilen varlıkları hayata yerleştirirken istemeden paragraflarım da oluyor. inanamıyorum gözlerime. bir şeyi başarabilme duygusu insanların yarın sabah işe gitme amacı değil midir yoksa? para mıdır hayatın ta kendisi oysa? uyanmak istemediğim sabahlar olmuyor değil. hayatın tekmesini savurduğu o küçücük kıçlardan biri oluveriyorum bazen önce sağa sonra sola tekrar sağa baktından sonra.

cep telefonum şarjı bazen günlerce gidiyor. minibüs veya otobüsde bir telefon çalsa, çalan melodinin kendi melodim olmadığını bildiğim halde elimi cebime götürüp telefonu çıkartıyorum. bakıyorum ekrana umutsuzca....

yalnızlık insanların arasında olmamak mıdır ya da kendisi mi uzaktır kişinin insanlardan? evlenmek bir kadını sevmek midir yoksa çocukları sevmek midir? bazıları da yaşlılık kelimesinin derin boyutlarını algıladığında evlilik olgusunu yakalamaya çalışırlar. çünkü yaşlılık koca bir yalnızlıktır aslında. evlat olsun, torun olsun sınırlı günlerde gelir yanına. artık belin tutmaz, eski enerjin yoktur. kadının yoksa yanında, sonsuz aşkım dediğin insan engin kederlerle yüklüsün demektir.

zor geliyor minibüs şöförleriyle diyaloğa girmek. hayatı ilginç yaşıyor bu adamlar. bazen üzülüyorum bu arkadaşlara, dostlarıma. neden mi?

düşünüyorum çünkü.

çok düşünüyorum.

her şeyi merak ediyorum.

yaşam, aşk, yaşlılık, kadınlar ve eski insanlar.

eski insanlar...

orada olmak istiyorum ve geçmişi yaşamak.

sonra uyku işte.

saygılarımın hepsi leonardo da vinci'ye...
Selamlar okuyucu,

Karanlık bir oda, aydınlık bir bilgisayar ekranı. Eti negro yiyiyorum ve efes pilsen bira içiyorum. Yalnız bir ruh hali içerisindeyim. Sıcak battaniye altında birbirine dokunan tenlere hasretim. Bilinçsiz ve suç mahallinde bulunan bir silah gibi masumum.

Yataktan kalkıp yüzünü yıkayana kadar farkındalığın sıfır olduğu sanki hiç olmamış bir anı yaşarsın ya bak işte o benim. Efkarlanamayacak kadar boş ve sınırsızım. Zaman eski iken tedariksiz duygularla bir sevgiden bir sevgiye koşuşturmuş, varma eylemini görememiş, kelimelerin zenginliğini yarene aktaramamış kibar bir Dostoyevski kahramanıyım ben. Ne kadar da kendimden bahsediyorum değil mi nastasya sana. Oysa kendimden daha çok sevdim ben sevdiklerimi.

700 günden fazla oldu sevgi budur dedim ama aslında kendime yalan söylemişim. Çoğu zaman çocukluğumdan bu yana göremediğim sevgiyi telafi edebilmek için sevdim kadınları. Belki çok sevişmedim lakin seviştiğim bütün vücutlar mutlu idi. Böyle satırlar yazınca gözlerinin altında morluklar, saç baş dağınık, gülmek nedir bilmeyen bir süliet hayal ediyorsunuz değil mi? Aslında ben de minibüse binen bir insanım.

Lise aşkıma hiç ulaşamadım ve hiç sevmedi beni. Ama tek lise aşkım olarak belleğimdeki yerini aldı çünkü o benim lise aşkımdı. Aynı mahallede oturuyorduk, bisiklete binerken iki elimi birden bırakırdım onun evinin önünden geçerken. Bugün eleştirdiğim her şeyi eskiden yaptım ben. Akrobatik hareketlerim asla onay bulmadı. 3 yıl boyunca uzaktan sevdim onu. Serviste yanında oturmak mutlu etmeye yeterdi beni. Kış zamanlarında temiz bir fincandan sıcak bir kahve içmek de mutlu eder beni oysa. Yansımalar'dan sonbahar'ı dinler gibi yaşadım koca üç yılı. Ve lise bitti. En acısı ne biliyor musun beyaz sayfalar? Kocaman bir maldım. 3 sene boyunca seni seviyorum diyemedim. Sanırım daha biraz önce eskiden yaptığım her şeyi şimdilerde eleştirdiğimi yazmıştım.

