bugün

Bazı geceler, yerden 50 metre yükseklikteki bir balkondan, Kayışdağı'na doğru, Kalamış'a doğru, hatta karşı kıyılardaki Ahırkapı fenerinin arkalarına doğru uzanıp giden yüz binlerce pencere ışığına bakıyorum.
Bir avuçluk yüz binlerce ışık, yüz binlerce ışık... Adalar'da da öyle...
* * *
O evlerde nelerin konuşulduğunu değil, nelerin konuşulmadığını düşünüyorum.
Herhalde istanbul doğumlu Andre Chenier'nin; Fransız ihtilali'nde giyotine giderken hapishanesinin duvarlarına son yazdığı mısralar ve giyotinin sehpasına çıktığında, işaret parmağını şakağına koyarak:
- Her şeye rağmen vardı burada bir şeyler diye, mırıldanması konuşulmuyordu.
* * *
1946'da liseyi bitirdiğim yıl, Ankara'da babamla Sıhhiye'den Samanpazarı'na doğru dik bir yokuştan çıkarken, babama hayatı anlatıyordum.
Ne kadar konuştuğumu bilmiyorum; babam birden bana döndü ve hayatı kendince özetleyiverdi.
- Hayat bir dam ve -damla kafiyeli olarak söylediği tek heceli- bir tadın organıdır, dedi.
* * *
Babamın bu tür sözler söylediğini hiç duymamıştım.
Babama göre kendisinden az para kazananlar "ayak takımı", kendisinden çok para kazananlar da "hırsız takımı" idi.
Ve başındaki bürokratlara da kızdıkça:
- Pezevenkler, derdi.
Ama bendenizin de, Hazine'den geçinmeli olmamı isterdi, bir diplomat falan...
* * *
Gecenin içinde uzanan yüz binlerce ev penceresi ışığı...
Oralarda neler konuşulmuyor acaba?
Nutukçulardan kulağıma şöyle bir çalındığı kadarıyla, her Türk'ün "asker olarak doğduğu" konuşuluyor mu, konuşulmuyor mu acaba?
Yağlı ilmikli urgan gösterileriyle, en iyi celladın kim olduğu propagandaları...
Öldürmek ve öldürülmek özlemleriyle yapılan yürüyüşler...
* * *
Bendeniz ise, herhalde salağın teki olduğum için, geceleri uzanıp giden yüz binlerce ufacık ışıklara bakarak, oralarda nelerin hiç konuşulmadığını düşünüyorum.
Hiç akla gelmemiş, hiç konuşulmamış konular...
Örneğin kadının, tüm insanlığın bahçıvanı olduğu... Ve Türkiye'nin öyle bir bahçıvan yetiştiremediği için, gerçekte "kadınsız" olduğu...
* * *
En hançerli yalnızlık şiirleri; Türkçeyi, gönülsel ve beyinsel doruklara dantellemiş bizim şairlerimizde çiçek açtı.
Onların tadını paylaşmak, yahut paylaşamamak...
Ve Selahattin Pınar ve Todori...
* * *
Okyanuslardaki teknelerde bizim bayrak pek görünmediği için mi, Boğaz kıyılarındaki bayrakların direkleri yükseldikçe yükseliyor; bilmiyorum...
Öldürmek ve öldürülmek...
Maçlara giden gencecik çocuklar bağırıyorlar:
- Biz buraya ölmeye geldik, diye...
* * *
Köyceğiz'deyken bahçenin önünden geçen 10-12 yaşındaki küçük şenlikli kızlar, önce bendenize şöyle bir baktılar, arkasından iki tanesi el salladı, arkasından da bir tanesi:
- Size gelebilir miyiz, diye sordu.
* * *
10-12 yaşındaki 6 tane gencecik kızla sohbete daldık...
Bir tanesi şöyle diyordu:
- Kız olmasam, asker olmayı düşünüyordum.
- Neden, diye sordum.
Hiç beklemediğim bir yanıt verdi:
- Emekliliği var çünkü...
Babası uzatmalı bir başçavuşmuş, herhalde emekliliği konuşuyorlardı evde; tıpkı bendenizin çocukluğumda da babamın konuştuğu gibi...
* * *
Öldürmek ve öldürülmek üstüne yoğurulan bir hamur...
Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,
Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım
* * *
Birileri bizi kazıklıyor ama, kimler; belki Fikri Sağlar biliyordur.
Nutukçular da, bendenizle birlikte gelse; Kalamış'ta şöyle bir kadeh kaldırsak Selahattin Pınar'a ve hep bir ağızdan şarkılar söylesek:
Bir tatlı huzur almaya geldim Kalamış'tan...
Gözlerimiz dolmadan...

çetin altan