Ardından üniversite geldi. 5 şık üzerine kurulmuş günlerden sonra geldi bu üniversite. ilk sınıftayım, hatırlıyorum. Devlet yurdu; istediğin saatte banyo yapamazsın, gece 12'de elektrikler kesilir, ışık yanmaz, odanda 7 erkek daha vardır; kimisi osurur kimisi uyur. işte öyle günlerdi. Bir mesaj attım ona, unutamadığıma, sadece iki kelime: seni seviyorum.

Hep bekledim bir cevap. En kötüsü de susmaktır ya. Sustu. Ağlattı beni kadehlerin başında. Hiçbir zaman benim olamayacağını bilsem de ben hep onun olmak istemiştim. Erkekliğimi, gurur ve onurumu ona teslim edebilirdim. Vazgeçebilirdim bu büyük değerlerimden. Ama cevap vermedi. Aradan 5 sene geçti, hala cevap yok. Onlarca defa google'da arattım adını, 1 sonuç bile bulunamadı.

Aslında rahatladım biliyor musun? Ne kadar kötüdür sevdaları o minicik yüreğe sığdırmak. Söyleyince ferahladım. insan birini severken başka bir canlıyı da sevemez. Mutlak sevgi vardır. Bir çocuğun varsa ve onu çok seviyorsan artık kocanı daha az seviyorsundur. işte ben de bu hesaptaydım. Artık sevebilirdim, tekrardan aşık olabilirdim. Ki oldum da...

Yazın sıcak günleri -bazı günleri sıcak olmuyordu o yazın-. bu yazıyı okuyacak çoğu kişinin hiç gitmediği ve belki de hiçbir zaman gitmeyeceği bir şehirdeyim. Dönem dönem kişinin vaktini geçirdiği arkadaş çevresi değişir ya işte öyle bir değişimin içindeyim. Yeni gelişen arkadaşlarımın getirdiği başka bir kız. Beyaz tenli. Dudakları öpmeye doyulamayacak güzellikte. Göğüslerinin kıvrımları aklımı başımdan alıyor, kalçaları bir Rönesans sanatçısının elinden çıkmış gibi sade ve pürüzsüz ve ben 18 yaşımın verdiği ateşle aşık oluyorum.

Olmasaydım keşke. Cehennemden sıcak taşlar yüreğimi dağlasaydı da ben bu kıza aşık olmasaydım ve haysiyetimi kaybetmeseydim. - edebi bir dil kullanmanın seni ne kadar gıcık ettiğini biliyorum - bir kadın için yalvardım ben. O kadar çok utanıyorum ki bu kadar açık sözlü olamayacak kadar özgüvenim yok benim. yazmak istemiyorum yaşadıklarımı. belki 30 lu yaşlarımın sonlarında çay bardağında içtiğim rakının 6. kadehinin som demlerinde bu hikayeyi bir şiir ile hayata geçirebilirim ama şimdi yapmayacağım...

zaten sonraları olmadı diz çökmek. Öğrendim kadınları. 18 yaşımda öğrendim sevmenin aslında ne kadar yüce bir duygu olduğunu. Sevişmekten gelmiyordu her şey. Öğretti bana gerçekleri nefret ettiğim kadın.

Yazdıklarımın senin için mana taşımaması sinirlerini bozuyor okuyucu. Bu hoşuma gidiyor. Ve inan ki, ben bazen ölmek istiyorum ne kadar sevildiğimi görebilmek için...
sevgili sevg...
hay ben bukalemun ta am...

(bkz: mektup yazarken kalemin bitmesi)
selamlar masamın üstündeki muhteşem karıncalar,

gece gökyüzünde tek düzeliğini sürdürüyor dediğim anlarda tek düze olan aslında evren değil benim. haftasonları eve oturup klavye mouse ekran üçlüsüyle inanılmaz bütünleşmeler yaşıyorum. insanlar sokaklarda, serin gölgelerde sevdikleriyle ortak zamanı paylaşırlarken sevginin harab olduğu kentlerdeki aç bir afrikalı çocuğum ben.

hiç dikkat ettin mi bilmiyorum biri derdinden bahsederken anlatanın dinleyicisi en uygun zamanda karşı tarafın sözünü keserek kendi dertlerini anlatmaya başlıyor. öyle bir ruh hali mevcut ki toplumumuzda, sadece anlatarak derman buluyoruz. ne kadar da yalnızız hepimiz aslında. evde tek başımıza kaldığımızda ya msn, ya facebook ya da cep telefonuna saldırıyoruz. yalnız ölmekten korkuyoruz ya söyleyemiyoruz kimseye.

geleceği düşünürken şimdiyi kaçırıyoruz. hani biz geleceğin şimdisini önceden planlamıştık. e geldi çattı geleceğin şimdisi yine geleceği hesaplıyoruz. erteliyoruz ya hayatı, kısır döngüdeyiz.

evvelsi gün işten yorgun argın çıkmış, 1 tane ekmek ile 1 litreli kola ile eve yol alıyorum. kumaş pantalon, bir haftadır üstünden çıkartmadığı her halinden belli bir gömlek giyiyor. ayakkabıları çamurlu ve kirlenmiş. hayatımda konuşurken bu kadar utanan birisini görmedim,

+ abi kusura bakma rahatsız ediyorum. telefon konuşmanı da böldüm, kusruma bakma. (çocuk bana bir bakar mısın dediği için telefonu kapattığım esnada)

bir sürü cümle kuruyor bana. tütünçiftliğe gitmem gerek diyor sonra. ve bekliyor. umutsuz gözleri ağzımdan çıkacak kelimeleri balığını bekleyen bir balıkçı gibi beklemekte. parası yok. kalmış karanlıkta, gidemiyor evine. 2 lira veriyorum otobüs parası. sana bana göre bir manası yok bu miktarın ama onun için herşey. elime sarılıyor. öpmek istiyor. ben kaç yaşında adamım ki elim öpülsün. yerlere kadar eğiliyor.

+ allah razı olsun abi. allah razı olsun.

gördük geçirdik parasız zamanlar. çok yürüdüm uzaklara, binemedim otobüse. sonra cebimde çıkan iki lirayla muhteşem bir mutluluk sardı bedenimi. iyi bir insan olmak? soru işareti. bu mudur kriter mutluluk için. bilmiyorum ben. karıncalar da bilmiyor.

sonra ağlatıyorlar insanı, sırf ölüm var diye. oysa karıncaları hergün öldürüyoruz. yaşamak bir formsa niye bu kadar ağlıyoruz. ölüm her an her yerde kol geziyor. korkmuyorum ben yalnız ölmekten.
selamlar araba sileceklerinin ulaşamadığı çeyrek daire,

bazı zamanlarım var ki efkarlanamayacak monoton. sabahları 6:50 ye alarmı kurup 6 defa erteledikten sonra 7:15 de uyanıyorum. ancak arada geçen 25 dakika boyunca hastalanmak, günü geçmiş faturaları yatırmak, bir akraba öldürmek veya sol bacağımın iç yan çapraz bağları koptuğu haberi gibi sayısız işe gitmememe yarayacak -aferdesin- skimsonik yalanlar düşünüyorum. evet hayatımın en efkarlı sahnesi bu son aylarda.

oysa ben aşık oldum, ağladım, parasız kaldım, sokaklarda yattım, karakola düştüm, babamın anneme bağırdığını gördüm sonra da boşandıklarını. içki sırdaştı, geceler yoldaş. hep savaştım, hep yoruldum. koştum, düştüm, kalktım yine düştüm, yine düştüm. sonra yine kalktım.

ama piç oldu hayatım. efkarlanamıyorum. mahvediyor sabah işe git, akşam eve gel tek düzeliği ruhumu. kahroluyorum hüzünlememediğim için. bak sevinmek istemiyorum ben. üzülsem yeter. duygularımı versinler bana.

aşk olsa planda herşey basit aslında. bir kadın kocaman bir hayatı mahvedebilir. sevebilirsin o kadını veya koşabilirsin peşinden bütün pis sokaklarda. duygudur kadın. yaşadığını hissettirir.

ilişkiyi sıradanlığa bağlamak da deşiyor kalbimi. ne kadar da tuhaf. sevgi yetersiz kalıyor bazen. heyecan istiyor cılız beden.

23:30'da uykular düşüyor gözlere. oysa geceleri yaşardım ben. iş var uyumak lazım. iş var. iş var. uyu kalk uyu. iş var.

hayatın yok artık.

kazanman gereken para, kahpe insanlar var.

iş var yarın.

yat zıbar piç kurusu.

köleliğe devam.

bir bok değilsin sen.

yat zıbar piç kurusu.

iş var yarın.

yaşamak yok.

piçsin sen artık.

mutluluk yok...
selamlar sana sanatçının şarkı söylerken türükürük saçtığı mikrofon,

içimi gösteren bir aynaya baktım geçen gün. -biraz önce klavyemin soru işaretinin yanında bulunan - tuşu ile açtığım ek cümle ile aslında anlatmak isetiğim şuydu; geçen gün dediğim de 2 ay oluyor. zaman öyle manasız ve hızlı akıyor ki hafızamın güçlü olmasından dolayı eski günler dün gibi geliyor bana.- ne kadar da pis ve karanlığım. cep telefonumu sarj etmeyerek isyanımı sunuyorum aslında orospu evladı insalığa. ama onlar beni her koşulda buluyorlar.

çok film izledim. kendini arayan adamlara bayılıyorum. hep uzak doğuya gidiyorlar. bilet pahalı. sonra ben google'daa aradım kendimi, benliğimi; bunu mu demek istiyorsunuz deyip "mal" kelimesini çıkarttı. 357.000.000 sonuç buldu üstelik.

üzülmesin google. ben yatıyorum şimdi.

ama iyi kod yazmış ibneler. takdir ettim...
sevgiler tutti frutti'yi oynatıcıya koyup play tuşuna basan eleman,

pazarda domates seçen memurun telaşesiyim ben. hızlı adımlarla yatsı namazına yetişmeye çalışan hacı amcamın sık adımlarını atarken en büyük yardımcısı 39 numara ayakkabıyım. yeni gelinin gerdek gecesinde yataacağı sunta yatağın arka tahta bacağıyım. kırılmaya, koşuşturmaya, ezilmeye alışmışım. bir barajda biriken su gibi durgun ve bir o kadar da enerji doluyum. gözümden akan yaşları barajıma bağışlıyorum gecenin ortasında camiye bırakılan bir bebeğin ailesi edasıyla. hüzünlüyüm çünkü. hayatın manasızlığıyla boğuşuyorum. yaşamın sonsuzluğunu ve bitirebilirliğini. ölümün keskinliği düşüyor zihnimin tenha odalarına.

kalabalıklara karışınca yalnızlığının giderildiğini düşünen zavallılarla aynı dünyada fotosentez yapmış sebzelerle beslenmekten pek de gurur duymuyorum aslında. ama bu acıya da katlanabilecek kadar güçlüyüm. farkındalığın farkında olmayan koyunlarla aynı toplu taşıma aracına binmek ironinin oynadığı bir voltaire sahnesine benziyor.

büyük kaçışların planını yaparken sıradanlığın pençesine takılıyor her insan. terketmenin verdiği hazzı yaşayabilecek kadar güçlü değiller. onlar bir prospektüsün yapılması gerekenleri gib yaşıyorlar hayatı. sabah aç karnına akşam aç karnına günde iki defa tekdüzeliğinde gidip geliyorlar iş yerlerine.

mutsuzluklar sarıyor susuz bedenleri. yaşama olan tutkuya susamış bedenler.

hergece yarının farklı olması umuduyla yatıyorlar yataklarına.

gözlerden akan yaşlar...

mağrur bir tavırla bağışlıyor kendini o bilinmez baraja...
selamlar çöp kutusunu kamyona boşaltırken çöpçünün aşağıya doğru çektiği mekanik kol,

liseye yeni başlamış bir genç kızın yeni boyanmış oda duvarındaki hayko cepkin posteriyim ben. çoğu benden korkup, göze hoş gelmez bulsa da yeni açmış bir papatyanın yağmurda henüz ıslanmış yaprağındaki su damlasıyım. ve poster gibi gerçek değilim. bir ilk okul sırasındaki silgi ve kalem konulan, pek de derin olmayan, sırayı boylu boyunca uzanan o narin kanalım. üzerime kocaman bir kalp yüklemişler, bir ok, iki de isim. ok kalbimi deşiyor tam orta yerinden.

ben kışın gelmesiyle birlikte sandığın en derininden çıkartılan tüylü paltonun vebinde unutulmuş bir bozuk parayım. ancak anlık sevinçler yaşatabiliyorum ve beceriksizim.

ben 12 yaşında, dizleri kabuk bağlamış, tırnaklarının arasında toprak kırıntıları olan bir çocuğun evvelsi gün misket oynarken kullandığı eldeliğim. tutkuyla sevilsem de zamanla unutuluyorum.

geceleri yağan yağmuru seviyorum ben.

gökyüzünde güneşin olmadığı geceler.

ben bir çocuğun yediği yazın ilk dondurmasını seviyorum.

ben içimdeki çocuğu seviyorum.

doğacak çocuğumu.

ölümü seviyorum en çok.

yaşamımda olacak tek kesin vurgu ölüm... bekliyorum doğacak güneşi...
selamlar olsun sana tozlu bir pavyon köşesinde, masum bir şekilde duran sandalyenin kadife kaplaması,

--zaman--

serin bir yaz akşamına neden olan, kuzeyden esen rüzgarlar çok meğillidir adamı aşık etmeye. bol yıldızlı bir ege sahili düşünün, karşınızda midilli öylesine heybetli. kumsal soğumuş -sabah ayakları kavuruyordu oysa-. sahile vuran dalgalar ruhunuzu cennetten gelen bir melodiyle besliyor. ay gökyüzünde dururken ışıklarını savuruyor dört bir yana.

--zaman--

sıradan ailelerin ve dürüst memurların oturduğu 7 katlı bir apartmandaki asansörün acil duruş düğmesinin çalışırlığını kontrol eden su satıcısının tedirginliğini yaşıyordu kalbim. sevdanın söylenebilirliği üzerine geçen düşünce saatleri bedenimi yormaz iken ruhuma derin sancılar bırakıyordu. reddedilmek yükleminin gurura olan etkisi ne derece yıkıcı olacaktı? bir 'seni seviyorum' demenin ne sakıncası olabilirdi ki? oysa ne yiğitler vermişti kendini rakıya korkak bir sevda haykırışının ardından?

sevilmek mi seviyordum ben?

seviyorken mi seviliyordum?

hayır... hayır...

yalnızlığım bana aşık olmuştu.

-----------------

karşılık veriyordum bu acı dolu aşka üstelik.

-----------------

(bkz: #4147731)
selamlar henüz tanıştığım karmaşık ve güzel kız, selamlar sana.

yitirdiğim sevgisiz günlerin hesabını yapacak kadar sığ ve aptal olmayı nefes aldığımdan dolayı kendime hak görmüyorum ve yağan sonbahar yağmurlarına, trafiği mahveden sürücülere, aç çocuklara, geceyi getiren karanlığa, masumları öldüren savaşlara rağmen sevmenin ve sevilmenin yüceliğini ruhumun en kuytu köşesinde bile hissetmeyi dünyayı aydınlatmak için sabırsızlanan güneş kadar sınırsız bir şekilde arzuluyorum ve bundan korkmuyorum. korkanlara da alaycı bir gülümsemeyle karşılık veriyorum. hepsi aptal!

bir genç kızın hisli defterlerinin sayfalarında huzursuzca gezmem 5 biranın üzerine içilen 1994 bağ bozumu bir bozcaada şarabı değil elbette. her ne kadar tam tasvir ettiğim düzeyde damarlarımda alkol dolaşsa da planlı bir geziydi bu sanki. ha ha ha devam etmeyeceğim bu konuda daha fazla. lakin ne kadar gizemli olursam bir o kadar çekici olduğumu bilecek düzeyde zeki bir adamım ben. üstelik senin kaderin cilvesine bak dediğin şeyler benim olmasını istediklerim. ahahaha. ben senin kaderinim. çünkü senin kaderin benim zekam.

iyiliğin olmadığı mekanlardan dolayı üretilmiştir kötülük değil mi kendini bilmez güzellik? ben senin yaratılış sebebinim? soru işareti? ne kadar da çok soru işaretleri var değil mi hayatında? bilmediğin sorular, itiraf edemediklerin, korkuların? niye varım, aldığım nefesin sebebi ne? ölmeye yakın bir mülteciyim ben şu kahpe dünyada dediğini duyar gibiyim. haklısın. yeteri kadar sevmediğimizden dünyanın bu kadar kötü olması. oysa doyasıya sevsek nkötülüğü yok edeceğiz.

hayata ve varoluşa dair düşüncelerini dile getiren insanların ortak sıfatının sarhoş olmasına inanamıyorum.

bazen sarhoş olduğumda ben olduğuma inanıyorum bazense insanların işe giderken sarhoşluğuna. bazense aşık olduğumda.. aşk? sevgi? alışkanlık? yaşam ve ölüm.

kesin süreçlerin belirsiz etkenleriyiz şu koca yaşamda.

ölmek daha kolay değil mi bukalemundan bir mektup yazmak için? ya da bukalemun'dan gelen bir mektup ne kadar da ölümlü?

beni anlamamanız hoşuma gidiyor. zaten erişseniz o mertebeye ben ben olmam. sen kafandaki soru işaretleriyle yaşamaya devam et küçük güzel kız.

ha ha ha.

gülmekten zevk alıyorum...
selam,

hayatım çok renkli bu yüzden kısa yazaca...
selamlar üzüntüm.

gözyaşları akan karanlık bir odanın parke zemininde yaşayan bir kan lekesiyim ben. eskiden bir vücutda yaşardım, neşe ile. kalbe doğru akardım, damarlarda dolaşır heyecan salardım bir bedene.

sonraları piknik yapılan halka açık mekanlardan birinde, fotosentez yapmaya çalışan bir çam ağacının kurumuş kabuğunun üzerine kırmızı bir çakıyla sadece baş harfi kazınmış bir aşk kahramanı oluverdim. nedense ok benim harfimin üstünden geçti hep. diğer taraf mı? sormayın...

bir çocuğun henüz patlamış topunun gökyüze karışan havasıyım. hüzün getiriyorum en kutsala, masuma. gözyaşlarına neden oluyorum o güzel yanaklarda. bir yol bulup ilerliyorlar çenesine doğru usulca. öpüyorum gözyaşlarını esen bir rüzgar ile, çektiği nefes oluyorum içine, kalbine...

kerpiç kaplı bir köy evinin kurulmuş sofrasındaki soğana eşlik eden köy ekmeğinin ufak kırıntılarıyım ben. önemsiz. birazdan sofra bezini sallayacaklar pencereden aşağıya.

aşk ne kadar da tuhaf.

ansızın gelip ansızın gidebiliyor.

küfürlerim var ağız dolusu hayata.

hoşgeldin hüzün sefalar getirdin.
ya gelmeseydin yetişemeseydin beni bulamasaydın
ne yapardım
yarım kalırdım hüzün.

hüzün ile daha bir canlı insan. bak yaşıyor işte. bir kuş kanat çırpıyor...

bir piyanist karamsarlık dolu umut tınılarıyla, sonbahar şarkısı çalıyor bana.
aylar olmuş buralara üç beş satır karalamayalı. aylar dediğimde tam 9 ay. lan benim klavyemin tuşuna umursamazca basarak 9 ay dediğim şey kimileri için ömür törpüsü. yaşamlar var oluyor bu zaman diliminde, ne heyecanlar yaşanıyor, ana-baba sıfatı yükleniyor omuzlara.

uzakta olmak birisinden araya sadace si birim sistemine göre kilometrelerin girmesi mi? yoksa duyguların, dertlerin, paylaşmanın, sevginin, göz yaşının, gülümsemenin uzak olması mı? bir kadını sevmek sadece sevmek mi yoksa özlemek mi?

sevmek...

çarşafı ayda bir değişen soğuk ve tek kişilik yatakta aylarca yatmak ne acılar yüklüyor bedene yatan bilir. hele duvara dayanmamışsa yatak her iki yanında boşluktur. bir yanın duvar olsa bari doludur en azından. bu da yeter evsizlere, sevgisizlere.

bekleyenin olması güzel şey. tabutunu bayrağa saracak biri var demektir. en kötü ihtimalle kurşun yaralarına bakıp göz yaşı dökecek var birisi...

bazen acı yüklüyor, masada erkek mavralarından başka birşey olmayışı alkol harici.

küçük detaylarda saklı hayat; bir kız çocuğunun çıplak ayakla dolaşmasında, bir oğlan çocugunun babasından dayak yemesinde, aç kalmakta, çamura batmakta saklı hayat ve de sigaranın dumanında.

lavobada biriken bulaşıkların yalnızlık belirtisi olduğu şu kara günlerde akşam 9 civarı demlenmiş çayın yarenin tarafından sana ve adamlığına servis ediliyorsa bu kainatın en mutlu adamısın, farkına var bunun..

çalmasın yeter ki seçimiş bir ayrılış şarkısı sessizce...
yıllar sonra bu veritabanı hala buralarda olursa ve ben zalim yaşamın penceresinden hayata bakmaya devam eylersem istemeden de olsa burada yazdıklarımı okuma telaşesine düşeceğim. nedeni ise aniden ve amaçsız efkarlanma isteklerim olacak. lakin ben bunları tekrardan okurken gerçekten efkarlanır mıyım bilmiyorum ve emin olmadığım konular hakkında konuşmam.

son sigarasını içen garibanın cebindeki 10 kuruşum ben zamansız harcamalar için nasır tutan ellerin bana dokunmasını bekliyorum ızdırabına dibine vurmuş iken.

insanlar neden şerefe derken kadehlerini tokuşturur diye manasız bir düşünme telaşesine giriştim. günlerden salı idi. sonra şarabın duymak hariç diğer dört duyuya hizmet ettiğini farkettim; koklarız şarabı, bakarız kan kızılına, dokunurz içerken kadehe, koklarız o müthiş bağ bozumu kokusunu ama duyamayız işte. kadehi de bu yüzden tokuştururuz ya tatmin olalım.

pişmanlığın titreyen ellerle kısa mesajlar yazıp, gönder tuşuna basmadan önce defalarca düşünüp tam basarken de sikerim ya deyip mesaj göndermelelerle yaşandığı modern çağlardayız. bazense 160 karaktere bırak pişmanlıı her türlü duygumuzu sığdırıyoruz ki ta götümüze koyayım.

elektrikler kesildiğinde birbirinin suratına bakan lanet bir türüz biz. hala dallarda muz topluyor olsaydık daha dürüst olurduk topluma karşı,aşka karşı..

saplantıları aşka dönüştüğü, alışmanın sevgi olduğunu bilmeyen, duygudan yoksun gençlerin hüküm sürdüğü bir devirdeyiz ki bunu üzülerek söylüyorum. ağız dolusu küfürler geliyor akla ama medenileştik ya kendime saklıyorum hepsini.

mavi önlüklerin beyaz yakalarla bezenlendiği masumiyet çağımızı özlüyorum ben..
erkekleri çay-sigara, kadınları ise çiçekler mutlu eder...

işte böyle basit öğretilere kuruldu benim hayatım. cehaletin en büyük mutluluk olduğuna inandı yüreğim. farkındalık ise en büyük günahların anasıdır arkadaşım..

noktasızlar duyarsız, bir noktalılar klasik, iki noktalılar düşündürücü, üç noktalılar ise duygusal oldu cümle bitimleri akla geldiğinde benim için.

alkol akıl açıyor bence.

ibrahim tatlıses'den mutlu ol yeter çalıyorsa vivaldi'den dört mevsim halt etmiş o mekanda ve zamanda. yersiz tartışmalar bunlar dostlar.

bu mektubumu bazı şeylerin farkına varmış olanların adına yazıyorum.

üniversitedeyken kendimi büyümüş ve olgun sanardım. ne mal adammışım ben.

aynı masadayken deli gibi muhabbet ettiğin, görüşmeyince de bir kere bile arayıp sormadığın, yine aynı masaya gelince yine deli gibi muhabbet ettiğin bir arkadaş çeşidi var.

kimyon denince akla..

köfte geliyor bence.

doyamamış yağ oranı yüksek güzel bir sıfat tamlaması bence..

saygılar..
uzay mühendsiliğinin çalışma alanı çok geniş hacı demişti zamanında birisi. bu birisi belki de benimdir. ya da değilimdir.
hayatta pratik zekası olan adamlar parayı kazanıyor. ama parayı kazanma biçimi de insana zevk vermeli. yani parayı kazanırken hayattan da zevk alıyor olmalı, dünyadaki tek amacın para olmadığının farkında olmalısın. trilyonları pratik zekayla elde edebilirsin ama bundan zevk alamayabilirsin.

biraz önce parayla ilgili yazdığım bütün cümleleri siktir edin bence. tamamen fakir avuntusu. sosyalizmi desteklemek de artık ne kadar gerçekçi bilemiyorum. gençlik hayalleri büyümeye başlayınca yok oluyor desem size pek yabancı bir fikir sunmuş olacağımı zannetmiyorum.

marka olmuş değerlerin isteklerimizi belirlediği şu yıllarda cahil olup hiç bir kapitalist faaliyetten haberdar olmamak mutlulukların en büyüğü, en safı olsa gerek. sebebiyet verir ki bir çobana sigara uzatıp, onunla muhabbet etmek bir önceki cümleme.

bir yazarı en çok üzen eminim ki okunmamaktır. ben üzülmüyorum okunmadığımda. bir zaman sonra ben okuyorum kendimi. kendinden bahsetmemek ah ne iki yüzlü bir soyluluktur.

kişi, öldükten sonra hatırlanabilmek için bir çok şey yapar yeryüzünde. düşününce ne kadar da akla yatkın bir fikir bu bilemiyorum. toprak seni yuttuktan sonra ego da biter, gurur da.

şu sıralar zaman satmak diye parlak bir buluşum var. altyapım yok, buna ayıracak zamanım da. dolayısıyla bütüm lidyalılar yalancıdır.

four seasons çalarken fight club izleyiniz..
selamlar orada olmayan ben.
geldiğinde görüşürüz. nereye gittin bilmiyorum ama ne boşum ne dolubilmiyorum bana böyle ne oldu.
ne yazacağımı bilmeden başladığım metinler genellikle manasız sonuçlara eriyor, dolasıyla eriyorum ben de potasında hayatın.

karanlık otel odalarını bir kaç gün sonra kendi evleriymiş gibi benimseyen insanların listesine en sondan adımı ekleyebilirsiniz. hiç gücenmem buna biliyor musunuz? aksine mutlu olurum, huzurla uyuyabilidiğim bir yer var diye.

belki çoğunuzu bilmez, elbet bileniniz de vardır; akşamın bir saatinden sonra usulca biraların açıldığı alkol satılan büfeler vardır. bira kasalarının üzerine oturan insanlar, memleket üzerine yorumlar yaparlar. böyle büfeler vardır benim yaşadığım ülkede.

bir gece vakti, hafif alkollüyüm, hayata dair bir vaaz veriyorum; işte bu avaz avaz verdiğim vaazı can-ı yürekten dinleyen biri varsa bir titreme basıyor bedenimi. adam yerine konulma titremesi verdim ben adını bunun. gururla doluyorsun.

tek kişilik yatakta tek kişi yatmak da yalnızlıktır.

once diye bir film var. irlanda yapımıydı sanırım. izleyiniz.

çevrımdışı durup, beklenen kişi oturum açtığında siz de oturum açıyorsanız bilin ki yalnız ve arayış içinde birisiniz.

raskolnikov vardı? yaşıyor mu hala raskolnikov?
karanlık bir otel odasında iki duble jack daniels içmişliğim var. yalancı bir halının üzerinde dolaşan ayaklarım yürüdüğüm yolların bir hediyesiymişcesine sahiplendiler bu halıyı. kafam gibi konu da dağılıyor. anlatmak istediğim halı değil oysa ki.

benim anlatmak istediğim, yaşadığım ya da yaşamaya çalıştığım ve hatta savaşını verdiğim minik kalbimin çırpınışlarına nasıl katlanacağımdır. bu çırpınışlara ve bana dair olan bilinmezliklere bir anlam yükleyemediğimden hissetiklerimi kelimelere dökemiyorum. belki de bir şey anlatmak istemiyorumdur orospu dünyaya. belki de ölümdür bizi ayakta tutan. daldan düşen yapraktır insanı büyüten.

bir çocuk büyütmek midir amaç? yoksa büyümek midir bir çocukla? ya da çocugun büyümesine tanıklık etmek midir sadece? oysa öldürenizdir biz çocuğumuzu, içimizdekini.

ölesiye aşık olmak istiyorum ve ardından sevilmemek. acı çekmek hayalcilik dünyasının en büyük aracı paradan sıyırıyor adamı. tat alıyorsun yaşamaktan, her andan. sabahları bir kadının aşkıyla acı içinde uyanmak tarifsiz hazlar veriyor bedene.

ne anlatmak istiyorum ben?

bilmiyorum açıkcası. ne hissetiğimi, ne söylediğimi bilmiyorum.

durun durun. itiraf etmem gerekirse bir tene sarılıp uyumak isterdim şu koca yalnızlığımda. sadece sarılmak, düzenli nefes alışverişleri arasında göğsünün kaybolmak bir kadının, teninin kokusunu içime çekmek isterdim. huzura ermek. ama istemezdim de, eğer bu isteklerim olursa acı çekmezdim. acı çekmezsem gerçek olmazdım, olamazdık. ama isterdim bir kadını sevmek delicesine, sarılmak ona.

ne diyorum ben?

bilmiyorum.

bir varilin içine üç beş bez parçasını doldurup, biraz kağıt, gazete ekleyip usulca ateş yakan, belki dilendikleri belki de alın terleriyle kazandıkları 3 liralık şaraplarını içen yolsuzların, evsizlerin yanında evsiz olmak isterdim. ama ne oldum ben? bilmiyorum.

neyse kimse de sormayacak nasıl olsa. kimse okumayacak beni, kimse dinlemeyecek ve bilmeyecek çığlığımı.

bu da bir acı çeşidi sanırım ve ben yaşıyorum...
kimseler bilmez kalabalıklar içindeki yalnızlığımı.

ben bir otel odasını temizleyen, savrulmuş havuluları kirli sepetine atan, minibarda eksilmiş içecekleri hesaplayan temizlikçinin yarına çıkabilme telaşesiyim. yoksunluğun, olabilme teleşaesine düşmüş zamansız bir interrail biletiyim.

televizyonların üzerine konulan dantellerin örüldüğü tığım ben. nasırlı ellerin umutla tuttuğuyum. ören bayan resmi ile mutlu olan annelerin varoluş nedeniyim. harfleri harf yapan noktalama işaretiyim ben size inat.

hayat sonu ağlatımlı bir test kitabı.

zamanında gelmedim bu dünyaya. fransız devriminde ölmesi gereken bir temizlik işçisiydim ben.

lakin ve cebren ile bütün kalelerim zabdedilmişti bir aşk uğruna.

dağılalım yeşil ovalara. oralara da kar yağacak ben bilirim her gece bir küçük içsemde. cahil olaydım keşke.

bukalemundan mektuplar benim yazdıklarım ipsiz sapsız kişilere.

zamansız ve öylesiz..